Malum olduğu üzere, politikalarını eleştirenlere hakaretamiz sözlerle karşılık vermek ve muhaliflerine ‘’haddini bildirmek’’ AKP tarzı siyasetin ayırt edici özellikleri arasında yer almaktadır.
Hatırlanacağı gibi, hükümetin baskıcı politikalarını haklı olarak eleştiren TÜSİAD’çılara AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ‘’Yeni Türkiye’de haddinizi bileceksiniz‘’ demiş ve bu tehdidin ardından dernek adına açıklama yapanlar hakkında ceza soruşturması başlatılmıştı.
Cumhurbaşkanının alışkanlık haline getirdiği ‘’had bildirme’’ seanslarındaki son hedefi ise CHP Genel Başkanı Özgür Özel oldu. Nitekim Erdoğan 26 Şubat’ta Özgür Özel’e hitaben şöyle dedi: ‘’Sayın Özel başkomutan olarak sana sesleniyorum. Ordunun komuta kademesine laf atma yetkisi sende değildir. Ayağını denk al, almazsan denk getirmesini biz biliriz. Ordumun komuta kademesine laf edemezsin. Haddini bileceksin.’’
Bu tehdidin insana neredeyse ‘’dilini yutturacak’’ üslubunu tartışmak istemiyor ve hemen işin esasına geçmek istiyorum.
‘’Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’’na göre ‘’başkomutanlığı temsil’’ statüsünün Cumhurbaşkanına ana muhalefet partisi liderine had bildirme yetkisi verip vermediği meselesine gelmeden önce, tarihsel olarak biraz geri gidelim.
‘’Haddini bildirmek’’ ibaresi öteden beri bana Tanzimat dönemi şairi İbrahim Şinasi’nin Mustafa Reşit Paşa için yazdığı kasidenin şu beytini hatırlatır: ‘’Bir ıtıknâmedir [azatlık belgesidir] insana senin kanunun/Bildirir haddini sultana senin kanunun’’ (1862)
Şairin burada ‘’kanun’’dan kastettiği, M. Reşit Paşa tarafından hazırlanıp padişah adına Gülhane Parkında ilânen okunmuş olan ‘’Hattı Hümayun’’dur. Şinasi’nin bu fermanı Osmanlı toplumunu özgürleştirmeyi amaçlayan bir kanun gibi gördüğü anlaşılmaktadır.
Hattı Hümayun teknik anlamda anayasa veya kanun olmasa da (çünkü bu aslında padişahın uygulamaya koymayı vaat ettiği bir reform programıdır), yurttaşların özgürlüklerini teyit ederek bu yolla padişahın yetkisini kısıtlama amacı güttüğü dikkate alındığında, ‘’hüsnükuruntu’’ payını da teslim ederek, şairin yorumunun özü itibariyle doğru olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü bir kimsenin ‘’haddini bildirmek’’ ona yetkisini sınırlarını göstermek veya hatırlatmaktır. Bu anlamda yönetenler için asıl had bildiren belgeler anayasalardır.
Başka bir anlatımla, siyasette ‘’had bildirme’’ uyarısının olması gereken muhatabı yönetilenler veya onları temsil edenler değil siyasî iktidar sahipleri, özel olarak ta icra organı mensuplarıdır. Konumuz olan güncel olaya uygulayarak daha açık bir şekilde ifade edersek, siyasî hayat söz konusu olduğunda, haddini bilmesi gerekenler yönetilenler (yurttaşlar ve onların sivil temsilcileri) değil, öncelikle toplumun kamu işlerini tedvirle görevlendirdiği siyasî yöneticiler ve bürokrasidir. Bu demektir ki, cumhurbaşkanı, bakanlar ve diğer kamu görevlileri kamusal görevlerini yerine getirirken yetkilerinin anayasal ve yasal sınırları içinde hareket etmek, nam-ı diğer ‘’hadlerini bilmek’’ zorundadırlar.
Kendi hadlerine riayet etmekle yükümlü olan yöneticilerin yurttaşlara had bildirmeye hakları yoktur. Bu arada, Türkiye’de siyasî iktidar mevkilerini işgal edenler şunu da artık öğrensin ve içlerine sindirsinler ki kendileri biz yurttaşların ve -partiler başta olmak üzere- siyasî temsilcilerimizin amirleri değildirler. Devlet ile toplum arasında kendilerinin genellikle vehmettikleri gibi devleti temsil edenlerden yana avantaj teşkil edecek şekilde bir hiyerarşi veya alt-üst ilişkisi yoktur. Aslına bakılırsa, devlet ile toplum arasında hiyerarşik bir ilişki söz konusu olsaydı bile, bu ilişkide üst konumda olanın devlet değil toplum olması gerekirdi.
Muktedirin muhaliflerine ‘’had bildirme’’yi alışkanlık haline getirmesinin başka bir sakıncalı yanı da bu alışkanlığın onun taraftarları arasında yaygınlaşma istidadı taşımasıdır. Başka bir deyişle, AKP sempatizanı olup da aynı zamanda kamusal yetki kullanma mevkiinde olanlar da Cumhurbaşkanını gibi kendilerini eleştirenlere karşı ‘’had bildirme’’ sevdasına kapılabilirler. Nitekim RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin’in on gün kadar önce kendisini eleştiren bir gazeteciye had bildirmeye kalkışmasında şimdiden bunun bir örneğini görmüş bulunuyoruz.
RTÜK başkanının bu cüreti göstermesinin arkasında, iktidar partisinin oyuyla o makama seçilmiş olmasının ve (AKP’nin geçenlerde yapılan Büyük Kongresi’ne gönderdiği mesajdan da açıkça anlaşıldığı üzere) ateşli bir AKP sempatizanı olmasının kendisine verdiği güvenin yattığı açıktır. Adı geçen kamu görevlisine bühtanda bulunmadığımı kanıtlamak için de söz konusu mesajın metnini buraya kaydediyorum:
‘’AK Parti 8. Olağan Büyük Kongresi’nin ülkemize ve milletimize hayırlar getirmesini temenni ediyorum. Adında AK, ışığında istikbal ile Türkiye yüzyılında demokrasiye ve millî iradeye güç katacak bu önemli süreçte emeği geçen herkese milletimiz adına teşekkürlerimi sunuyorum. Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın liderliğinde seçilen MKYK ve MYK Üyeleri ile Genel Başkan Yardımcılarını tebrik ediyor, millete hizmet yolunda mukaddes görevlerinde üstün başarılar diliyorum.”
Cumhurbaşkanının ‘’başkomutanlığı’’ meselesine gelince, herkesten önce Türk silahlı kuvvetlerinden ‘’ordum’’ diye söz eden sayın Erdoğan’ın en başta şunu bilmesi gerekiyor: Silahlı kuvvetler cumhurbaşkanının veya başka herhangi bir kişinin değil ‘’milletin’’ ordusudur.
Hukuka gelince, her şeyden önce, Başkomutanlık yetkisi hem silahlı kuvvetleri fiilen sevk ve idare etme anlamında gerçek bir yetki değildir, hem de millete ait egemenliği kullanan ‘’Türkiye Büyük Millet Meclisi adına’’ kullanılan bir temsil yetkisidir. Başka bir deyişle, başkomutanlığı temsil yetkisi icraî değil törensel bir yetkidir.
İkincisi, Cumhurbaşkanı bu temsil yetkisini, onu adına kullandığı ve yetkinin asıl sahibi olan TBMM’ye -dolayısıyla onu oluşturan milletvekillerine- ve onların partilerine karşı ileri süremez. Üçüncüsü, Cumhurbaşkanı bu yetkisini partiler arası rekabette kendisine veya kendi partisine avantaj sağlayacak şekilde veya siyasî rakiplerini tehdit etmek üzere kullanamaz.
Daha da temelde, başkomutanlığı temsil yetkisinin cumhurbaşkanı tarafından ülke içine yönelik olarak ve kendi yurttaşlarına karşı bir tehdit olarak kullanılabileceğini düşünmek akla ziyandır. (Diyalog, 9 Mart 2025)