GİRİŞ
Türkiye’nin bugünkü Kürt sorununun temelinde, aşağı yukarı 1925’ten başlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin tedricen Türk milliyetçiliği ideolojisinin yönlendirdiği etno-kültürel bir ‘’Türk ulus-devleti’’ne dönüştürülmesi ve o zamandan beri devletin Kürt nüfusa bu anlayış doğrultusunda davranması yatmaktadır. Onun içindir ki, bugünkü Kürt sorunu, ülke nüfusunu oluşturan en büyük ikinci etno-kültürel ve kurucu unsur olan Kürt kimliğini reddeden ve Türkiye halkını etnik Türklerden oluşan bir siyasî birlik olarak gören resmî anlayışın ısrarla sürdürülmesinden doğmuştur.
Başka bir deyişle, Türkiye’nin iç barışla ilgili bugünkü sorunu gerçekte bir terör sorunundan ibaret değildir; bu sosyo-politik, sosyo-kültürel ve ekonomik yönleri olan karmaşık ve derin bir sorundur. PKK terörü bu sorunun sadece bir yan uzantısıdır ve terörün sona ermesi durumunda bile, bu karmaşık mahiyetinin gerektirdiği siyasî, hukukî ve kültürel adımlar atılmadığı sürece Kürt Sorunu varlığını sürdürecektir. Elbette silâhların susması barış yolundaki ilk adım olarak fevkalâde önemlidir; ama “barışı-kurmak” için bu kesinlikle yeterli değildir. Onun için, PKK’nın tasfiyesini sorunun çözümü için gerçek bir fırsata dönüştürmek ve Türk’ü ve Kürd’üyle birlikte Türkiye toplumunun uzun vadeli barışçı-birlikteliğini garanti etmek gerekmektedir. Kürt Sorununun çözümü, genel olarak siyasî sistemin liberal-demokratik standartlara uygun hale getirilmesi yanında, öncelikle Kürtlüğün devlet nezdinde Türklük gibi olağanlaşmasına ve bunu sağlayacak hukukî ve siyasî adımların atılmasına bağlıdır.
ANA HATLARIYLA ÇÖZÜMÜN TEMELLERİ
Barışın kalıcı olarak kurumlaşması için siyasî iktidarın kültür ve kimliğe, idarî-siyasî yapılanmaya ve siyasî katılıma kadar meselenin bütün boyutlarını genel bir özgürleşme ve demokratikleşme perspektifi içinde ele alan kapsamlı bir değişim programı ortaya koyması gerekmektedir. Bu da en başta Türkiye’nin anayasal olarak yenilenmesini gerektirmektedir. Sadece Kürt sorununu kalıcı olarak çözebilmek için değil, daha genel olarak sistemini farklılıkların barışçı-beraberliği idealiyle bağdaşır hale getirmek için de, Türkiye toplumunun mevcut siyasî birliğini kapsayıcı bir anlayışla ve gönüllülük temelinde yeniden kurmasına ihtiyaç vardır. Türkiye’nin siyasî birliğini hem kuruluş felsefesi hem de temel yapı düzeyinde yenilemesi, kültürel çeşitlilik ve çoğulculuğu garanti eden yeni bir özgür ve demokratik anayasal düzen kurması şart olmuştur.
Kültür ve Kimlik Hakları: Bu yolda atılması gereken ilk ve en önemli adım, Anayasanın etnik ve kültürel imalar içermeyen tarafsız bir dille (yeniden) yazılmasıdır. Bu çerçevede, Kürtlerin (ve ana dili Türkçe olmayan diğer grup ve toplulukların) kendilerini özgürce ifade etmeleri ve geliştirebilmeleri anayasal olarak garanti edilmelidir. Bu amaçla bir yandan Türkiye Cumhuriyeti’ni -açıkça veya dolaylı bir şekilde- ‘’Türk Devleti’’ olarak niteleyen ve Türklüğü ayrıcalıklı kılan ifade ve sembollere Anayasada yer verilmemesi ve münhasıran Türk dili ve kültürünü (Türk kimliğini) korumayı amaçlayan kurumlara anayasal statü tanımaktan vaz geçilmesi gerekir. (26 Mayıs 2025)
Öbür yandan başta anadilde ifade özgürlüğünün ve anadilde eğitim görmenin herkes için anayasal bir hak olarak tanınması zorunludur. Aynı temel amacın gerçekleşmesi ayrıca Kürtlerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu yerlerde Kürtçe’nin ikinci resmî dil olarak tanınmasını da şart koşmaktadır. Bu arada, mevcut etnik çağrışımlı yurttaşlık tanımının (‘’Türk Devletine… bağlı’’ ibaresi) tarafsızlaştırılmasına veya tümüyle kaldırılmasına da ihtiyaç vardır.
Öz-Yönetim ve Temsil Hakları: Öz-yönetim (self-government) hakları etnik veya kültürel toplulukların kendi kendilerini yönetmelerine imkân veren özerk siyasî birimler oluşturma haklarıdır. Ülke içinde Kürt nüfus için özerk siyasî bölgeler oluşturulmasını gerektiren bu yönde bir düzenleme, öyle görünüyor ki bugünkü şartlarda Türkiye Cumhuriyeti’nin kabul etme veya Türk çoğunluğu buna ikna edebilme ihtimali yok gibidir. Bu durumda, Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyesi olduğu da dikkate alınarak, hiç değilse güçlü demokratik yerel yönetim birimlerinin oluşturulması makul bir öneri olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin halihazırdaki aşırı merkeziyetçi üniter siyasî yapısı kültürel çeşitlilikle ve siyasî çoğulculukla bağdaşmadığı gibi yerel inisiyatifler için de hiç uygun değildir. Buna paralel olarak Cumhuriyet Türkiye’sinde baştan beri sahici anlamda yerel yönetimler olmamıştır. Sahici yerel yönetim özerk yerel yönetim demektir, özerklik ise siyasî-idarî yapının adem-i merkeziyetçi şekilde örgütlendirilmesini gerektirmektedir. Oysa Türkiye’nin aşırı merkeziyetçi yapısı içinde kendilerine ‘’yerel yönetim’’ adı verilen birimler özerk olmak şöyle dursun, büyük ölçüde merkezî idarenin birer uzantısından ibarettirler.
Adem-i merkezî siyasî-idarî yapı Kürt sorununun çözümü bakımından olduğu kadar Türkiye’nin genel olarak daha medenî, özgür ve demokratik bir ülke haline gelmesi bakımından da hayatî önemdedir. Adem-i merkezileşmenin ilk ayağını, taşradaki iki kademeli idarî yapıdan vaz geçilerek merkezî idarenin taşra birimlerinin (il ve ilçe) kaldırılması oluşturacaktır. Merkezin taşradaki bir memurunun (vali veya kaymakamın) yerel halkın seçilmiş yönetimi üzerinde vesayet yetkisine sahip olduğu mevcut sistem anti demokratik olduğu kadar yerel toplumun iradesine de saygısızlık oluşturur.
Adem-i merkezileşmenin ikinci ayağını ise yerel yönetim birimlerinin merkezî idareden önemli ölçüde özerkleştirilmesi oluşturmalıdır. Bunun için de Türkiye’nin en azından Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın standartlarını karşılayacak derecede siyasî ve idarî yetkilerle donatılması gerekir. Somut olarak belirtmek gerekirse, yerel yönetimler üzerinde merkezî yönetimin vesayet yetkisinin kaldırılması ve bu birimlerin kendi gelirlerini karşılamak üzere yerel düzeyde vergi koyma yetkisiyle donatılması gerekmektedir. Ayrıca, yerel birimin sınırları içinde kolluk, eğitim ve sağlık konularında yetki yerel yönetim birimlerine ait olmalıdır. Bunlara ek olarak, yerel yönetimlerin karar organlarının üyelerine yasama dokunulmazlığına benzer bir güvencenin sağlanması ve seçilmiş yöneticilerinin yerine kayyım atanması uygulamasının kaldırılması şarttır.
Temsil haklarına gelince, etnik-kültürel bakımdan ana toplumdan farklı olan grup veya topluluklara başta parlamento olmak üzere merkezi yönetimin (devletin) karar organlarında temsil kotası tanınması anlamına gelen bu hak literatürde daha çok özerkliği (özerk bölgeler veya toplulukları) destekleyici bir düzenleme olarak görülmektedir. Ancak belirttiğimiz gibi, bu anlamda özerkliğin Türkiye Cumhuriyeti’ne kabul ettirilmesi gerçekçi bir ihtimal olmadığından, yerel yönetimlerin yukarıda belirttiğimiz gibi Avrupa Konseyi standartlarına kavuşturulmaları ve genel olarak devlet sisteminin adem-i merkezî şekilde örgütlendirilmesi üstünde odaklanılması daha makul görünmektedir.
*(Bu yazı daha önce perspektifonline’da 10 Haziran 2025’te yayımlanmıştır)