BlogYayınlar

‘’ÇÖZÜM SÜRECİ’’NDEKİ BELİRSİZLİK DEVAM EDİYOR

Bu sütunda konu hakkında en son yazdığım ‘’Çözüm Süreci’ndeki Belirsizlikler’’ başlıklı yazının üzerinden bir buçuk ay kadar bir süre geçmesine rağmen orada bahsettiğim belirsizlik halâ ortadan kalkmış değil. Hatta kalkmadığı gibi, daha da artmış görünüyor.

Bu meselenin şimdilik kendisine havale edilmiş göründüğü ‘’Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’’ adlı iştişarî nitelikteki Meclis Komisyonu bugüne kadar 13 toplantı yaptı. Bu toplantılarda toplumda kanaat önderi konumunda olan ve siyasî olarak seçilmiş muhtelif sivil veya yarı-sivil kişi ve kuruluşlar ile bazı akademisyenler dinlendi. Medyaya yansıyan haberlerden, Meclis Başkanının başkanlık ettiği bu toplantılardaki tartışmaların ‘’rejim’’ ve AKP-MHP iktidarı açısından sakınca oluşturmayacak şekilde belirli sınırlar için tutulduğu anlaşılmaktadır.

Bu kontrol mekanizmasının nasıl işlediğinin tipik bir örneğini, Komisyon’un Ağustos’un ikinci yarısında yapılan 5. toplantısında -biri ‘’Cumartesi Anneleri’’nden diğeri ‘’Barış Anneleri’’nden olan- resmî davetli iki Kürt kadının kendi anadillerinde konuşmalarına izin verilmemesinde gördük. Bu olayın toplantı tutanağındaki kaydında yer alan ve daha önce de birçok örnekten zaten aşina olduğumuz, ‘’Bu bölümde hatip tarafından Türkçe olmayan bir kelime ifade edildi’’ şeklindeki ibare asıl ‘’Türkiye Cumhuriyeti’’nin etno-kültürel (Türk) kimliğinin ikrarıdır. Devletin hak eşitliğine dayalı bir ‘’yurttaşlar cumhuriyeti’’ değil, ‘’Türklerin devleti’’ olduğunun bundan daha açık-seçik bir kanıtı olabilir mi?…

Bu olay, siyasî iktidarın ‘’Kürt sorunu’’nu çözme niyet ve iradesine sahip olduğundan duyulan kuşkuları da haklı çıkarıyor…. Dilinin adını telâffuz etmekten kaçınan iradenin o dilin sahibi olan halkın esas sorununu çözmesini nasıl bekleriz?  Kendi yurttaşlarının dilini ve kimliğini yok sayma saygısızlığını resmî politika haline getirmiş olan bir devletin o topluluğun sorunlarına samimi ve sahici bir ilgiyle yaklaşması elbette mümkün değildir.

Bu arada, Cuma günkü Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haberin başlığı şöyleydi: ‘’Açılım Komisyonunda Skandal Talepler: Özerklik, Anadil, Umut Hakkı, Etkin Pişmanlık’’… Özellikle de ‘’özerklik’’ ve ‘’anadil’’ söz konusu olduğunda, rejimin Kürt meselesiyle ilgili temel endişe ve hassasiyetleri bundan daha güzel özetlenebilir mi?… Görünüşe göre sivil bir öznenin devletle ve rejimiyle bu derece kendisini özdeşleştirebilmesi için onun gerçekten de sivil olmaması ve devlette yok olmuş olması gerekir.

Üstelik, haberin ayrıntısı okunduğunda aslında Komisyon’da siyasî değil ‘’idarî’’ özerkliğin, yani yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin önerildiği anlaşılmaktadır. Düşünebiliyor musunuz, bu mütevazi öneri bile ‘‘skandal’’ olarak niteleniyor!

Bu haber başlığında daha da yüz kızartıcı olan, Anayasa’nın 42. maddesinde yer alan, doğaya aykırı olduğu kadar insafa ve vicdana da sığmayan şu akla ziyan hükmün kaldırılması önerisinin ‘’skandal’’ olarak yaftalanmasıdır: ‘’Türkçeden başka hiçbir dil eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.’’

Bu hükümde ‘’akla ziyan’’ olan vatandaşlara kendi anadillerinin öğretilmesinin yasak olmasından ziyade ‘’anadil’’ realitesinin yok sayılmasıdır. İnanılır gibi değil ama gerçek: Anayasa açıkça Türk olmayan vatandaşların da kendi anadilleri olabileceğini reddetmektedir! Anadili, doğal bir vakıayı, yani hiç kimsenin komplosu olmayan bir olguyu tanımayı reddetmekteki şu küstahlığa bakın! Böyle bir hukuk normu zaten ancak kışla mantığıyla yetişen zihinlerden sadır olabilirdi!

Siyasî iktidarın Kürt halkının dil ve kültür kimliğinin ve eşit yurttaşlık haklarının tanınmasına ilişkin asıl beklentisini karşılamak gibi bir niyeti olup olmadığı elbette ancak bu ayın ortalarında başlayacak olan hukukî düzenlemelerin nitelik ve kapsamı belli olduktan sonra anlaşılacaktır. Ve aslında eğer siyasî iktidarın sahiden bir ‘’çözüm’’ iradesi varsa, asıl süreç ancak ondan sonra başlayacaktır.

Ama son bir yıllık gelişmelere bakarak benim edindiğim kanaat şudur: Bu sürecin arkasında esas olarak güvenlikçi bir perspektif yatmaktadır; yani asıl amaç AKP-MHP’nin ‘’terörsüz Türkiye’’ dedikleri durumun temin ve tahkim edilmesinden ibarettir. Bu süreçten sorunun sahici çözümüne yönelik radikal adımlar atılmasını beklemek bana biraz hayalcilikmiş gibi geliyor.

(Diyalog, 5 Ekim 2025)

Shares:

Okumaya Devam Edin

Blog

KANUN VE YASA

Geçen haftaki yazımda, bağımsız bir hukuk geleneğinin var olmadığı ve dolayısıyla hukukun esas olarak devlet tarafından üretildiği toplumlarda ‘’hukukun üstünlüğü’’nün gerçekleşmesinin, orada yasa yapımına ve uygulamasına ‘’doğal hukuk’’çu yaklaşımın ve/veya