Ekolojik kaynaklar için mülkiyet hakları çevrenin korunması adına önemli olabilir mi?

19. yüzyıldan günümüze, önde gelen çevreciler ve çevreci düşünürler piyasa ekonomisiyle özdeşleşmiş mülkiyet haklarının ekolojik sürdürülebilirliği tehdit ettiğine dair uyarılarda bulunmuşlardır. Arazilerin özel sınırlar ve bölmelerle birbirinden ayrık şekilde varolmasının yaygın ekolojik bağlantılılık anlayışının (ecological interconnection) özüyle bağdaşmadığını düşünmüşlerdir. 

1891’de, ABD’nin ilk ulusal orman rezerv alanları (national forest reserves) piyasa temelli aşırı tüketim tehdidine karlı ormanları korumak amacıyla açılmıştır. Theodore Roosevelt ve Gifford Pinchot kaynak bakımından zengin arazilerin federal mülkiyet (federal ownership) ve idaresinin erken dönemde genişletilmesini, kereste şirketleri ve özel orman sahiplerinin (private forest owners) açgözlü kaynak tüketiminden kaynaklanan kıtlık endişesine dayandırmıştır. Roosevelt : “Orman yıkımlarını telafi etmezsek, küresel bir kereste kıtlığının olması kaçınılmaz” diyerek uyarmıştır. ABD Orman Servisi’nin (US Forest Service) kurucularından kabul edilen Pinchot benzer bir şekilde:  “ABD’de yaşayan herkes ahşap kıtlığının eşiğinden dönülmesinin yıkıcı etkilerini farketmiştir” demiştir. Bu noktada Pinchot’ye : “Ormanlık arazilerde özel veya kamu tarafından yapılan her türlü kesim işleminin halihazırda hükümetin kontrolü altında gerçekleştiği” cevap olabilir. Evet, özel sektör güvenilmezdir. Bundan dolayıdır ki Roosevelt araziler üzerindeki federal hükümet yetkisini genişletmek üzere “korumacılık” adı altında  -kongrenin desteği olmadan- sert adımlar atmıştır.  

Federal arazi yönetiminin (federal land management) yetki alanı arttıkça ormanlık alanlarının dışında kalan Ulusal Park (National Parks) alanlarına, ”doğal kaynakları açgözlü ticari çıkarlardan korumak” amacıyla taşılmıştır.  Koruma liderleri (conservation leaders), özel tüketimden kaynaklandığı düşünülen risklerden ötürü sıklıkla “çevrenin kamusal veya toplumsal mülkiyetini vurgulayan ulusal park fikrini veya örneğin, barajların ve büyük nehirlerin merkezi hükümet idaresini” savunmuştur. Pinchot: “ Ülkemizde kaynakların herkese yetecek kadar olduğu zamanlara kıyasla daha fazla kamusal tepkiye ve kamunun daha büyük roller üstlenmesine ihtiyaç var” demiştir. Kamusal mülkiyet ve hakimiyet, piyasa ekonomisinden kaynaklanan kıtlığa çare olarak sunulmuştur. 

20. yüzyılın büyük bir bölümünde, mülkiyet haklarına yönelik şüpheler çevre politikalarının gelişimini etkilemeye hala devam etmiştir. 60’lı ve 70’li yıllarda devletin her seviyesinde daha yayılmacı bir çevresel mevzuat (expansive environmental regulatory) benimsenirken; mülkiyet hakları ve bunların anayasal olarak güvence altına alınması çevresel hedeflere ulaşmakta önemli bir tehdit olarak görülmüştür. 1973’te Başkanlık Özel Çalışma Kolu’nun (Presidential Task Force) önerdiği gibi, “önemli çevresel ve kültürel alanları korumak için özel mülkiyete ait arazi kullanımlarına sert kısıtlamalar getirilmesi”  yaklaşımı mevcuttur. 

Çevreci düşünce liderlerinin çoğu mülkiyete dayalı kurumlara şüpheyle yaklaşsa da ABD’de özel mülkiyetin koruma amaçlı kullanılması konusunda köklü bir gelenek mevcuttur. Federal mülkiyet ve idaresinin teşvik edildiği dönemde, aynı zamanda mülkiyetin koruma faaliyetlerindeki rolünde dramatik bir artış da görülmüştür. Pinchot’dan büyük ölçüde etkilenen ve ABD Orman Servisinin kurulmasına şahitlik eden Roosevelt, 1887’de Boone ve Crockett Kulübü’nün kurulmasında rol oynamıştır. İlk yerel Audubon Topluluğu 1886’da ve 1905’te ise adı sonradan Ulusal Audubon Derneği olacak Audubon Ulusal Komitesi (National Audubon Society) kurulmuştur. Audubon, kuş türlerinin temel yaşam alanlarını korumak üzere doğrudan mülkiyet yolunu seçmiştir. Genellikle devlet tarafından değersiz ve hatta tehlikeli görülen “bataklık” arazilerin mülk sahipliği hedeflenmiştir.

Audubon, böylece bir rezerv ağı inşa ederken, federal hükümet sulak alanların yok edilmesini desteklemiştir. Benzer şekilde, Federal Hükümet bufaloların katledilmesini teşvik ederken, ileri görüşlü çevreciler Amerikan bizonunu korumak için özel mülkiyeti kullanmıştır. Korucu Valerius Geist: “Sonuç olarak bizonlar ya bir iş fırsatı gören ya da yok olan bir türü kurtarmak isteyen 6 kişi tarafından kurtarılmıştır” demiştir. Sonuç olarak, özel muhafaza (private conservation) devlet yönetiminin önemsemediği şeyleri korumayı başarmıştır.

20. yy.ın sonlarında çevresel regülasyonların artması, Amerika’da özel mülkiyete dayalı korumanın önemini azaltmamıştır. Aksine, özel koruma bazı durumlarda düzenleyici yönetimlerde (regulatory regimes) bırakılan boşlukları doldurmaya yaramıştır. American Prairie Reserve, koruma işlevini hükümet girişimlerinin ötesine taşıyan ve özel mülkiyeti kullanan sivil toplum kuruluşlarından birisidir. Çevre uzmanlarının artık,  “ekolojik kaynakların korunmasını sağlamak üzere mülkiyet kavramının heyecan verici olasılıklarını” değerlendirmesi oldukça yaygın hale gelmiştir. 

Yerel düzeyde çalışan korumacılar, Aldo Leopold’un özel mülkiyetin hükümet düzenlemelerinden daha etkili olabileceği önerisini sıklıkla doğrulamışlardır. Arazi tröstlerinin (land trusts) büyümesi ve koruma irtifakları (conservation easements) gibi mülkiyet araçlarının artan kullanımı, koruma hedeflerinin dramatik olarak iyileşmesini sağlamıştır. Bir koruma kuruluşunun belirli bir yeri koruyabilmesi için arazi mülkiyet harcı ödemesi gerekmekte fakat bu çoğu zaman bir zorunluluk teşkil etmemektedir. Bu bağlamda, koruma irtifakları ve  diğer yöntemler uygun maliyetli alternatifler olarak görülebilir.  Son birkaç on yılda, bu tür yöntemlerin kullanımı yasal reformlarla kolaylaştırılmış ve ilgili çabalar teşvik edilmiştir.

Ekolojide mülkiyet fikri yalnızca toprak değil, su için de uygulanabilirdir. Geleneksel Batılı su yasaları (Western water law) mülkiyet sahiplerinin su haklarını koruyabilmeleri için suyun tarım veya hayvancılık gibi “üretken bir biçimde” tüketimini gerekli kılmıştır. Böylece kıt olan su kaynağının -tarihsel olarak böyle kabul edilen- topluma faydalı olacak şekilde kullanılması amaçlanmıştır. Bir mülk sahibi mülkündeki suyu balıkların veya diğer türlerin yararına doğal olarak bırakırsa; sulama veya içme amacıyla suyunu kullanan birisine kıyasla mülkiyet haklarını kaybetme riski çok daha yüksektir.  Geleneksel yasalar, su kaynaklarının pazarlanabilirliğini sınırlayarak verimli kullanım ve koruma girişimlerinin önünde engel teşkil etmiştir. 

Fakat  bu durum son birkaç on yıl içinde, eyaletlerin su mülkiyetini daha geniş açıdan ele almasıyla ve akarsularda mülkiyet hakkının tanınmasıyla değişmeye başlamıştır. Örneğin; Oregon’da akarsularda su hakkının satın alması, kiralanması veya bağışlamasına izin verilmektedir. Bu, Oregon’daki Oregon Water Trust gibi koruma kuruluşlarının “mevcut su haklarının pazaryerinde satın alınarak balıkların yararına kullanılması üzere dönüştürülmesini” sağlamıştır. Akarsular için mülkiyet haklarının yasal olarak tanınması, su hakları için daha geniş bir pazar olduğunu ifade etmektedir. Böylece koruma kuruluşları, mevcut mülk sahipleriyle pazarlık yaparak suyun gönüllü bir şekilde aktarılması ve verimli kullanılmasını teşvik etmektedir. Su haklarının kullanımı genişledikçe, ticareti yapılan ve alternatif kullanımlara yeniden tahsis edilen su hacmi de genişlemektedir. Su piyasası, değişen ekolojik koşullara yanıt olarak suyun verimli ve nispeten hızlı bir şekilde yeniden tahsisini kolaylaştırdığından iklim değişikliğinin sonuçlarını ele almanın alternatif bir yolu olarak görülmektedir.

Mülkiyet haklarının ekolojik değerinin yeniden keşfedilmesi sürpriz olmamalıdır. Robert Nelson’ın son dönemlerinde gözlemlediği gibi: “Özelleştirmenin en büyük avantajı, araziden en iyi verimi almak için güçlü, kişisel menfaatleri olan bir dizi insan yaratmasıdır”. Wendell Berry, klasik liberal değerlerin veya serbest piyasa kapitalizminin savunucusu olmasa da: “Kullanılan arazinin en iyi koruyucusu her zaman, güvenli bir aile, topluluk içinde yaşayan; araziyi en iyi şekilde nasıl kullanacağını bilen ve bunu gücü yeten küçük arazi sahibi veya işletmecisi, çiftçi, ormancı veya hepsi birden olacaktır” demiştir. Benzer şekilde, toprağın en iyi şekilde idaresi için umudun “küçük mülk sahiplerinden oluşan büyük bir nüfus” ta olduğunu öğütlemiştir. 

Özel mülkiyet haklarının daha fazla korunmasının daha yüksek çevresel kalite seviyesiyle sonuçlanacağına dair önemli ampirik kanıtlar bulunmuştur. İstiridye yatakları gibi özel ve kamuya ait kaynakların karşılaştırmalı değerlendirmeleri, çoğunlukla özel mülk sahiplerinin kaynakları daha verimli ve etkin bir şekilde idare ettiğini göstermiştir. Ülkeler arası karşılaştırmalarda, “mülkiyet haklarının daha iyi tanımlandığı yönetimlerde, diğerlerine göre çevresel kalite ve ekonomik büyüme oranlarının daha yüksek olduğu” tespit edilmiştir. Genel olarak, mülkiyet kurumlarına ait doğal kaynakların; siyasi yönetime tabi veya açık erişimde ve müştereklere bırakılmış olan kaynaklardan daha sürdürülebilir ve iyi durumda olduğu görülmüştür.

Garrett Hardin’in ufuk açıcı makalesi, Müştereklerin Trajedisi (The Tragedy of the Commons)’nin en önemli ve sıklıkla gözden kaçan öngörülerinden biri ampirik bulgularla doğrulanmıştır. Bu makale sıklıkla, “çevresel regülasyonları” gerekçelendirmekle hatırlanmaktadır – kendisi bu durumu, “karşılıklı alınan kararla uygulanan karşılıklı baskı” olarak tanımlamıştır. Fakat gözden kaçan,  ekolojik kaynaklarda mülkiyet haklarının tanınmasının korumayı nasıl kolaylaştırdığına dair yaptığı açıklamaları olmuştur. Hardin, makalesinde çiftlik hayvanlarını otlatmak için kullanılan sahipsiz, açık erişimli meralar gibi müşterek alanların kaderinden bahsetmiştir. Hardin, müşterek alanlardan maksimum düzeyde faydalanmanın kaynakların tükenmesine sebep olacak olsa bile hayvan sahiplerinin işine geldiği için bu şekilde davranacaklarını söylemiştir. Her hayvan sahibi, elbette bir hayvan daha fazla otlatmak isteyecektir. Bahsi geçen müşterek alanlarda, kaynağın maliyetleri tüm kullanıcılar arasında dağıtılır. Başka bir deyişle, açık erişimli mera kullanımının faydaları özelleştirmeye; maliyetleri ise kamulaştırmaya girmektedir. Hardin, bu dinamiğin “herkese yıkım getirdiğini” açıklamıştır. Elbette, bu fenomeni açıklayan ilk kişinin Hardin olmadığını hatırlatmakta fayda vardır. Balıkçılık ekonomistleri,  müşterek deniz alanlarındaki bu çok bariz sorunu, onlarca yıl önce belgeleyerek gündeme getirmiştir Aristoteles’ten Hardin’e kadar herkes problemin genel dinamiklerini tanımlamıştır fakat Hardin’in makalesi, “müştereklerin trajedisi” fikrini popülerleştirdiği ve Amerikan siyasetinde ortaya çıkan çevreci hareketi bu konuda bilinçlendirmeye yardımcı olduğu için önemlidir.

Hardin’in müşterek kaynakların – toprak, su, hava- kullanımını ve erişimini sınırlandırmak üzere yaptığı çağrı, daha geniş çevresel regülasyonlar için yapılan baskıyı güçlendirmiştir. Aslında Hardin’in sıkı kuralcı hükümet düzenlemelerine bir sunmuş olduğu alternatif çoğu zaman gözden kaçırılmıştır: özel mülkiyet. Hardin müştereklerin trajedisinin, “özel mülkiyet veya buna benzer bir şeyler tarafından önlendiğini” ifade etmiştir.  Hardin, toprak mülkiyetinin temel işlevlerinden birinin bu olduğunu ileri sürmüştür. 

Hardin, mülkiyet haklarının iyi tanımlanmış ve güvence altında olduğu yerlerde, müştereklerin trajedisinin gerçekleşmesinin daha az olası olduğunu; çünkü mal sahiplerinin kaynakların aşırı tüketimini önlemek üzere zaten yeterli gerekçelere sahip olduğunu ifade etmiştir.  Bu durum, hem mal sahiplerinin hem de doğal kaynakları önemseyen herkesin yararınadır. Bu şekilde, mülkiyet hakları kurumu “bizi dünyanın değerli kaynaklarını tüketmekten alıkoyar.”

Balıkçılık, müştereklerin mantığını  ve mülkiyet kurumlarının önemini anlamak adına önemli bir örnek teşkil etmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ekolojistler, bir zamanlar sınırsız olarak görülen okyanusun tehdit altında olduğunu fark etmeye başlamıştır. 1950’lerden başlayarak, balıkçılık ekonomistleri bu durumun deniz kaynaklarının açık erişimli doğasının kaçınılmaz bir sonucu olduğunu açıklamıştır. Dahası, Hardin’in daha sonra öne sürmüş olduğu gibi, mülkiyet haklarını bir çözüm olarak kabul etmişlerdir.

Bireysel Aktarılabilir Kotalar (Individual Transferable Quota-ITQ) Programı ve yakalama payları (catch shares) olarak bilinen mülkiyete dayalı balıkçılık yönetim sistemlerinin geliştirilmesiyle, bir dönem çökme tehdidi altında olan deniz balıkçılığı artık sürdürülebilirlik yolunda ilerlemektedir. Bu tür programların benimsenmesi, balıkçılık endüstrisinin verimliliğini artırırken, aşırı kapitalizasyonu ve balıkçılık operasyonlarının ekolojik etkisini azaltmaktadır. Bu tür programlar, dünyadaki balık stoklarının yalnızca %2’sini kapsarken, 2010 itibariyle dünya çapında yakalanan balık hacminin yaklaşık %25’ini oluşturmaktadır. ITQ programlarının çevresel etkilerine ilişkin 200’den fazla hakem denetimli makaleyi inceleyen bir araştırma, okyanus balıkçılığında mülkiyet haklarının oluşturulmasının balıkçılık aktörleri arasında toplam avın sürdürülebilir limitlerde kalması ve bu limitlerin oluşturulması üzere baskı yapılması gibi koruyuculuk girişimlerini teşvik ettiğini tespit etmiştir. ITQ’lar kapsamındaki balıkçılık aktörlerinin, toplam av seviyelerinin sürdürülebilir kalmasını sağlamak üzere bu tür yükümlülüklerle görevlendirilen devlet görevlilerinden  genellikle daha fazla hassasiyet gösterdiği saptanmıştır.

Balıkçılık sektöründen edinilen deneyim, mülkiyet haklarının hem tüketmek hem de korumak istenilen; tehdit altındaki ekolojik kaynaklar için nasıl  kullanıldığını anlamak adına kıymetlidir. Bu deneyim ayrıca, bu tür çabaların ne kadar zorlayıcı olabileceğini de göstermiştir. Balıkçılık ekonomistlerinin, mülkiyet haklarının balıkçılığı da kapsayacak şekilde genişletilmesi için potansiyel mekanizmaları belirlemeye başlamasından yalnızca on yıllar sonra, bu tür reformlar benimsenmeye başlanmış ve ancak son on yılda bu yaklaşımların değerini göseren  ampirik kanıtlar ortaya çıkmıştır. Diğer ekolojik kaynaklar için bu modeli uygulamanın ve korumanın yöntemlerine dair klasik liberal fikirlerin savunulmasının nasıl şekilleneceği henüz belirsizdir.

Hardin prensip olarak mülkiyetin koruma potansiyelini benimsemiş olsa da, müşterekleirn trajedisini tamamen önleme potansiyeli konusunda yeterince iyimser değildir. Mülkiyet hakları çoğu zaman, arazilerin korunmasını ve tarımsal üretkenliğin artmasını sağlamışsa da; Hardin mülkiyet haklarını diğer ekolojik bağlamlarda tanımlamanın ve savunmanın zor olacağından endişe duymuştur. Özel araziyi çitle çevirmek ile havada veya suda mülkiyet haklarını sınırlandırmak veya sürekli artan nüfusa bağlı olarak kirlilik artışı varken bu tür kaynakların aşırı kullanımını önlemek bambaşka şeylerdir.

Hardin’in analizini benimsemek, onun pesimistik bakış açısını benimsemeyi gerektirmez. Hardin’in yazdıklarından bu yana 50 senede, ekolojide mülkiyetin koruma potansiyeline dair iyimser olmak için çok şey değişmiştir. Su ve balıkçılık haklarına ilişkin deneyimin üzerine, teknolojik yeniliklerin desteklediği kurumsal evrim; ekolojik açıdan önemli kaynaklarda mülkiyet haklarının tanınmasını ve korunmasını kolaylaştırabilir ve çeşitli koruma imkanları yaratabilir.

Fakat Hardin, mülkiyete dayalı kurumların daha farklı kaynaklar için uygulanabilmesi konusunun zorluğu konusunda tamamen haklıydı. Karada sınır çizmek, su üzerinde hak iddia etmekten daha kolaydır. Karada bir parselin hala yerinde kalacağına çoğu zaman güvenilebilir. Fakat yaban hayatı da dahil olmak üzere canlı organizmalardan oluşan kaynaklar için aynı şey söz konusu değildir.  Sonuç olarak, ekolojik kaynaklar üzerindeki mülkiyet hakları net ve belirgin değildir. Bazı durumlarda, bazı kaynakların mülkiyeti kanunen yasaklanmıştır. Diğer durumlarda, iyi tanımlanmış, savunulabilir ve elden çıkarılabilir mülkiyet haklarının elde edilmesinin maliyetleri, faydalarından daha fazla olabilmektedir.

Bu kitaptaki makaleler, mülkiyete dayalı kurumların çevresel değerleri koruma ve korumayı iyileştirme potansiyelini araştırmaktadır. Vaka çalışmalarının incelenmesi; ampirik değerlendirmeler; özel koruma girişimlerini kolaylaştırabilecek veya engelleyebilecek kurumsal kısıtlamaların incelenmesiyle;  korumanın gerçekleştiği kurumsal bağlamı anlamak ve mülkiyete dayalı yöntemlerin doğal kaynaklarda geleneksel devlet yönetimi ve çevresel regülasyonların yerini alamasa da destekleyici potansiyeline ilişkin anlayışımızı derinleştirmek mümkündür. Bu çalışma, mülkiyete dayalı kurumlarının mülkün ekolojik potansiyelini maksimize etmek üzere nasıl kullanılabileceğine dair rehberlik etmeyi hedeflemektedir.

Devlet kurumları, peyzaj ölçeğinde korumada (landscape-scale conservation) karşılaştırmalı bir üstünlüğe sahip olabilir. Ancak American Prairie Reserve (APR)’nin çalışmaları aksini göstermektedir. Audubon Derneği’nin erken dönem koruma altına aldığı bölgeler çoğunlukla hükümet tarafından korunaksız bırakılırken; APR gönüllü kişilerden  satın aldığı arazilerle ülkenin en büyük doğa rezervini oluşturma konusunda ilerleme kaydetmiştir. APR bir yandan federal mülkiyete ait arazilerin otlatma izinlerini satın alarak veya durdurarak arazilerin yönetiminde çeşitli düzenlemeler yapmaktadır. 

Alan korumanın (land protection) bir amacı habitatı ve  bütüncül ekosistemleri korumak; bir diğeri ise rekreasyonel alanlar yaratmaktır.  İkinci seçenek için arazinin satın alınması veya koruma irtifakı hakkının satın alınması gerekmemektedir. Özel mülkiyet ve modern teknolojinin birleşimi sayesinde özel arazilerde “dolaşım hakkı” geçici kiralama yoluyla sağlanabilir ve erişimi kolaylaştırabilir. Bu yöntem, Airbnb’nin çevresel bağlamda karşılığı gibi düşünebilir.

Yazıda daha önce bahsedildiği üzere suyun mülkiyeti meselesi toprağın mülkiyetinden daha zorludur. Yine de, mülkiyet hakları ilkelerinin suya uyarlanması korumada çeşitli kazanımlar sağlamıştır. Mülkiyet hakları tam olarak oluşmamış veya bu iş için gereken işlem maliyetleri mevcut hakların transferini engelliyor olsa bile çeşitli kazanımlar söz konusudur. Colorado Su Koruma Kurulu (CWCB), su transferlerinin önündeki regülasyonlara rağmen eyalet içerisinde akarsu korumasını geliştirmek üzere çalışmaya devam edebilmiştir.

Hem CWCB hem de APR’nin faaliyetlerinin gösterdiği üzere mülkiyet hakları çerçevesindeki yegane aktör özel mülk sahipleri olmak zorunda değildir. Devlet kurumları ekolojik kaynakların mülkiyetine sahip olmaya ve mülkiyet kurumlarını  kamusal veya siyasi hedefler doğrultusunda kullanmaya devam edebilmektedir. Fakat toprağın veya suyun devlete ait olarak nitelendirilmesi bunun mutlak doğru kabul edileceği anlamına gelmeyeceği gibi devletin mal sahibi ve düzenleyici olarak ikili rolü sebebiyle “mülkiyet” iddialarına her zaman temkinli yaklaşılmalıdır.

Eyalet yasaları ve yönetmelikleri, çoğunlukla ne tür mülkiyet haklarının tanınacağını ve özellikle ekolojik kaynaklarda “kullanmama” haklarının (“non-use “ rights) mümkün olup olmayacağını belirler. Suda -akarsular vb.- bu tür hakların yasal olarak tanınması onlarca yıl sürmüş ve diğer kaynaklar için benzer haklar tanınması da kolay olmayacaktır. Sonuç olarak, ekolojik kaynaklardaki “kullanmama” hakkının sınırlandırılması, mülkiyete dayalı koruma için büyük bir engel olmaya devam etmektedir.

Kullanmama hakların tanınması kadar hangi tür kullanımlarının başkalarının mülkiyet haklarına müdahale etmek kapsamına girdiği de önemlidir. Onlarca yıldır, yaygın çevresel paradigma “dışsallıklar” fikrine odaklanarak – bir kişinin kendi mülkünü kullanmasının diğerinin üzerindeki “dış” etkileri– devlet müdahalelerini (vergiler veya düzenlemeler) kaynakların maliyetlerini içselleştirilmek için kullanılmıştır. Fakat yaygın ekolojik bağlantılılık (ecological interconnection) anlayışı nedeniyle, dışsallıklar fikri, temellendiği mülkiyet hakları fikriyle çelişmektedir. Bu sebeple bu temel kavramın daha dikkatli ve ilkeli bir şekilde kullanılması gerekmektedir. 

Özel mülkiyet çevrenin korunmasında temel bir role sahiptir. Fakat bu makalenin ve diğerlerinin gösterdiği üzere mülkiyetin rolü henüz tam olarak tanımlanmamıştır ve/veya erişim alanı kısıtldır. Verimlilikten veya mülkiyet hakkından feragat etmeden mülkiyet haklarının korunması ve genişletilmesini için en ideal kurumsal ve  hukuki koşulların arayışı devam etmektedir.  Bu tip “ikinci nesil” arayışlar oldukça önemlidir ve mülkiyete dayalı çevre korumayla ilgilenenlerin dikkatini çekmeye devam edecektir.

Çevre koruma, her zaman olduğu ve olacağı gibi gelişimi süregelen bir konudur. Uygarlıklar kaçınılmaz olarak istenmeyen çevresel sonuçlar üretmiştir. Bilimsel kavrayış ve sosyal değerlerdeki değişimle birlikte insanların çevre korumadan beklentileri ve talepleri de değişecektir. Mülkiyet haklarının bu süreçteki rolü kritiktir ve insanlar istekleriyle uyumlu bir şekilde çevreyi korumak istiyorsa mülkiyet hakları üzerine soru sormaya ve araştırmaya devam edilmelidir. 

Metnin orijinali: https://www.perc.org/2019/05/17/property-in-ecology/




Çeviren: Türkiye Simge Goorany

Önceki İçerikBireycilik, Dayanışma ve Kolektivizm
Sonraki İçerikNeoliberalizm ve liberteryenizm