Liberal demokrasinin 20. yüzyılın sonlarında baskın politik model haline gelmesi bir anlamda hukukun siyasete üstünlüğünü ilan etmesidir. Ancak, bu model siyaseti hukuka göre ikincil bir faaliyet türü olarak öngörmesi bakımından siyasete toplum hayatında daha yüksek bir değer/rol atfeden sol ve sağ ideolojilerin mensupları için rahatsız edicidir.
Oysa, “hukukun üstünlüğü”nun yeni kamusal-siyasal söylemin neredeyse birinci ilkesi haline gelmesi kamu siyasetine herhangi bir alan tanınmadığı anlamına gelmemektedir. Burada mesele, siyasetin ortadan kalkmasından çok, onun rolünün ve hukukla ilişkisinin yeniden tanımlanmasıdır. Başka bir anlatımla, yeni “anayasal demokrasi” paradigması kamu siyasetine ilişkin tartışmayı ve politik-ideolojik rekabeti ortadan kaldırmıyor, aksine devlet-toplum ilişkisini bireylerden hareketle ve bireylerin “doğal hakları”nı mahfuz tutan bir anlayışla ele almayı öngörüyor.
Bu yeni anlayışta hukuk artık siyasetin istediği gibi biçimlendirdiği bir ‘’mamul’’ olmayıp, bireylerin doğal haklarını koruma altına alan bir güvenceler ve devlete yönelik tahditler sistemi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yaklaşım hukukun siyasetten nispeten bağımsız veya özerk bir kurum olduğunu kabul eder. Bu arada belirtmek gerekir ki, common law geleneğine dayanan Anglo-Amerikan sistemlerinde hukukun özerkliği tarihsel nedenlerle Kıta Avrupa’sında olduğundan daha güçlüdür. O kadar ki, 20. yüzyıl başlarına kadar hukukun özerkliğinin dar anlamda siyaset karşısında değil aslında devlet karşısında söz konusu olduğu söylenebilir.
Öte yandan, liberal-demokratik modelde hukuk siyasî faaliyetin içinde cereyan ettiği normatif bir çerçeve çizer. Siyasî otorite bu çerçevenin çizilmesinde etkili olmakla beraber, hukukun oluşturulmasında mutlak bir takdir yetkisine sahip değildir. Gerçi halkın kendi kendisini yönetmesi idealini temsil eden demokrasi temsilî parlamentonun tartışmacı bir yöntemle yapacağı kanunların halkın iradesinin en üstün ifadeleri olarak görülmesini gerektirir, ama bu demokratik hukukun her türlü kayıttan azade olduğu anlamına gelmez.
Onun için yasama yoluyla üretilen hukukun insan haklarının korunması amacıyla ve evrensel adalet idesiyle uyumlu olması gerekir. Başka bir ifadeyle, yurttaşların hukuka -kaba pozitivizmin iddia ettiği gibi- sırf devletin buyruğu olduğu için uymaları gerektiğini söylemek makul değildir; demokratik hukukun bile meşru olarak itaati talep edebilmesi için adil olması ve kişilerin doğal haklarına saygıyı gözetmesi şarttır.
Hukukun siyasetten nispî özerkliği onun olgusal olarak iktidar ilişkilerinden tümüyle bağımsız olduğu anlamına gelmemektedir; bu da hukuku bir anlamda siyasetin bir aracı haline getirebilir. Bununla beraber, demokratik bir rejimde siyaset kısmen de olsa yurttaşların siyasi ideallerinin bir türevi olarak görülebilir. İnsanî varoluş her ne kadar siyasetten ibaret değilse de, siyasi ideallerimiz de bizim insan olarak temel amaçlarımızın bir kısmını temsil eder. Bu gerçeğin unutulması halinde, demokratik siyaset bile hukuku, çoğunluğun toplumun geri kalan kesimlerini baskı altına almasının ve hatta yağmalayabilmesinin bir aracı haline dönüştürebilir.
Öte yandan, hukukun zaman zaman despotik bir iktidarın meşruluk maskesi veya sınıf yahut zümre baskısının bir aracı olarak ortaya çıktığı durumlar elbette vardır. Ama böyle durumlarda bile, hukukun sahici doğasının büsbütün manipüle edilemez bir yanı bulunduğu da söylenmelidir ki bu da hukukun özerkliğinin bir veçhesini oluşturur. Asgari ölçüde bir hakkaniyet içermeyen, büsbütün adaletsiz bir sözde hukukun kendisinden beklenen asgarî işlevi bile yerine getirmesi-yani barış ve düzeni sağlaması- mümkün değildir.
(Diyalog, 24 Ağustos 2025)