Ahlâk meselesini bir dinî Bayram gününde ele almanın Türkiye toplumu için çok anlamlı olduğu kanaatindeyim.

Böyle düşünmemin birbirine bağlı olan başlıca iki nedeni var. İlk neden şudur: İtiraf edelim, biz pek de ahlâklı bir toplum sayılmayız. İskoç Aydınlanması düşünürleri, “insanları insiyakî olarak birleştiren ve toplum içinde onları incelik ve dostluk duygularıyla harekete geçiren” ahlâk duygusunun, insan zihninin aksiyomatik bir özelliği olduğunu düşünüyorlardı. Ama sanırım bunda yanılmış olmalılar; çünkü ‘’ahlâk duygusu’’ (moral sentiment), başka toplumları bilmem ama ‘’Müslüman-Türk insanı’’nın büyük çoğunluğunun sahip olmadığı bir meziyet gibi duruyor!

İkinci neden de şu: Standart ‘’Müslüman-Türk insanı’’, sırf sahip olduğu kimlikten dolayı ahlâka ihtiyacı olmadığına inanır. Bununla kast ettiğim, sadece, Müslüman kimliğinin doğal bir sonucu olduğuna inanılan ‘’ahlâkî gereklerden muaf olma imtiyazı’’ değildir. Şunu da kast ediyorum: Türkiye toplumunun çoğunluğunu oluşturan etnik-kültürel grubun ahlâk meselesinde başka bir ‘’avantajı’’ daha vardır, o da Türk olmaktır! Aslına bakarsanız, ilkokuldan, şimdilerde anaokulundan beri hepimize belletildiği ve halihazırda iktidarı ve muhalefetiyle bütün devlet erkânının ve siyaset erbabının mutabık oldukları üzere, Türk olmak her bakımdan bir avantajdır, bir mazhariyettir!

Bu durumda formülün birleşik anlamı şöyledir: Müslüman-Türk’ün ‘’Müslüman’’ olduğu için ahlâka ihtiyacı yoktur, çünkü dinî kimliği ya ona her şeyi mübah kılar ya da ahlâkî kusurlarını telâfi eder (veya dengeler). Öte yandan, o aynı zamanda Türk olduğu için de zaten doğuştan üstündür, bütün meziyet ve hasletleri kendinde toplamıştır.

İronik olan şudur ki, Türkiye toplumu ahlakilikten uzak olduğu ölçüde ‘’ahlâkçı’’ bir toplumdur. Herhalde söylemeye gerek yoktur ki, ahlâkçılık ahlâkla veya ahlâkî duyarlılıkla aynı şey değildir. Ahlâkçılar kendi ahlâkî görüşlerini devlet gücünü kullanarak -veya en azından, devleti göreve çağırarak- gerçekleştirmeye çalışırlar. Oysa, ahlâkî olarak iyi bir topum iyiyi özgürce seçen ahlâkî faillerin, yani kendileri için tercihler yapan varlıkların oluşturduğu bir birliktir. Başka bir biçimde söylersek, ahlâkçı yukarıdan aşağıya doğru kurulan, üyelerine dayatılan, bir topluma sahip olunabileceğine inanmak zorundadır, ama bu imkânsızdır. Onun için toplum aşağıdan yukarıya kurulur, toplum kendi içindeki, birbirleriyle uyumlu ilişkiye girmeyi seçen bireyler tarafından oluşturulur. 

Öte yandan, kabul edelim ki, ‘’dindarlığın ahlâka ihtiyaç duyurmadığı’’ inancı değilse de, bu inancın altında yatan kabullerden biri olan ‘’ahlâkın kaynağının zaten din olduğu’’ kanısı bizim toplumumuzla sınırlı olmayan genel bir eğilimdir. Ne var ki, özellikle ‘’öldürmeyin’’, ‘’çalmayın’’, ‘’yalan söylemeyin’’ gibi negatif buyruklar hem dinlerde hem de ahlâkta ortak olmakla beraber, bunlar dinî olmaktan önce ‘’ahlâkî’’ olan davranış kodlarıyla ilgilidirler. Başka bir deyişle, bu davranışlar şu veya bu dinin Tanrısı buyurduğu için yanlış değildirler, yanlış oldukları için dinler tarafından da yasaklanmışlardır. Kaldı ki, dinler ahlâken onaylanması mümkün olmayan davranış tarzları da öngörmüşlerdir.

Kısaca, ahlâk dinlerin bir türevi veya uzantısı olmayıp, özerk bir normatif alan ve disiplindir. Ahlâk insanların toplum halinde yaşama zorunluluğundan kaynaklanır ve başka insanlarla ilişkilerimizde nasıl hareket etmemiz, özel olarak kişilere nasıl davranmamız gerektiğiyle ilgili buyruklar ve önermelerden oluşur. Özerk bir disiplin olarak ahlâkî buyrukların referanslarının ne olması gerektiği konusunda birçok farklı tez içinde faydacılık ve Kantçı ödev ahlâkı öne çıkmaktadır.

Faydacılık bireylerin mutluluk veya iyiliğini (refahını) artıracak olan davranış veya politikaları izlemeyi tavsiye eden bir ahlâk öğretisidir. Ancak Benthamcı türünde faydacılığın referansı toplam fayda olduğu için, bu bireysel tercihleri esas alan bir mutluluk veya iyilik anlayışıyla uyuşmayan sonuçlara yol açabilir. Ayrıca, bu öğreti çerçevesinde ‘’kural faydacılığı’’ ile ‘’eylem faydacılığı’’ arasında da bir ayrım yapmak gerekir. Ama ben bu yazıda esas olarak faydacılık değil de Kantçılık üstünde odaklanmak istiyorum.

Kant’ın ‘’ödev ahlâkı’’ kendi ahlâk yasasını kendisi koyan rasyonel fail olarak özerk bireyin onurunu esas alır. Kant ahlâkı özetle ‘’kategorik buyruğu’’ izlemeyi öngörür. Kant’a göre birinci kategorik buyruk, kişinin aynı zamanda evrensel bir yasa olmasını isteyebileceği bir ilkeye göre eylemde bulunmasıdır. Bu da pratikte kişinin, ister kendi kişisinde isterse başka birisinin kişisinde olsun, insanlara sırf bir araç olarak değil fakat daima aynı zamanda bir amaç olarak muamele etmesini gerektirir. Kişiye sırf bir araç olarak muamele edilmemelidir, çünkü kişi bir nesne değil, akıl ve irade sahibi bir faildir, kendisi için yasa koyup onu izleyebilen rasyonel bir varlıktır.

Kişilere ‘’sırf bir araç olarak muamele etme’’nin tipik örneği onlara karşı zor kullanmaktır. Bu bakımdan, kişilere muamele edişte yasak olan onlara ‘’sırf bir araç olarak’’ muamele etmek, yani onları kendi iradelerine rağmen kendi amacımız için kullanmaktır, yoksa onlardan kendi amacımız için herhangi bir şekilde yararlanmak değil. Başka bir deyişle, gönüllülük temelinde başkalarıyla karşılıklı yarar sağlayan bir ilişki veya etkileşimde muhataplarımızın kendi amaçlarımıza hizmet etmesini sağlamak onlara sırf bir araç olarak muamele etmekle aynı şey değildir.

Kant’ın ahlâk öğretisi çeşitli nedenlerle eleştirilmiştir. Bunların başında, kişinin ‘’iyiyi irade etmesi’’nin kendi başına bir davranışı ahlâkî yapmaya yetmediği ve ‘’ödev’’e mutlak –yani, sonuçlarından bağımsız- olarak uyma konusundaki ısrarın istenmedik sonuçlara yol açmasının muhtemel olduğu endişesi gelmektedir. Bu eleştirilerdeki haklılık payı ne olursa olsun, sanırım bundan daha önemli olan, Kant’ın kendi ahlâk sisteminin merkezinde özerk rasyonel bireyin ve onun onurunun yer alıyor olmasıdır.    

Yine de insan onuruna öncelik tanıyan bu temel düşünceyi, kişinin iyi niyetli eyleminin sonuçlarını da göz önünde bulunduran bir duyarlılıkla birleştirmek daha sağlam bir ahlâkî perspektif oluşturabilir. Özerk bir rasyonel fail olarak kişinin onuru bakımından onun özgür tercihler yapabilmesi elbette birinci önceliktir. Andrew J. Cohen’in dediği gibi, eğer insanlar özgür tercihte bulunamazlarsa ahlâkî olarak iyi bir topluma değil de, olsa olsa otomatlar yığını bir heyulaya sahip olabilirsiniz. Ancak, ahlâkî bakımdan özgür tercihler kadar, uygulamaya geçirilmeleri halinde bu tercihlerin başkalarının durumunu nasıl etkileyeceğini hesaba katmak ta–yapılabildiği ölçüde- önemlidir. 

İnsan onurunu koruma hassasiyetine sahip olan dindarların Bayramını iyi dileklerimle kutlarım. (Diyalog, 10 Temmuz 2022)

Önceki İçerikCOVID-19 Pandemisi Sürecinde Kullanılan Kitle Gözetim Teknolojilerinin Kişisel Veriler ve Hukukun Üstünlüğü Açısından Değerlendirilmesi Projesi
Sonraki İçerikAnayasal Yenilenme için Zihniyet Değişimi
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)