Hatırlanacağı gibi, Yargıtay geçen yıl bu sıralar ‘’yılan hikâyesi’’ne dönen Kavala ve ‘’Gezi olayları’’ dosyalarının tek bir davada birleştirilmesine karar vermişti. İşte o davanın ilk derece aşaması nihayet sonuçlandı. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 26 Nisan’da nihayet kararını verdi. Mahkeme sanıkları ‘’darbeye teşebbüs’’ten ağır cezalara çarptırdı. Bu arada Osman Kavala da casusluk suçlamasından beraat ederken, darbeye teşebbüsten ‘’ağırlaştırılmış müebbet hapis’’ cezası aldı.

Bu kararda ve genel olarak ‘’Gezi olayları’’ davasının seyrinde birçok ilginç nokta var. Sanırım en ilginci de yargılama tekniğiyle ilgili olanı: Sanıklar iki yıl önce beraat ettikleri suçtan bu sefer ağır mahkumiyetler aldılar. Hem böylece, ‘’davaların birleştirilmesi’’ bahanesiyle aynı sanıklar aynı suçtan iki defa yargılanmış oldular.  

Başka bir ilginçlik te siyasetin yargı üstündeki etkisiyle ilgili. Nitekim, Gezi davası sanıklarının 18 Şubat 2020’de darbeye teşebbüs suçlamasından beraatine ve Osman Kavala’nın tahliyesine karar verilmesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sert tepkisine yol açmış ve ‘’Soros’un Türkiye ayağını beraat ettirmeye çalıştılar’’ diye açıklama yapmasına neden olmuştu. Bunun üzerine hem Kavala yeniden bu sefer casusluk suçlamasıyla tutuklandı, hem de Hakimler ve Savcılar Kurulu beraat kararı veren hâkimler hakkında soruşturma başlattı.

Geçmişte bu tecrübe yaşandıktan sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şimdi de 26 Nisan’daki mahkûmiyet kararları üzerine yaptığı açıklamanın davanın sonraki (istinaf ve temyiz) aşamalarının seyri konusunda da tereddütler yaratması olağan karşılanmalıdır. Erdoğan söz konusu açıklamasında şöyle diyor: ‘’Bu adam Türkiye’nin Soros’uydu. Bu adam Gezi olaylarının perde arkasındaki koordinatörüydü. Yargımız onunla ilgili nihai kararı verdi. Kusura bakmasınlar, bu ülkede hukuk var, yargı var.’’

Aslında yargı süreci henüz sona ermediğine göre, Cumhurbaşkanının sanki süreç tamamlanmış ve her şey bitmiş gibi, bu mahkûmiyet kararlarını ‘’yargının nihaî kararı’’ diye nitelemesi tuhaf kaçmıştır. Bu açıklamanın bu davanın istinaf veya temyiz aşamasında görev yapacak olan hâkimler üzerinde hiç etki yapmayacağını düşünmek saflık olur.

Bu olayın, ayrıca, Türkiye’nin uluslararası hukuk çerçevesindeki taahhütleri açısından da çok ciddî sonuçları olacaktır. Hatırlanacağı gibi, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Kavala davasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden doğan yükümlülüklerini ısrarla ihlâl etmeye devam etmesi (özetle, Kavala’yı AİHM kararlarına rağmen tahliye etmemesi) nedeniyle Türkiye hakkında başlattığı ‘’ihlâl prosedürü’’ devam etmektedir. Şimdi Ceza Mahkemesinin bu kararı Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğinin gereklerini yerine getirmemekte kararlı olduğunun yeni bir göstergesi olarak algılanacaktır. Bu da Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğinden çıkarılması ihtimalini güçlendirmektedir. 

Bu arada, Gezi olayları davasının eylemcilerin ve Osman Kavala’nın ağır mahkumiyetiyle sonuçlanmasına siyasîler arasında en anlamlı tepkiyi verenin DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan olması da kayda değer bir husustur. Babacan’ın bu konudaki açıklamasında şu dikkate değer tespitler yer alıyor:    

‘’O kararın atında en tepeden yargıya parmak sallayan bugünkü iktidarın da imzası var. Karar, yargının siyasete nasıl alet edildiğinin çarpıcı bir göstergesi oldu. / Hukukun alnına kapkara bir leke sürüldü. / Yargı korku ikliminin aracı haline getirilmiştir. Yargı iktidarın toplumu hizaya sokmak için kullandığı sopaya dönüşmüştür. İş dünyasını, sivil toplumu, basını, tek tek her birimizi susturmak için araçsallaştırılmıştır.’’

Davanın esasıyla ilgili olarak ta kısaca şunu belirtmek isterim. Gezi olaylarının hükümete karşı darbe teşebbüsü olarak nitelenmesi hukuken ciddiye alınabilecek bir iddia değildir. Bu, ‘’millî irade’’ ile özdeşleştirdiği iktidar iradesini yurttaşların tartışmasına ve sorgulamasına açık olmayan bir kutsallık alanı olarak gören ve bu arada yurttaşların anayasal haklarını kullanarak kamu otoritelerinin faaliyetlerini eleştirmek üzere toplantı ve gösteriler yapmasını hükûmete karşı bir kalkışma olarak gören yanlış bir demokrasi anlayışının sonucudur.

AKP yönetiminin bir demokraside normal olan, anayasal güvence altındaki sivil etkinlik ve örgütlenmeleri kendisine bir tehdit olarak gördüğünün başka emareleri de bulunmaktadır. Bu cümleden olmak üzere, hükûmetin kara paranın aklanmasına ilişkin mevzuatın öngördüğü denetim araçlarını amacından saptırarak, onları başta dernekler olmak üzere sivil toplum örgütlerini baskı altında tutmak için kullandığı da bilinmektedir.

Son olarak, Osman Kavala ve Gezi eylemcilerinin ağır mahkûmiyetleri ile sonuçlanan bu dava epey bir zamandır Türkiye’de hukuk ve adaletin siyasî iktidar tarafından tamamen ‘’kayıttan düşülmüş’’ olduğunu gösteren yeni bir olaydır.

Önceki İçerikMilli Egemenlik, Demokrasi ve Özgürlük
Sonraki İçerikCumhurbaşkanına Hakaret Suçu Kaldırılmalıdır
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)