KIŞ 2023–2024 • REGULATION

Çeviri: Mustafa Acar

Güç ve İlerleme [Power and Progress][1] adlı kitaplarında Massachusetts Institute of Technology (MIT) ekonomistleri Daron Acemoğlu ve Simon Johnson, teknolojinin topluma faydalı olabilmesi ve işsizlik, eşitsizlik ya da yoksulluk yaratmaması için toplumsal güç (özellikle sendikalar) ve hükümet düzenlemeleri (regülasyonlar) tarafından kontrol edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Dediklerine göre, “İlerleme asla otomatik bir olgu değildir” ve yönlendirilmesi gerekir.

Onlara göre, sanayi devriminin ilk aşaması işçileri yoksullaştırmıştı; şimdi de benzer bir tehditle karşı karşıyayız. Ama kendileri, hem de kesin bir dille, okuyuculara teknolojinin gidişatının bir tercih meselesi olduğunu ve bunun piyasaya bırakılmak zorunda olmadığını belirtiyorlar. Gücün 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarından itibaren hükümet düzenlemelerine ve örgütlü emeğe kayması, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızlı büyümeyi ve teknolojinin “rantının” sermaye ve emek arasında daha iyi paylaşılmasını sağlamıştı. Ancak bu paylaşılan refah olgusu 1980’lerde yeni bilgi teknolojileri, otomasyon ve Milton Friedman’ınki gibi serbest piyasa doktrinleri ile çökmüştü. Günümüzde ise yapay zekâ alanındaki gelişmeler durumu daha da kötüleştirme tehdidi içermektedir. Dahası, sosyal medya demokrasi aleyhine çalışmaktadır. [Dolayısıyla] teknolojiyi yeniden “sosyal açıdan faydalı bir yörüngeye” oturtmamız gerekmektedir.

Ekonomik ve tarihsel açıdan söz konusu kitabın kapsamı geniş ve iddialıdır. İnsan 500 sayfalık kitapta birkaç iyi noktaya rastlayabiliyor. Örneğin, denetim amacıyla devletin kullandığı teknolojinin tehlikesi gibi. Ne var ki, söz konusu yazarların iddialarının çoğu şüphe götürür ve çoğu zaman da kafa karıştırıcıdır.

Acemoğlu ve Johnson “bir bireyin ya da grubun açık ya da örtük hedeflere ulaşma yeteneği” şeklinde, çok geniş bir güç (iktidar) tanımı vermektedir. Lord Acton’ın, “Güç yozlaştırma eğilimindedir; mutlak güç mutlak surette yozlaştırır” şeklindeki, devletin zorlayıcı gücüne ilişkin aforizmasının, “kendini ikna etme gücü de dâhil olmak üzere, ikna gücü için de aynı şekilde geçerli olduğunu” söylüyorlar. Zorla dayatılan bir hükümet emri ile bir birey veya gönüllü bir grup birey tarafından yapılan özel bir tercih arasında önemli bir fark olduğunu hiç de düşünüyor gibi görünmüyorlar. Söz konusu belirsiz, bulanık güç kavramı kitabın her yerinde karşımıza çıkıyor.

Sanayileşme / Birleşik Krallık (İngiltere)’deki -18. yüzyılın ortalarında başlamış olan- Sanayi Devrimi’nin tarihini gözden geçiren yazarların iddiasına göre, ilk yüz yıl boyunca bu gelişme sıradan işçiler için zararlı olmuştur. O tarihten sonra ise, işçilerin yeni siyasi gücüne atfedilen bir tersine dönüşle, koşulların iyileştiğini kabul etmektedirler. Güçsüz işçilerin yaklaşık yüz yıllık bir süre boyunca sömürülmesine ilişkin duruşları, yazarların ideolojik anlatılarına da gayet iyi uymaktadır.

Ancak onların bu görüşü tarihçiler arasında hararetle tartışılmaktadır. [Bu bağlamda] Queen Mary Üniversitesi’nden Emma Griffin, Sanayi Devrimi’nin çok erken dönemlerinde istikrarlı işlerin sunduğu fırsatlardan sıradan işçilerin yararlandığını savunmaktadır. Örneğin, artan gelirlerin bir sonucu olarak, kentsel evlilik yaşı 18. yüzyılın sonunda düşmeye başlamıştır. Griffin daha genel olarak şöyle yazmaktadır:

Buna rağmen, hiçbir şey yapmayan bir devletin varlığında bile, yüzleşmemiz gereken rahatsız edici acı bir gerçek var: sanayileşme, sofraya yiyecek koyma konusunda olağanüstü bir güce sahipti. Ve o ilk kuşak için, kendi çocukluklarındaki açlığı çocuklarının ve torunlarının da bir kez daha yaşamasını bekleyen o kuşak için yani, gerçekten önemli olan tek şeyse masadaki yemekti. … Eleştirmenler çoğu aile için maddi kazanımların küçük olduğunu iddia edeceklerdir. Oysa bu kazançlar, ücretli çalışanları, yoksulluğun çok eski zamanlardan beri kendilerini zorladığı kölece boyun eğişten kurtarmaya yetmiştir.

İlerlemecilik / Amerika’nın 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki İlerlemeci hareketinden övgüyle söz eden Acemoğlu ve Johnson, söz konusu hareketin “Woodrow Wilson da dâhil olmak üzere, bazı önde gelen isimlerinin açık ve gizli ırkçılığı, öjenik[2] fikirler … ve içki yasağı gibi çekici olmayan unsurlara sahip olduğunu” kabul etmektedirler. Öyle ama, burada bahsedilmesi gereken sadece öjenik fikirler değil, 1907 ile 1980 yılları arasında Amerika’da zorla kısırlaştırılan 65.000 kadındır. Devlet müdahalesinin ana silahı güller değildir yani.

“Dar vizyon ve bencil çıkarlara” meydan okuyan yazarlarımız, “Nordik [kuzey Avrupa] tercihlerini,” “İskandinav sosyal demokrat sistemini” ve Amerikan ekonomisinden daha iyi işleyen “korporatist modeli” övmekte, İskandinav ve Alman modellerinin hayranı olarak kalmayı sürdürmektedirler. Hatta Franklin D. Roosevelt’in “Beyin Takımı”nın bir üyesi olan ve “yasama delegasyonu tarafından fazlasıyla yetkilendirilmiş bir yürütme gücü olan güçlü bir hükümeti” savunan Rexford Guy Tugwell’den alıntı yapmaktadırlar. [Oysa] Tugwell’in yeni endüstrilerin hükümetin izni olmadan öyle “kendiliğinden” ortaya çıkmaması gerektiğini düşündüğünden ise hiç bahsetmiyorlar. (Bkz. “Total Regulation for the Greater Whole” [Toplum Geneli için Topyekün Düzenleme], Güz 2014.) Bir de Johnson’ın MIT’de “girişimcilik” dersi vermesi biraz ilginç, şaşırtıcıdır.[3]

Güç ve İlerleme, Roosevelt’i, devlet tarafından verilen özel zorlayıcı gücün yardımıyla “işçilerin toplu olarak örgütlenme hakkını” tanıdığı için övmektedir. Bir de eski bir popülist, New Dealer[4] ve Sosyal Adalet için Ulusal Birlik’in kurucusu olan Fr. Charles Coughlin’in daha sonraları Mussolini ve Hitler’in destekçisi olmasına şaşırmış görünmektedirler.

Açık olmak gerekirse, ben Acemoğlu ve Johnson’ı işçilerin gönüllü birliklerine sempati duydukları için eleştirmiyorum. Buna ben de sempati duyuyorum. Ancak zorlayıcı pazarlık gücü ve zorunlu üyelik başka bir şeydir. Zorlayıcı [icbari] formül, sendikaların verimliliğinin piyasa tarafından test edilmesini engellemektedir.

Yolumuzu kaybediyoruz / Yazarlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sendikaların gücünün arttığını ve teknolojinin emek dostu hale geldiğini belirtmektedir. 1960’larda Başkan Lyndon Johnson Yoksullukla Savaşı başlatmış ve refah devletini güçlendirmiştir. [Ne var ki] Güç ve İlerleme‘nin yazarları, refah devleti yardımlarının gelir dağılımının en alt dilimindeki kesimi işgücü piyasasından koparmış olması gibi bazı nahoş gerçekleri görmezden gelmektedir. Söz konusu beşte birlik dilimde, 1967 yılında çalışma çağındaki -tam zamanlı öğrenci olmayan- kişilerin yaklaşık üçte ikisi çalışıyordu, oysa bu rakam 2017’de yaklaşık üçte bire düşmüştür. Güç ve İlerleme, eşitsizlik hakkında etrafta dolaşan yanıltıcı fikirleri de eleştirmeden kabul ediyor gibi görünmektedir. (Bkz. “Eşitsizlik Kötü mü, Büyük mü, Artıyor mu?” s. 53.)

Okuyucu kitapta ekonomik açıdan kışkırtıcı pek çok ifade bulacaktır. Acemoğlu ve Johnson’ın iddiasına göre, 1980’den sonra “yolumuzu kaybettik” ve işçi dostu teknolojiyi ve “savaş sonrası ilk on yılların paylaşılan refah modelini” terk ettik. Bu kötü bir tercihti: “teknolojinin tarafgirliği büyük ölçüde bir tercihti; sosyal olarak kurgulanmış bir tercih.” Biraz postmodern jargondan zarar gelmez nasıl olsa. Güç ve İlerleme‘de bu tür alengirli-cazip pek çok ifade karşımıza çıkıyor; örneğin, “1980’lere gelindiğinde pek çok Amerikalı yönetici emeği bir kaynak [nimet] olarak değil, bir maliyet [külfet] olarak görmeye başlamıştı.” Peki ya ‘maliyeti olan bir kaynağa’ ne demeli: tuhaf değil mi?

Yazarların öne sürüyor göründüğü gibi, robotların işlerin ve -onlarla birlikte gelen- gelirlerin yüzde 50’sini yok edebileceğini tahayyül etmek zordur. İstatistiksel olarak, işgücü piyasasına yeni katılanlar hemcinslerinin sınırsız arzularını tatmin etmenin yollarını buldukça, iş sayısı da çalışma çağındaki nüfusla birlikte artmaktadır. Yazarlarımız, 1983 yılında “insan emeğinin atların yolundan gideceğinden ve modern üretim için gereksiz hale geleceğinden” endişe duyan ekonomist Wassily Leontief’in sözlerini başka sözcüklerle ifade etmektedirler. Bu korkular, modern teknolojinin doğuşundan bu yana düzenli olarak ortaya çıkan benzer korkulardan daha sağlam temellere sahip değildir.

Büyülü toplum / Güç ve İlerleme‘de bir başka bulanık konu olan tercih kavramına dönelim. Yazarlar, makinelerin “insani amaçlar için” faydalı olması gerektiğinde ısrar etmektedir. Ancak insani amaçlar bireyler arasında tamamen aynı olmadığından, bu pek de bir şey ifade etmiyor. Her ne kadar kitapta Nobel ödüllü ekonomist Friedrich Hayek’ten bahsedilse de (bir kez, ama garip bir şekilde, kaynak gösterilmeden), yazarlar Hayek’in özgür bir toplumun her bireyin “kendi bilgisini kendi amaçları için kullanmasına” –ki bu da demektir ki, kendi hedefleri için kullanmasına- izin verilen bir toplum olduğu görüşüne aşina görünmüyorlar.

Yazarlar ayrıca makineleri “insanların hizmetine” sunmak istiyorlar. Ancak esas itibariyle her şeyi çok çeşitli insan amaçları için faydalı hale getirmenin yolu, serbest piyasalarda bireysel tercihlerin yapılmasına ve talebin üretimi belirlemesine imkân vermektir. Kollektif tercihler en iyi ihtimalle tektip, en kötü ihtimalle de zorbaca olacaktır. Piyasalardaki özel tercihler, -bu ifade şeklinin sosyal antropomorfizmden başka bir şekilde yorumlanabileceğini varsayarsak- “toplumun en büyük ihtiyacının tam olarak nerede olduğunu” belirlemek için daha etkilidir.

Teknolojik düzenlemeler ve gelişmelerin birer tercih olduğunu yazarlar sık sık tekrarlamaktadır. Peki, bu tercihleri kim yapacak? Talimat veren siyasi yöneticiler mi yoksa sözleşmeler yoluyla bireyler mi? Acemoğlu ve Johnson’a göre, çok sayıda ademi merkeziyetçi özel tercihin niyetlenilmemiş sonucu olan bir “tercih” ile siyasi otorite tarafından dayatılan bir karar arasında bir fark yok gibi görünmektedir, yeter ki siyasi otorite bir grubun yüzde 50+1’i adına hareket etsin. Görünüşe göre yaptıkları tek ayrım, birincilerin kötü, ikincilerin ise iyi olduğudur.

Verdikleri izlenimin aksine, “sosyal” gibi kelimelerin arkasına saklanamayız. Güç ve İlerleme bu kelimeyi Hayek’in deyimiyle “kurnazca bir kelime” hatta belki de aklayıcı bir kelime olarak kullanmaktadır. Sosyal günahlar ve diğer olumsuz sabiteler dışında, başına “sosyal” eklenmiş her şeyin iyi olduğu varsayılmaktadır. (Hayek’in The Fatal Conceit [Ölümcül Kibir] kitabındaki “Our Poisoned Language” [Konumlandırılmış Dilimiz] bölümüne bakınız). Güç ve İlerleme‘de de benzer şekilde, ne zaman hızır gibi imdada yetişecek bir nesneye (deus ex machina) ihtiyaç duyulsa, efsanevi bir “sivil toplum”a müracaat edilmektedir. Acemoğlu’nun James Robinson ile birlikte yazdığı bir diğer kitap olan The Narrow Corridor [Dar Koridor]’da devlet giderek daha güçlü hale gelmekte, ancak giderek daha güçlü hale gelen bir “sivil toplum” tarafından sihirli bir şekilde kontrol altında tutulmaktadır. (Bkz. “Dolaşmaya ve Büyümeye Devam Eden Zincirlenmiş Bir Leviathan [Ejderha],” Güz 2021). Her iki kitapta da birkaç yerde, o büyülü “sosyal” [social] kelimesi “toplumsal” [societal] kelimesine dönüşmektedir ki bu ikincisinin daha bilimsel bir şeymiş gibi görünmekten başka bir marifeti yoktur.

Standart iktisadi analizin temel kurallarından biri, bir yanda, pozitif analiz -yani olanın izahı- ile, öte yanda, olması gereken (ya da politika önerilerinin altında yatan normatif değerler) arasında dikkatli bir ayrım yapmaktır. Acemoğlu ve Johnson işte bu ayrımı görmezden gelmektedir.

Örneğin, “teknolojinin yönü hakkında önemli kararlar alındığında, piyasa temelli inovasyon sürecinin, bir bütün olarak toplum veya çalışanlar için daha faydalı alanları seçeceğinin garantisi yoktur” diye yazmaktadırlar. Ayrıca, işletmeler için kârlı olan bazı teknolojilerin “sosyal refaha katkıda bulunmayabileceğini, hatta sosyal refahı azaltabileceğini” yazmaktadırlar. Bu tespit pek çok soruyu da beraberinde getiriyor: Bunu kim söylüyor? “Bir bütün olarak toplum” için neyin daha faydalı olduğunu kim hesaplıyor? “Bir bütün olarak toplum” kimdir? Yazarlarımız “toplumsal refahı” -sadece teoride de olsa- acaba nasıl ölçüyorlar? Belki de bir tür faydacı fayda-maliyet analizini takip ettiklerini söyleyeceklerdir; ama bu durumda da çocukların çalışma koşullarının düzenlenmesinde herhangi bir fayda-maliyet ödünleşmesine karşı çıktıkları zaman kendileriyle çelişeceklerdir.

Açık olmak gerekirse, fayda-maliyet analizini ve kişiler arası fayda karşılaştırmalarını savunmuyorum. Özgür bir toplumun ılımlı klasik-liberal ilkelerinin daha çok Hayek ve James Buchanan’ın teorileri doğrultusunda olduğuna inanıyorum. (Bkz. “Bir Aydınlanma Düşünürü,” Bahar 2022.) Okuyucunun Acemoğlu ve Johnson’ın siyasi felsefesinin tam olarak ne olduğunu bilmesinde yarar vardır.

Meleksi demokrasisi / Güç ve İlerleme‘nin yazarları bu eleştirilere karşı şöyle standart bir itirazda bulunabilirler: demokrasi neyin iyi neyin kötü olduğunu belirleyecektir. Peki ama demokrasi nedir? Onu tanımlamaya en çok yaklaştıkları nokta, “demokrasi, her şeyden önce, sıradan insanlarınki de dâhil olmak üzere çok sayıda sesin duyulması ve kamu politikası kararlarında önemli hale gelmesidir” diye yazdıkları yerdir. İyi de bu sesler nasıl toplulaştırılıp bir araya getiriliyor peki? İşte bu, Acemoğlu ve Johnson’ın görmezden geldiği standart bir ekonomik sorundur. Peki ya Hayek ve pek çok klasik liberalin, demokrasinin yalnızca iktidarın barışçıl bir şekilde el değiştirmesini sağlamanın bir yolu olduğu yönündeki görüşlerine ne demeli? (Bkz. “Popülist Tercihler Anlamsızdır,” Bahar 2021.)

Kısacası, bana öyle geliyor ki Acemoğlu ve Johnson, “iyi” ve “sosyal” ile eşanlamlı olabilecek basit ve melek gibi bir demokrasi anlayışını benimsemektedir. Ben farklı demokrasi biçimlerinde -örneğin çoğunlukçu ve anayasal olarak sınırlı demokrasilerde- kollektif tercihlerin nasıl yapıldığına dair kamu tercihi açıklamalarını incelemelerinin kendilerine büyük fayda sağlayacağını düşünüyorum.

Acemoğlu ve Johnson’ın tavsiyelerine uymasını umdukları hükümet, gerçek dünyada bulunan bir hükümet değil, bu dünyaya ait olmayan, onların ideallerindeki hükümettir. Açgözlü şirketleri suçladıkları 2007-2009 Büyük Durgunluk tartışmalarını ele alalım mesela. Kendilerinin Federal hükümete atfettiği tek suç, yeterince düzenleme yapmamış olmasıdır. [Oysa] krizin ipoteğe dayalı menkul kıymetler (MBS) piyasasında başladığını unutmayın. MBS’lerin ihracına 1970 yılında öncülük eden kuruluş ise, 1968 yılında Kongre tarafından kurulan ve devlet destekli bir kuruluş (GSE) olan Ginnie Mae idi. MBS faciasına kadar, çok sayıda politikacı yoksul hane halkları için daha fazla ipoteğin arzu edilir olduğunu iddia ediyordu. Örneğin, dönemin kongre üyesi Barney Frank “zarları atıp” [öteki iki federal ipotek GSE’si olan] “Fannie ve Freddie’nin düşük gelirli konutlara yardım etme konusunda daha derinlere dalmasını sağlamak” istiyordu. Hükümet denetiminin eksikliğine gelince, Stanford’lı ekonomist John B. Taylor, çöküşten önce yüzlerce düzenleyici bürokratın büyük bankaların tesislerinde çalıştığını belirtiyordu.

Buna rağmen, Acemoğlu ve Johnson hayırsever, güçlü ve etkili bir hükümetin toplumu nirvanaya götüreceğini savunuyor ve “Güce alternatif güç kaynaklarıyla karşı koymanın ve bencilliğe daha kapsayıcı bir vizyonla direnmenin yollarını bulmalıyız” diyorlar. Oysa nirvana tehlikeli bir seraptır.

Yazarlara karşı adil olmak gerekirse, bir kez hukukun üstünlüğü kısıtlamasından ve birkaç kez de anayasal kısıtlamalardan bahsetmektedirler. Ancak devlete vermek istedikleri geniş yeni yetkilerin bu kısıtlamalarla nasıl tutarlı olduğunu açıklamıyorlar.

Özellikle “teknolojik değişimi yeniden yönlendirmeyi”, dijital teknolojileri yeniden oluşturmayı ve daha geniş tabanlı sendikalar kurmayı öneriyorlar. “İşçi dostu teknolojiler,” devlet destekli işçi eğitim programları, veri sahipliği düzenlemeleri, (Google, Facebook, Amazon gibi) teknoloji devlerinin parçalanması ve dijital reklam vergileri istiyorlar. Senatör Bernie Sanders ve Elizabeth Warren’dan bahsederek, servet vergilerini arzuluyorlar. “Toplumun mevcut sosyal güvenlik ağını güçlendirmesi gerektiğini” ise neredeyse söylemeye gerek yok.

Belki de daha endişe verici olanı, peşinde oldukları yeniden dağıtımın teorik temeli gibi görünen şeydir. Her türlü teknolojik yeniliği ve muhtemelen her türlü ilerlemeyi, bazı siyasi otoritelerin buyruğuyla “emek” ve “sermaye” arasında paylaşılacak bir tür “rant” yaratmak olarak görüyorlar. Kimseye ait olmayan ve siyasi yollarla paylaştırılmayı bekleyen böyle bir rantın olmadığının farkında değil gibi görünüyorlar. Her şey, onlarsız bu nesnelerin var olamayacağı aktörlere aittir ve serbest piyasalar, bu ödülleri fırsatlar ve üretimi maksimize edecek şekilde dağıtmanın bilinen tek mekanizmasıdır. Akademisyenlerin çalışmaları da dâhil olmak üzere, sosyal işbirliğinden elde edildiği iddia edilen rantı yeniden dağıtma gücüne sahip bir devlet totaliter bir devlet olmak durumundadır. Leviathan’ın izleme ve gözetimi bu durumda kesinlikle azalmayacak, artacaktır.

Yazarlarının iyi niyetlerine rağmen, Güç ve İlerleme, Eflatun’a benzer filozof-kralların eseri gibi görünmektedir. Alman şair ve filozof Friedrich Hölderlin (Hayek tarafından alıntılandığı üzere) “devleti her zaman yeryüzünde bir cehennem haline getiren şey, tam da insanın onu kendi cenneti haline getirmeye çalışması olmuştur” diye yazarken [tam da] buna dair bir cevabının olduğu anlaşılmaktadır.

Kaynakça

  • Law, Legislation, and Liberty [Kanun, Yasama ve Özgürlük] (1973–1978), by F.A. Hayek, edited by Jeremy Shearmur. University of Chicago Press, 2021.
  • Liberty’s Dawn: A People’s History of the Industrial Revolution [Özgürlüğün Şafağı: Halkın Gözünden Sanayi Devriminin Tarihi], by Emma Griffin. Yale University Press, 2013.
  • The Fatal Conceit: The Errors of Socialism [Ölümcül Kibir: Sosyalizmin Yanlışları], by F.A. Hayek. University of Chicago Press, 1989.
  • Three Generations, No Imbeciles: Eugenics, the Supreme Court [Üç Nesil, Embesil Yok: Öjenik, Yüksek Mahkeme], and Buck v. Bell, by Paul Lombardo. John Hopkins University Press, 2008.
  • Why I, Too, Am Not a Conservative: The Normative Vision of Classical Liberalism [Neden Ben de Muhafazakâr Değilim? Klasik Liberalizmin Normatif Vizyonu], by James M. Buchanan. Edward Elgar Publishers, 2006.

* https://www.cato.org/regulation/winter-2023-2024/book-review-power-progress


[1] “İktidar ve Teknoloji: Bin Yıllık Mücadele” adıyla Türkçeye de çevrildi. Çev. C. Duran, Doğan Kitap, İst., 2023. (ç.n.)

[2] Öjenik (eugenics):Üstün ırkla ilgili. Uygulamalarını nesli ıslah etmek amacıyla biyolojik ve genetik temellere dayandıran öjenik hareket, iyi ırkın çoğaltılarak kötü ırkın çoğalmasının engellenmesi, böylece ıslah edilmiş ari bir ırk oluşturulması fikrini savunur. (ç.n.)

[3] Buradaki ironi (girişimciliğin önünü kesen regülasyonu savunan birinin girişimcilik dersi vermesi), aynen serbest piyasa karşıtı, piyasanın temel mantığı, işlevini ve faydalarını kavramaktan aciz, kollektivist zihniyetli bir hocanın iktisada giriş ve piyasa dersi vermesi ile tamamen aynı şey olup, maalesef –istisnalar dışında- Türkiye’nin her yerinde üniversite birinci sınıf öğrencilerinin büyük çoğunluğunun en büyük talihsizliğidir. (ç.n.)

[4] New Dealer: ABD’de 1929 bunalımından çıkış için 1930’larda yürürlüğe konan ve devletin piyasaya yoğun müdahalesini içeren ekonomi politikalarını savunan. (ç.n.)

Önceki İçerikÖzgürlük Gündemi Sayı 66
Sonraki İçerikRANT KARDEŞLİĞİ CEMAATİ OLARAK AKP