Bir önceki hafta sonu çok ilginç bir olay meydana geldi: Bir seyahat otobüsü firması Van-İstanbul arasında seyir halinde olan otobüslerinden birindeki bir yolcusunun namaz molası talebini reddetmesinin yol açtığı tepkiler üzerine kamuoyuna hitap eden tuhaf bir açıklama yaptı. Tuhaf, çünkü açıklama metninde yer alan bazı ifadeler ‘’anayasa’’nın ve onun içerdiği temel hak garantilerinin liberal-demokratik bir sistemdeki işlevi hakkında büsbütün yanlış varsayımlara dayanmaktadır.
Firma adına avukatı tarafından yapılan açıklamada şöyle deniyor:
“Otobüs gibi toplu taşıma araçlarının önceden belirlenen güzergahlar ve bu güzergahlar üzerinde bulunan mola yerleri dışında, hayati tehlike arz edecek durumlar hariç olmak üzere durması, bizzat toplu taşıma sisteminin bu niteliğinden dolayı amaca uygun değildir. Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyet, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlanmıştır. Anayasanın 14. maddesine göre, anayasada tanımlı hakların hiçbiri, özellikle demokratik ve laik anlayışı ortadan kaldırma amacıyla kullanılamaz. Anayasanın 23. maddesi “yerleşme ve seyahat hürriyeti”ni ve 24. maddesi “din ve vicdan hürriyeti”ni güvence altına almıştır. Buradan hareketle müvekkil şirketin sadece bir veya birkaç yolcu ibadet edecek diye ibadet etmeyen ve öngörülen zamanda varmak istediği noktaya ulaşmak isteyen diğer yolcuların, bahsi geçen anayasal haklarını görmezden gelmesi şirket politikamız nedeniyle mümkün değildir.”
Açıklamanın seyahat otobüslerinin istisnaî durumlar haricinde muayyen mola yerleri dışında durmasının bu işin mahiyetine uygun olmadığını belirten ilk cümlesi genel bir yargı -veya prensip- olarak makul görünmektedir. Keza, metinde yolcuları öngörülen zamanda menzillerine ulaştırmanın firmanın öncelikli amacı olduğunun vurgulanması da aynı şekilde akla yatkındır. Bu mülâhazalar elbette söz konusu seyahat firmasının ibadet için mola vermemeyi bir politika olarak benimsemesini haklı gösterebilir. Ancak buradaki mesele, bu genel ve soyut mülâhazaların firmayla yolcu arasındaki sözleşmeye yansıtılmış olup olmadığı veya ne ölçüde yansıtıldığıdır.
Fakat keşke firma açıklamasında bu hususları belirtmekle yetinse ve sözleşme ilişkileri bağlamının dışına çıkarak anayasal meselelere hiç girmeseydi! ‘’Keşke’’ diyorum, çünkü bir yolcunun seyahat esnasında namaz molası istemesinin haklılık veya haksızlığı meselesinin Anayasayla doğrudan bir ilgisi bulunmamaktadır. Onun için, bahis konusu açıklamada anayasaya ve ‘’laiklik’’e atıf yapılması temelsiz olduğu gibi, temel hakların mahiyeti ve işlevi de firma yetkilileri tarafından yanlış anlaşılmaktadır. Ne yazık ki, laiklik söz konusu olduğunda temel hakların koruyucu işlevinin göz ardı edilmesi Türkiye’de -sadece Türkiye’de- yaygın bir tutumdur.
Bir özel hukuk ilişkisi bağlamında anayasaya ve lâikliğe referans verilmesi şu bakımdan yanlıştır: Anayasanın amacı birey ve grupların özel ilişkilerini düzenlemek değil, devleti sınırlamak ve bireylerin temel haklarını en başta devlete karşı güvence altına almaktır. Kişilerin özel ilişkilerini ve genel olarak sivil hayat alanını emredici bir şekilde düzenlemek anayasanın işi değildir. Bu bağlamda, devleti tanımlayan -ve dolayısıyla sınırlayan- bir ilke olarak ‘’laiklik’’ yurttaşlara yönelik buyrukları ima etmez, aksine devlet organları ile diğer kamu makamlarının kamusal işlevlerini yerine getirirken ve yurttaşlara karşı muamelelerinde uymaları gereken sınırları gösterir.
Bu sınırların başında devletin belli bir din veya mezhebi birey ve gruplara dayatamaması, bireylerin vicdan ve din özgürlüğüne müdahale edememesi ve onlara karşı din ve inanç temelli ayrım yapamaması gelmektedir. Kısaca, laiklik devlete ödevler -kaçınma ödevleri- yüklerken, bireylerin esas olarak haklarını korur. Onun için Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olması bireylere kendi özel hukuk ilişkilerini şu veya bu yönde düzenleme yükümlülüğü yüklemez.
Öte yandan, açıklama metninde bir yolcunun ibadet etmek (namaz kılmak) istemesinin diğer yolcuların sadece ‘’seyahat hürriyeti’’nin değil, din ve vicdan özgürlüğü hakkının da ‘’görmezden gelinmesi’’ anlamına geldiğinin kabul edilmesi de yanlıştır. Açıktır ki, bir kişinin temel bir hakkını kullanması, kendi başına, başka kişilerin aynı hakkının görmezden gelindiği veya onların haklarını ihlâl edildiği anlamına gelmez. Böyle bir şey ancak aynı hakkı kullanma talebinde bulunan iki kişiden birinin talebine olumlu cevap verilirken diğerininkinin reddedilmesi durumunda varit olabilir.
Bu arada, bir yolcunun seyahat esnasında namaz kılmak istemesinin, açıklamada ima edildiği gibi ‘’laikliğin ortadan kaldırılması’’ şöyle dursun, devletin laik olup olmamasıyla herhangi bir şekilde ilişkisi de yoktur. Bu nedenle, metinde varsayıldığının aksine, konunun ‘’temel hakların kötüye kullanılması’’yla (Any., m. 14) ilişkilendirilmesinin de hiçbir makul temeli bulunmamaktadır.
Bu haftaki yazımı görünüşe göre önemsiz bir münferit meseleye tahsis etmem kimilerine yadırgatıcı gelebilir, ama öyle değil. Çünkü, bu olayda gördüğümüz türden anayasa ve temel haklar meselesine ilişkin yanlış varsayımlar ne yazık ki ülkemizde çok yaygındır. Çünkü ‘’sokaktaki insanı’’ ve okumuşuyla devlet ile toplumu, yetki ile hakkı, emir ile hukuku ayırt etmeyen/edemeyen ve ‘’doğuştan sahip olunan vazgeçilmez birey hakları’’ düşüncesine zihninde yer bulamayan insanların dünyası burası. (Diyalog, 13 Kasım 2022)