Blog

Milli Şirketleri Batırmak Kendi Ayağına Kurşun Sıkmaktır

Devletin sorunun çözümünde neden şirket batırma dışındaki alternatifleri değerlendirmediği önemli bir sorudur.

Milli Şirketleri Batırmak Kendi Ayağına Kurşun Sıkmaktır

Bugüne kadar tüm dünyada devletlerin farklı nedenlerle şirket kurtarmasının çok sayıda örneği yaşanmıştır. Ancak dünyanın hiçbir ülkesinde devletin, yasaların yasaklamadığı alanlarda faaliyet gösteren Milli şirketlerini bilinçli olarak batırdığı duyulmamış ve görülmemiştir. Türkiye’de 2014'ten itibaren bir bankanın, çok sayıda TV ve radyo kanalının, okul ve dershanelerin, hastanelerin, öğrenci yurtlarının devlet tarafından doğrudan ve dolaylı yollarla kapatılmaya çalıştığı ve bu konuda giderek daha fazla “başarı” sağlandığı görülmektedir. Üstelik iktidarın yurtdışındaki eğitim alanında faaliyet gösteren bazı kuruluşların batmasını sağlamak amacıyla, ilgili ülkelerin hükümetleri üzerinde baskı yaptığı da bir sır değildir. Burada esas vahim olan husus, bu eylemlerin gündemde tartışma konusu bile yapılmaması ve olağanlaşmasıdır. Devletin zora düşen özel şirketleri kurtarması konusu çok tartışılmış bir konudur. Devletin şirket kurtarma girişimleri, rekabetçi bir piyasa ekonomisiyle bağdaşan bir uygulama değildir. İlk olarak şirket kurtarma rekabeti bozan, daha kötü ve tedbirsiz şirketleri ödüllendiren bir uygulamadır. Ayrıca şirket kurtarma kamu kaynaklarının keyfi bir biçimde siyasi amaçlar için kullanımının yolunu açmaktadır. Nihayet şirket kurtarma, ekonominin sürdürülebilirliğini tehlikeye atan bir uygulamadır. Bu çerçevede özellikle kriz dönemlerinde “kamu yararı” argümanına dayanılarak yapılan şirket kurtarmaları bile giderek istisnai hale gelmiştir.

Şirketi devletleştirmek yerine batırmak…

Devletin şirket batırması hiçbir ülkede görülmediği ve gündeme gelmediği için tartışmaya bile konu olmamaktadır. Bu açıdan öncelikle şirket batırma ile şirketi devlet mülkiyetine geçirme ve şirket kapatma arasında bir ayrım yapmak gerekmektedir. Devletin özel şirketleri çeşitli nedenlerle devlet mülkiyetine geçirdiği görülmüştür. Renault firmasının II. Dünya Savaşı sırasında Hitler’e yardım etmesi bu şirketin devlet mülkiyetine geçirilmesinde etkili olmuştur. Ayrıca aynı dönemde İngiltere’de, İtalya’da stratejik amaçlarla bu tür millileştirmeler yapılmıştır. Diğer taraftan devletin kanunlarca yasaklanan belli alanlarda (sahte veya kaçak içki gibi) faaliyet gösteren özel şirketlere el koyması ve faaliyetine son vermesi tüm ülkelerde görülen bir uygulamadır. Aynı şekilde devletin zora düşen ve iyi yönetilemeyen şirketlere kayyım atayarak kamunun menfaatini gözetmesi de her ülkede görülen bir uygulamadır. Buna karşılık devlet yetkililerinin, sağlıklı bir şirkete kayyım atayarak şirketin zarar etmesini sağlayıp kapatması görülmüş bir uygulama değildir. Aynı şekilde normal işleyen hastaneler ile sosyal güvenlik anlaşmasını gerekçesiz iptal ederek hastaneyi batmaya mahkûm etme örneği görülmüş bir olgu değildir. En üst iktidar yetkilisinin, bir güven kurumu olan sağlıklı bir bankaya karşı açıkça boykot çağrısı yapması, daha sonra ayrımcılıkla zayıflatarak, yönetimine el koydurması da batmaya giden yolun tüm taşlarının devlet eliyle özenle döşenmesinin şaşkınlık veren bir örneğidir. Yine güven kurumları olan başarılı eğitim kuruluşlarının, silahlı baskınlar düzenlenerek öğrencisiz bırakılıp kapatmaya zorlanması eşi örneği görülmüş bir olay değildir. Nihayet çok sayıda radyo ve TV’nin bir mahkeme kararı bile olmadan, rekabet yasası ve diğer yasalar açıkça çiğnenerek uydudan atılıp kapatılmasını sağlamak, Türk basın, hukuk ve ekonomi tarihi açısından bir kara gün niteliğindedir. Devletin şirketleri kapatmaya çalışmasını mazur göstermek için kullanılan temel argüman, bu şirketlerin “paralel bir” yapıya mali kaynak sağladığı iddiasıdır. Şüphesiz bir ülkedeki tüm şirketler yasalara uygun çalışmakla mükelleftir. Burada devletin sorunun çözümünde neden şirket batırma dışındaki alternatifleri değerlendirmediği önemli bir sorudur. Bu açıdan birinci derecede önem kazanan soru, devletin neden sağlıklı mali yapısı olan bu şirketlere el koymak (devletleştirmek) yerine batırma tercihini yapmış olduğudur. Bu soru dört açıdan önem kazanmaktadır.

Hukuksuzluklar güven ortamını tahrip ediyor

İlk olarak ele koyma ve devletleştirme kararının sağlam bir yasal altyapıya dayandırılması gerekmektedir. Oysa şirket batırılması amacıyla atılacak adımlarda yasal dayanakların sağlam olması söz konusu olmamaktadır. Burada çoğu zaman yasaları zorlayarak, yetkileri kötüye kullanarak veya müeyyidesiz yasa ihlalleri yapılarak hareket edilmesi yoluna gidilmektedir. İkinci olarak devletleştirme kararında bir üretim ve istihdam kaybı söz konusu değildir. Oysa kapatmada milli gelirde ve istihdamda kamu yararına olmayan bir azalma söz konusudur. Diğer taraftan devletleştirmede devletin belli bir bedeli ödemesi ve yanlış karar verilmesi halinde geri dönüşün mümkün olması söz konusudur. Oysa batırma halinde geriye dönüş söz konusu olmadığı gibi devletin ağır tazminatlara mahkum olması da olasılık dahilindedir. Nihayet devletleştirmelerin rekabet ortamına yaptığı olumsuz etkilerin minimizasyonu imkanları vardır. Buna karşılık şirket batırmanın rekabet süreçleri üzerine olumsuz etkileri çok büyüktür ve telafi edilemez niteliktedir. Bu çerçevede şirket batırma tercihinin irrasyonel olduğu açıktır. Yukarıdaki ifadeler devletleştirmenin, batırmadan daha tercihe şayan olduğunu göstermekle birlikte her iki durumda da girişimci güvenliğinin sarsılması söz konusudur. Osmanlı’nın yaptığı müsadereler (el koymalar) yüzyıllar sonra bugün bile anılmaktadır. Bugün yaşanan şirket batırmaları da hem Türkiye hem de dünya ekonomi literatüründe bir ilk olarak yüzyıllarca Türkiye ekonomi tarihini kirleten bir olay olarak anılacaktır. Burada ilginç olan ve daha fazla endişeye yol açan husus hükümetin, giderek yaygınlık kazanan şirket batırma eylemlerinin “kendi ayağına kurşun sıkmak” anlamına geldiğinin farkında olmaması veya anlaşılmaz nedenlerle bu kadar büyük bir maliyeti ödemeye razı olmasıdır. Bu şekilde siyasi iktidar on yıllar içinde tesis edilen ve Türkiye’nin en kıymetli varlığı olan güven ortamını kendi elleriyle onarılamaz biçimde tahrip etmiş olmanın sorumluluğunu taşımaktadır.

Shares:

Okumaya Devam Edin

Blog

HUKUK TANIMAZLIK ve MEDENİYETSİZLİK

Geçen haftaki yazımda, Osman Kavala’nın Eylül başına kadar serbest bırakılmaması halinde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Türkiye hakkında başlatmış olduğu ‘’ihlâl proseürü’’nün müeyyide uygulanmasıyla sonuçlanabileceğine ilişkin haberler üzerine şöyle yazmıştım: ‘’Türkiye