‘’Örgüt’’ epey bir süredir Türkçe’nin lânetli kelimeleri arasında yer almaktadır. Bu, esas olarak, devletin bir başardığı bir şeydir. Bu başarıdaki en büyük pay da 12 Eylül yönetimine aittir.

Türkiye’de genel olarak ‘’örgüt’’ten söz etmek ve özellikle de bir kişiye ‘’örgüt üyesi’’ isnat veya hatta imasında bulunmak tehlikelidir. Çünkü, özellikle 12 Eylül rejiminden beri resmî söylemde ‘’örgüt’’ kelimesi kasıtlı olarak ‘’suç örgütü’’nü, hatta ‘’terörist örgüt’’ü çağrıştıracak şekilde kullanılmaktadır. Böylece, suçlu sayılmak için gerçekten bir suç örgütüyle bağlantılı olmanız veya böyle bir örgütün üyesi olarak suç işlemeniz gerekmez; sadece devletin ‘’örgüt’’ olarak nitelediği veya yaftaladığı bir grup veya oluşumla ilişkili omanız yeterlidir. Örgüt kelimesinin bu şekilde kötüye kullanılması maalesef resmî söylemle sınırlı olmayıp, genel olarak toplumun gündelik diline de yerleşmiş durumdadır. Devletin başarısı derken kast ettiğim budur.

12 Eylül cunta rejiminin ‘’örgüt’’ü lânetli bir kelimeye dönüştürmesi sadece o zamanki ‘’yasadışı’’ şiddet örgütlerini hedef tahtasına koyma iradesinden kaynaklanmıyordu; cuntacıların asıl kaygısı yurttaşlar arasında devletin kontrolü dışında gönüllü iletişim, etkileşim ve işbirliği biçimlerinin gelişmesi ve yaygınlaşması ihtimali idi. Nitekim, 12 Eylül rejiminin sadece ‘’düğün-dernek’’ gibi toplu eğlenceleri değil, ikiden fazla kişinin herhangi bir vesileyle bir araya gelmesini bile yasakladığını hatırlıyorum. O kadar ki, o yıllarda epey bir süre eşimiz-dostumuzla buluşmaktan, bir araya gelmekten bile korkar olmuştuk. Çünkü, üç-beş kişilik küçük bir arkadaş grubu bile pekâlâ ‘’yasadışı örgüt’’ olarak yaftalanabilirdi!

Öyledir, çünkü Türkiye’de devlet kendi kontrolünden bağımsız olarak yurttaşların herhangi bir konuda ‘’gönül birliği’’ içinde olmalarından bile korkmaktadır. Türkiye’de insanların bir araya gelmelerinden, toplanmalarından, birlikte düşünmelerinden, birlikte iş yapmalarından, birbirlerine yardım etmelerinden, hatta birlikte eğlenmelerinden korkmak, Devlet olmanın da ‘’Devletlu’’ olmanın da şanındandır. Kısaca, bu diyarda devletin asıl korkusu kamusal meselelerin de tartışılabildiği sahici bir sivil alanın oluşması ihtimalidir. Devletin ‘’kamusal’’ olanı kendisiyle özdeşleştirmesi ve onu kendi tekeline alması da aynı sebeptendir. Türkiye’de ‘’örgüt’’ ve ‘’örgütlenme’’yle ilgili olarak devletin bilinçli bir şekilde olumsuz bir imaj yaratmış olmasının temel nedeni budur. Ne var ki, bu, ‘’insanlık durumu’’nun ve medenî bir toplumsal varoluşun gereklerine tamamen aykırıdır. Çünkü, insanoğlu için bireylerin ortak amaçlar, değerler, çıkarlar ve hatta duygular temelinde gönüllü işbirliği yapmalarından daha doğal bir şey olamaz. Aslına bakılırsa, bu işbirliği veya ortaklaşa etkinlik birçok uluslararası belge tarafından kişiler lehine temel bir hak olarak da tanınmıştır. Niteliği gereği bu hakkın kullanılma biçimleri sınırlanamaz; sivil beraberlik ve işbirliğinin bilindik formatların dışında kalan, henüz bilinmeyen veya tanımlanmamış başka biçimleri de olabilir.

Onun için, ister örgüt şeklinde isterse başka bir biçimde olsun bu kabil bir araya gelmelerin veya işbirliği girişimlerinin ‘’yasadışı’’ olarak nitelenmesi de anlamsızdır. İnsanlar istedikleri biçimde bir araya gelip ortak iş veya etkinlik yapabilirler, bu oluşumların yasayla belirlenmiş adlarının olması veya yasal tanımlara tıpatıp uymaları da gerekmez. Yani, ister dernek, ister sendika, ister vakıf isterse başka bir şey olsun, örgüt veya örgütlenme kendi başına bir suç veya hatta yasadışılık oluşturmaz. Yasadışılık böyle bir teşekkülün örgütlediği, koordine ettiği ve merkezî bir talimatlar silsilesi aracılığıyla yürüttüğü açıkça kanuna aykırı bir faaliyetin veya kanuna aykırı olarak (normalde ‘’suç’’ niteliğinde) üyelerine yaptırdığı bir eylemin varlığı halinde sözkonusu olabilir.

Medenî dünyanın insan hakları belgeleri ve anayasaları bu tür gönüllü birlikler oluşturabilmeyi ‘’association’’ temel hakkı olarak adlandırmaktadırlar. ‘’Association’’ Türkçeye genellikle ‘’dernek’’ (eskiden ‘’cemiyet’’) olarak, bazan da ‘’örgüt’’ veya ‘’örgütlenme’’ olarak çevrilmektedir. Ancak, aslında (bir işte veya etkinlikte) bir-araya-gelmeyi veya arkadaşlığı/ortaklığı çağrıştıran ‘’association’’ı ‘’örgüt’’ veya ‘’örgütlenme’’yle özdeşleştirmek doğru değildir. Çünkü, insanların ortak amaçlar ve çıkarlar temelinde gönüllü olarak işbirliği yapmaları, gevşek bir beraberlikten başlayıp hiyerarşik örgütlenmeye kadar değişen çeşitli biçimler alabilir. Ve ister örgüt formunda isterse başka bir biçimde olsun, bu sivil teşekküller devletin amaçlarını benimsemek zorunda da değildirler; aksi halde zaten ‘’sivil’’ olarak nitelenmeleri saçma olurdu. Bu gönüllü oluşumlar barışçı yöntemden ayrılmamak şartıyla istedikleri her türlü amacı benimseyebilmelidirler.

Önceki İçerikPiyasa Ekonomisi: Yağmadan Üretime
Sonraki İçerikDevletten Geçinmek
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)