Türkiye’de Liberalizmin Krizi

Üniversite öğrencilerinin çıkarttığı fanzinleri ilgiyle takip ederim. Bunlardan bir tanesinde, İslamcı bir öğrenciye ait olduğunu düşündüğüm bir yazı vardı.Coşkulu bir dille yazılmıştı. Çayı sevmeyi, ibadetleri aksatmamayı, Cahit Zarifoğlu okumayı ve liberallerden uzak durmayı salık veriyordu. Liberallere duyulan benzer bir alerjiye, sosyal medya üzerinde de rastladım. Kemalizm’in sosyalist yorumunu benimsediğini düşündüğüm anonim hesapların, ülkede kendilerini memnuniyetsiz eden her şeyden liberalleri sorumlu tuttuklarını ve kendini liberal olarak tanımlayanları acımasızca tahkir ettiklerini gördüm. Toplumun birbirinden farklı kesimlerinin liberalizme duyduğu bu tepkiyi İslamcılığın ve Sosyalizm’in kolektivist ideolojiler olmasıyla açıklayabiliriz. Siyasal aygıtı yani devleti ele geçirip bireylerin karar verme süreçlerine müdahil olmayı ve toplumu kuşatmayı amaçlayan bu yaklaşımların, bireysel özgürlük alanını kutsayan liberalizmden hoşnut olmamalarından daha doğal bir durum olamaz. Mamafih, her ne kadar kolektivist çerçeve bu kesimleri aynı resim içerisinde birleştiriyor olsa da, Türkiye’nin mevcut siyasal bağlamında, bu gruplar arasında bir rekabet hatta husumet olduğu yadsınamaz. Dolayısıyla, farklı ideolojik gelenekten gelen insanların liberalizm düşmanlığında buluştuğu ortak paydanın bireycilik karşıtlığı gibi teorik bir nokta kadar ülkenin özellikle AKP iktidarı sonrası tecrübe ettiği siyasal tartışmalar olduğu da iddia edilebilir. O halde, sorun teorik bir tartışma değilse, birbirlerinden çok uzak noktalarda olan insanların birleştikleri zemin liberalizm düşmanlığından ziyade ülkedeki liberallere duyulan öfke olabilir. Dolayısıyla, akıllara şu soru ister istemez gelecektir; “Liberaller bu ülkenin hem iktidar hem de muhalefetinin tutkulu destekçilerini aynı anda hoşnutsuz edecek ne yapmış olabilirler?” Öncelikle, liberal sıfatını tanımlamak gerekiyor. Zira, kendisine liberal diyen birisi, liberalizmi dünyayı anlama veya açıklama enstrümanı olarak kullanmayı tercih etmese de, herhangi bir ideolojiye körü körüne bağlı olmadığını ve açık fikirli olduğunu vurgulamak da istiyor olabilir. Bu kafa karışıklığını gidermek için iki filtreye başvurmayı tavsiye ediyorum. Bunlardan birincisi, devlet ile birey arasındaki karşıtlıkta, bireyin etnik-mezhepsel-sınıfsal-siyasal ve ideolojik pozisyonunu önemsemeden devlet karşısında ihlal edilemez hakları olduğunu savunmak. İkincisi ise bireylerin mülkiyet edinme ve bunu transfer etme süreçlerinde devletin düzenleyici rolünün olmaması gerektiğini savunmak. Ben bu tanımı biraz daha genişletmek istiyorum. Ve ülkemiz liberallerinden bahsederken, devletin dezavantajlı vatandaşların sisteme adapte olabilmeleri için devletin sosyal harcamalar yapmasını destekleyen fakat bunun karşılığında vatandaşların siyasal otoritenin kölesi olmaması için yapılan harcamaların keyfi olmayan, kurumsal ve sistematik bir mekanizmaya bağlı olmasını şart koşanları da bu tanımın içine dâhil etmekte bir beis görmüyorum. Her ne kadar, devletin dağıtımcı rolünü ahlaki olarak yanlış görsem de, sol eğilimli liberallerin temel hak ve özgürlükler noktasındaki yaklaşımlarını samimi buluyorum. Bu tanımlamayı yaptıktan sonra, sorumuzu tekrar sorabiliriz: “liberallerin suçu neydi ve neden bu kadar nefret topladılar?” Türkiyeli liberallerin en büyük hatası, bana göre, Türkiyeli olmaktan başka bir şey değildi. Diğer bir ifadeyle evrensel bir etik veya bilgi sunma derdinde olan liberalizmin temel varsayımlarını ülkenin tecrübe ettiği politik süreçlerin selameti için hiç çekinmeden feda edebildiler. Çünkü, onların dünyalarını Türkiye doldurmuştu ve kişisel sıkıntılarıyla harmanladıkları siyasal kurtuluş reçeteleri ceplerindeydi. Kitabın ortasından konuşmak gerekirse, Türkiye liberalleri bireysel özgürlüklerin sadece Türkiye’deki macerasıyla ilgilendiler. Ülkelerindeki insan acılarından yola çıkarak (ki bunun içine kendi kişisel acılarını boca ettiklerini de söyleyebilirim) bir çözüm arayışına gittiler. Liberalizm, bu acıları dindirmenin yollarından biri oldu. Bunu yaparken, yaşanan mağduriyetlerin ve bu mağduriyetlere sebep olan kurumların soyut ve kavramsal karşılıklarını arama işi ise gereksiz bir ayrıntı olarak görüldü. 2002 yılında başlayan AKP iktidarı ve onun asker ile giriştiği mücadele bu yüzden, ister sağ ister sol gelenekten gelsin, liberallerin desteğini arkasında buldu. Zira, her iki geleneğin mensupları için askerin siyasete müdahalesi, hatta bir gölge kabine olarak işleyen Milli Güvenlik Kurulu, yaşanan mağduriyetlerin en önemli sebebiydi. Mağdur deyince, liberallerin zihinlerinde, muhtemelen kendi kişisel tecrübelerinin ve geçmişten günümüze taşıdıkları duygusal bagajların sayesinde, farklı imajlar beliriyordu. Mesela, muhafazakâr geçmişten gelen bir liberal başörtüsüyle üniversiteye alınmayan bir kız öğrenciyi, sol gelenekten gelen bir liberal ise kendi kimliğini ifade edemeyen bir azınlık grubu mensubunu aklına getiriyordu. Benim kanaatime göre, özgürleştirilmek istenen soyut bir birey olgusu değil her liberalin öznel süzgecinden geçen somut bir mağdur tipiydi. Ortak nokta ise bu mağduriyetlerin müsebbibi olarak görülen orduya karşı duyulan eleştirel zemindi. Bu soyutlama ve kavramsallaştırma sorunu, AKP’nin 2002 ve 2011 yılları arasında yürüttüğü ve sivilleşme olarak adlandırılan sürecin metodolojisini de etkiledi. Hiçbir liberal, medya kurumlarının TMSF ve kamu bankaları aracılığıyla hükümetin kontrolüne geçmesine itiraz etmedi. Zira, yürütülen mücadele ve müjdelenen gelecek özgürlük getireceği için, asker ile mücadele eden bir hükümetin medya gücünden yoksun bırakılması düşünülemezdi. Yine aynı dönemde, kamu ihale kanununun defalarca değişikliğe uğraması ve uluslararası standartlarla gösterdiği uyumsuzluk da liberallerin dikkatini çekmedi. Zira, hükümetin giriştiği kutlu savaşta, kamu kaynaklarının bu mücadeleyi destekleyen kesimlere aktarılmasının bizi bekleyen özgür gelecek için elzem bir strateji olduğu düşünülmüş olabilir. Sivil toplum kuruluşları, sendikalar, think-tankler ve üniversiteler üzerine düşen siyasal iktidar gölgesi de hiçbir liberali rahatsız etmedi. Zira, bu kurumlardaki kadrolar liberal kişiler tarafından doldurulur ve AKP’nin entelektüel ihtiyaçları bu kişiler tarafından giderilirse, askerler ile yapılan mücadelenin hem iç hem de dünya kamuoyuna daha kolay anlatılacağı varsayıldı. Bütün bunlarla beraber, Ergenekon ve Balyoz davalarında yürütülen hukuki sürecin garabeti ise çok az sayıda liberalin ilgisini çekti ve o dönemin heyecanı içerisinde kayboldu. AKP’nin 2011 senesinde aldığı yüzde 50 oy, geride bırakılan 9 senede verilen mücadelenin başarılı bir sonucuydu. Askerin psikolojisi ve toplumda yarattığı algı kırılmıştı. Fakat liberaller için bu durum büyük bir soruna işaret ediyordu. Asker ile mücadele ederken siyasi iktidara verilmiş bütün yetkiler şimdi ne olacaktı? Ve hepsinden önemlisi, medyayı, ekonomiyi ve toplumu şekillendirme enstrümanlarına sahip bir iktidar bundan vazgeçecek miydi? Günün sorunda asker gitmiş ancak askeri göndermek için imtiyazlarla donatılan sivil bir hükümet ortaya çıkmıştı. Ve siyasal iktidar sahiplerinin bir melek olmadığı liberallerin bir kısmı tarafından geç de olsa fark edildi. 2011 senesinden AKP hükümetine karşı eleştirel tutum geliştiren liberallerin temel itiraz noktası, güçlü bir devlet kültüne bürünen ve toplumu kuşatabilecek araçlara sahip olan sivil bir iktidarın nasıl sınırlandırılacağı üzerine kuruldu.

LİBERALİZMDE EKSEN KAYMASI: MİLLİ — EVRENSEL LİBERALİZM

Türkiyeli liberaller, farkında olmadan “milli liberalizm” okulunu ortaya çıkartmışlardı. Yani, liberal varsayımların, ülkenin kendine has şartları ve kendine has düşmanına karşı ihlal edilebildiği fakat bu ihlal sonucu bir özgür toplumun ortaya çıkacağının beklendiği bir modeldi bu. Düşmanın, yani ordunun, bir soyutlaması yapılmamış ve asıl sorunun siyaseti, toplumu ve ekonomiyi kumanda edebilecek bir devlet aygıtının ta kendisi olduğu teşhis edilmemişti. Bunun için, bahsedilen güçlü devletin bir askeri elite veya siyasal partiye ait olması arasında bireysel özgürlüklere yönelen tehditler açısından hiçbir fark olmadığı keşfedilememişti. Öte yandan, özgürleşmesi gereken mağdur olgusunun da soyut bir birey olmadığı ortaya çıkmıştı. Zira, muhafazakâr kökenden gelen liberaller için ülkedeki özgürlük sorunu başörtülü öğrencilerin üniversiteye girmesi ve muhafazakârların üniversite, sivil toplum, medya, bürokrasi ve iş dünyası gibi alanlarda yükselmeleriyle çözümlenmişti. Özgürleşmesi gereken ve her bir liberalin zihninde farklı bir somut karaktere bürünen Kürtbirey, Alevibirey, Ortasınıfsekülerbirey, transbirey, kadınbirey insanların sıkıntıları devam etmiştir. Günün sonunda, evrensel bir etik veya kuram çerçevesinde dünyayı yargılayan veya açıklamaya çalışan liberal prensipler, muhafazakârların, seküler orduya karşı verdiği iktidar savaşını kazanmaları için araçsallaştırıldı ve ortaya milli liberallerin somut düşmanlarını mağlup ettiği ve somut mağdur tiplemelerini özgürleştirdikleri bir tablo çıktı. Dünyayı Türkiye’den ibaret görmenin kaçınılmaz sonucuydu bu. Liberaller arası bölünme Gezi protestoları ve 17/25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmalarıyla beraber iyice görünür hale geldi. Özellikle muhafazakâr gelenekten gelen liberaller için, somut düşman olan ordunun bertaraf edilmiş olması ve somut mağdur olan muhafazakâr tiplemenin kamusal güvencelere kavuşması tatmin edici görüldü. Üstelik, bunu sağlayan iktidarın popüler seçim zaferleri kazanması onlar için kuvvetli bir meşruluk noktası oldu. Diğer taraftan, kendisini AKP’ye muhalif bir çizgide tanımlayan liberaller ise liberalizmin evrensel değerlerini tekrar hatırlamayı başardılar. Bir başka ifadeyle, sorunun devleti yöneten aktörün kim olduğuyla ve bu aktörün nasıl işbaşına geldiğiyle alakalı olmadığını, devletin gücü ve özel alanları dönüştürme kapasitesiyle ilgili olduğu tekrar hatırlandı. Bu önerme, liberalizmin Türkiye bağlamından ve bagajından kurtulup yeniden evrensel bir ahlak veya kuram olarak ülkemizde canlanması anlamına geliyordu. Evrenselliğin yeniden keşfedilmesi beraberinde hükümetlerin herhangi bir kutsal amaca ulaşmak için medya, ekonomi, toplum ve yargı üzerinde tahakküm kuramayacağı bir dünyayı müjdeliyordu. Bu durum ise liberalizmin evrensel önermeleri ile Türkiye’yi anlamaya ve açıklamaya çalışan liberalleri şaşırtıcı olmayan bir şekilde AKP iktidarının karşısında konumlandırdı. Günün sonunda, liberaller arasındaki ayrışma, milli liberalizm ve evrensel liberalizm eksenine oturdu. Ne var ki, yaşanan bu ayrışmanın 7 Haziran sonrasında anlamını yitirdiğini düşünüyorum. Bir taraftan, AKP’nin parlamento çoğunluğunu kaybetmesi, muhafazakâr gelenekten gelen liberallerin ısrarla öne çıkarttıkları sandık meşruluğu kavramının önemini yitirmesini beraberinde getirmiştir. Öte taraftan, AKP dışındaki siyasi partilerin, rejimin normalleşmesi ve iktidara devredilen olağanüstü güçlerin geri alınması sürecini yürütecek yetenekte olmaması ise evrensel liberaller için savundukları ilkelerin ülkenin sosyolojik gerçeklerinin duvarlarına çarpması anlamına geliyordu. Barış sürecinin bitmesi, çatışmaların ve sokağa çıkma yasaklarının başlaması, 90'lı yılları hatırlatan simaların medyada boy göstermesi, Hürriyet Gazetesi’ne yapılan baskın, Ahmet Hakan’ın darp edilmesi, İpek Medya Grubu’na el koyulması, Suruç ve Ankara patlamaları iki seçim arası dönemi siyaset biliminin ve kuramsal tartışmaların ilgi sahasının dışına çıkarttı. 1 Kasım seçimlerinin sonuçlarına doğrudan etki eden bu süreç, AKP’nin tekrar çoğunluğu sağladığı fakat ortada liberalizm adına yorumlanacak hiçbir şeyin kalmadığı bir Türkiye’nin de doğuşuna sahne oldu. Günün sonunda, Gezi olaylarıyla başlayan ve evrensel bir liberalizm söyleminin tekrar güç kazandığı dönem 7 Haziran seçimleriyle son buldu. Bununla beraber, milli liberalizm söyleminin ise çıplak ve estetik olmaktan bile uzak bir AKP apolojisinden öteye gidemeyeceği iki seçim arası yaşanan dönem ile ayyuka çıktı. 7 Haziran sonrası ülkeye, siyasetten ve fikir tartışmalardan ümidini kesmiş ve jeopolitik gelişmelerin kaderlerimiz üzerinde tek belirleyici olduğunu kabul etmiş bir ruh hali sindi ve liberalizm de bundan nasibini aldı.

LİBERALİZM NEFRETİ NASIL OLUŞTU?

En baştaki soruya dönmek zorundayız; liberallerden toplumun farklı noktalarında duran insanlar neden aynı anda nefret ediyor? Kanımca, bu sorunun cevabı milli ve evrensel liberalizm arasındaki farkı tespit etmeden verilemeyecek. AKP’nin karşısında duran Kemalist ve sol geleneğin liberalizmden nefreti, yerel dinamiklerin etkisinde kalmış milli bir liberalizmin 2002 senesinden sonra AKP’nin iktidar mücadelesini meşrulaştırmasından kaynaklanıyor. Her ne kadar Gezi protestolarından sonra evrensel bir liberalizm arzusu uyanmış olsa da, Kemalist ve sol çevreler bu uyanışı iş işten geçtikten sonra devreye giren ve geç kalmış bir refleks olarak görme eğilimindeler. Öte yandan, AKP ile birlikte saf tutan muhafazakâr ve İslamcı gelenekten gelenler ise milli liberalizm çizgisinden 2013 senesinde ayrılan ve evrensel liberal değerlere sığınarak AKP’yi eleştiren liberallerin varlığından rahatsızlar. İki kesim de, yaşanan ayrışmanın felsefi analizini yapmak yerine, derin bir güvensizlik duygusu içerisinde hareket ediyorlar. Belki de haklılar. Ancak 7 Haziran sonrası yaşanan süreç, her ne kadar düşünce akımlarına, sivil topluma ve devlet dışı aktörlere ülkenin geleceğini belirleme konusunda alan bırakmamış ve ülkeyi jeopolitik bir determinizmin kollarına itmiş olsa da liberalizmin yeniden örgütlenmesi için önemli bir fırsat sunuyor. Geride bıraktığımız 15 senelik dönem, evrensel prensipleri yerel dinamiklere tercih etmenin liberalleri ayrıştırdığını gösterdi. Artık ortada, yerel bir dinamik kalmadığına ve iktidarı liberal ilkelerle dönüştürme hayalleri (burada kastım liberal cemiyetlere gidip gelenlerin devlet memuru olabilmesi değil elbette) gerçekçiliğini yitirdiğine göre soyut bir liberalizm tartışması tekrar başlayabilir. Liberal entelektüeller birer cephe savaşçısı ya da kale muhafızı olmak zorunda değil. Bir nefretin ya da bir sevginin nesnesi olmak zorunda da değil. Ve dünyayı Türkiye’den ibaret görme hastalığının amansız pençesinden kurtulmak hâlâ mümkün. İster külliyat deyin ister literatür, orada keşfedilmeyi ve yorumlanmayı bekliyor.

Önceki İçerik31 Mart’tan 23 Haziran’a Türkiye ve Istanbul’da Yerel Seçimler
Sonraki İçerikAvrupa Insan Hakları Sözleşmesi’ne Giriş – Çeviri
Burak Bilgehan Özpek
Akademisyen, Doç.Dr. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden lisans, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi Bölümü’nden yüksek lisans, Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden doktora derecelerini aldı. Doktora sonrası araştırma projesini King’s College Savunma Çalışmaları Bölümü’nde tamamladı. De Facto devletler, çatışma, demokratikleşme, Türk Dış Politikası ve güncel Ortadoğu politikaları üzerine yaptığı araştırmalar Journal of International Relations and Development, International Journal, Iran and the Caucasus, Turkish Studies, Global Governance, Israel Affairs, Middle East Critique ve All Azimuth gibi dergilerde yer aldı. 2017 senesinde Peace Process Between Turkey and the Kurds: Anatomy of a Failure kitabı Routledge tarafından yayımlandı. Ortadoğu politikaları ve araştırma yöntemleri üzerine dersler veren Özipek halen TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. İ