I.

Özgürlük Araştırmaları Derneği’nin (ÖAD) kuruluşunun 3. yılı içindeyiz. Bu vesileyle, bizi ÖAD’yi kurmaya yönelten temel düşünceleri ve ÖAD’nin kuruluş amaçları hakkındaki kişisel görüşlerimi okuyucularla paylaşmak istiyorum.

Hatırlarsanız, ÖAD’nin kurulduğu 2014 yılı Türkiye’yi hızla otoriter bir rejime doğru sürükleyen gelişmelerin ardı ardına yaşandığı bir döneme rastlıyordu. Yine herkesin bildiği gibi, otoriterliğe gidişin 2013’ten itibaren öne çıkan ana gerekçesi, hükümetin, Gülen Cemaatinin devlet içinde “paralel bir yapı” oluşturmuş olduğu ve bunun tasfiye edilmesi gerektiği iddiası idi. Daha sonra gelişen olaylar, bu iddiada doğruluk payı olduğunu gösterdi.

Hatırlanacağı üzere, 2013 yaz ve sonbahar aylarında hükümetin dersanelerin kapatılacağını açıklamasıyla Cemaat ile AKP iktidarı arasındaki gerilim alenîleşti. Nitekim 2014 başlarında hükümet dersanelerin kapatılmasına ilişkin bir kanun tasarısını Meclise sundu ve kanunlaşmasını sağladı. Dersane gerilimini, malum 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları izledi. Başta başbakan Erdoğan olmak üzere hükümet sözcüleri bunun aslında hükümete yönelik bir darbe girişimi olduğunu ileri sürdüler. Ardından, hükümetin inisiyatifiyle, HSYK’yı Adalet Bakanlığının denetimi altına almaya dönük ve Şubat 2014’te Mecliste kabul edilen kanun değişiklikleri geldi.  Bu arada, Ocak ayında MİT TIRları olayının patlak vermesi, bu sefer yine hükümetin girişimiyle Millî İstihbarat Teşkilâtı Kanunu’nda Nisan 2014’te köklü değişiklikler yapılmasıyla sonuçlandı.[1]

Dediğim gibi, bu gelişmeler ve en son 15 Temmuz darbe girişimi AKP iktidarının otoriterliğe gidişinin görünen bahaneleri oldu. Maalesef, siyasî iktidar darbe girişiminin bastırılması ve darbecilerin hukuk çerçevesinde kovuşturulması haklı amacını aşan, yaygın bir sindirme ve bastırma süreci başlattı. Bu durum birçok kişinin, yanlış olarak, AKP’nin otoriterleşmesinin 2013 sonlarında Cemaati tasfiye etmek amacıyla giriştiği yasal ve idarî düzenlemeler ve yargısal hamlelerle başladığını düşünmesine yol açabilir. Ne var ki, gerçek durum hiç de böyle değildir. Çünkü, AKP iktidarının otoriterleşme eğiliminin başlangıcı aslında 2011 yılına kadar geri gitmektedir. Bu, “paralel yapı” meselesi olmasaydı bile AKP iktidarının zaten otoriterleşme sürecine girecek olduğu anlamına gelmektedir.

Çünkü, AKP’nin otoriterleşmesinin, varlığı konjonktürel gelişmelerden bağımsız olan bazı esaslı nedenleri bulunmaktadır. Bu partinin hem ideolojisinin, hem de partiye hâkim olan zihniyet yapısının otoriter bir potansiyel içerdiği aslında hiç de sır değildir. Nitekim, bu satırların yazarı daha 2003’lerden beri bu noktaya birçok yazı ve konuşmasında dikkat çekmiştir[2]. Bu otoriter potansiyel, partinin ideoloji ve zihniyet dünyasının devlet-toplum ilişkisine ve demokrasiye bakışında belirgin bir biçimde kendini göstermekteydi, göstermektedir.

Şöyle ki: AKP en başta, toplumu türdeş ve yekpare bir bütün olarak tasavvur etmektedir. Bu tasavvurun partiye hâkim olan başka bir yanlış fikirle -“millî irade efsanesi”yle-[3] birleşmesi, partililerce “demokrasi”nin çoğunluğun sınırsız yönetimi olarak anlaşılmasına yol açmaktadır. Demokratik çoğulculukla bağdaşmazlığı bir yana, bu anlayış toplumun sözde türdeşliğini de, esas olarak, “millî ve manevî değerlerimiz” söyleminde ifadesini bulan dinî referanslarla tanımlamaktadır. Ayrıca, AKP’nin gerek tabanında gerekse yönetim kadrosunda hâkim olan anlayışa göre, en iyi yönetim, hepimizin iyiliğini bilen ve gözeten güçlü bir liderin iradesine milletçe teslim olmakla olur. Tabiatıyla, bu anlayış da “kurallara bağlı yönetim”in yerine kişisel sadakati ve keyfî yönetimi öne çıkarmaktadır. AKP iktidarının artık iyice istikrar kazanmış olan hukuk-tanımazlığının arkasında yatan da esas olarak bu anlayıştır.

II.

İşte, 2014 yılı itibariyle AKP iktidarının otoriterliğe doğru yürüyüşünün yukarıda belirttiğim şekilde hız kazanması karşısında, liberal-demokratik rejim standartlarını hatırlatacak bağımsız bir entellektüel sesin yükseltilmesine olan ihtiyaç da aciliyet kesp ediyordu. Sadece temel hak ve hürriyetlerin değil, sistemin denge ve denetim mekanizmalarının, hukukun ve hatta bizatihi hukuk fikrinin tahrip edildiği bir zeminde, asgarî düzeyde bir demokrasinin bile kurulamayacağı izahtan varestedir.[4] Liberallik iddiası güdenlerin bir kısmının, temel liberal değerleri “seçim”den ibaret bir sözde demokrasiye feda etmeye hazır olmaları karşısında, böyle bir çıkış yapmak bizim için zorunluluk halini almıştı.

Hatırlatılması ve hatırlanması gereken standartların başında, insan hakları geliyordu. Yargı bağımsızlığı, tabiî hâkim ilkesi ve hâkim teminatı ile birlikte, “hukukun üstünlüğü” geliyordu. Hukukun adaletle ilişkisinin kurulması geliyordu. Özgür bir toplumun ancak âdil ve hakkaniyetli bir hukuk temelinde var olabileceği geliyordu. Nitekim, ÖAD’nin bu kısa zaman içinde yaptığı en büyük ve önemli iş, kanaatimce, “Hukukun Üstünlüğü ve Türkiye” raporunu hazırlayıp kamuoyunun bilgisine sunmak olmuştur.

III.

Evet, Özgürlük Araştırmaları Derneği işte böyle bir ortamda, baskıcı bir yönetim ihtimaline karşı Türkiye toplumunu ve siyasî rejimini teçhiz etmek, böylece Türkiye’nin hukukî ve siyasî olarak medenîleşmesi davasına mütevazi bir katkıda bulunmak amacıyla kuruldu. Elbette bunu, sadece görevdeki hükümetin yanlışlarını göstererek değil, iki yıl önceki kuruluş resepsiyonumuzdaki konuşmamda yaptığım gibi,[5] Türkiye’de hukukun üstünlüğüne dayalı bir demokrasinin bir türlü kurulamamasının tarihsel arka planına da dikkat çekerek yapmak gerekiyordu. Bu arka planın eksik-gediklerini kısmen de olsa telâfi etmek ve Türkiye’nin sahici bir hürriyetçi, çoğulcu ve demokratik rejime kavuşması amacına katkı yapmak ise ancak hukukun özgürlük ve adaletle ilişkisini kuran ve sivil hayat alanıyla birlikte sistemin denge ve denetim mekanizmalarının güçlendirilmesine vurgu yapan araştırma, yayın ve diğer ses-veren faaliyetler yoluyla mümkün olabilirdi. ÖAD işte geçen iki yılda bunu yapmaya çalıştı ve gelecekte de yapmaya devam edecek.

Ben baştan beri, böyle bir davaya hizmet edebilmesi için ÖAD’nin şu esaslara bağlı kalması gerektiği inancında oldum:

(1) ÖAD siyasî iktidar karşısında bağımsız bir konuma sahip, sahici anlamda sivil bir kuruluştur.

(2) ÖAD’yi bir arada tutan şey kişisel sempati ve antipatiler değil, liberal ilke ve değerler olacaktır. Özellikle, kişisel sadakate dayalı cemaatçi ilişkilere bu dernekte yer yoktur.

(3) ÖAD aktivist değil, fikrî üretim yapmaya odaklanan bir kuruluştur.

(4) ÖAD özgür toplum idealine bağlı olup, faaliyetlerini esas itibariyle “hukuk ve özgürlük” temelinde yürütür.

(5) ÖAD seçimsel, çoğunlukçu, plebisitçi ve delegatif türleriyle, bütün “illiberal demokrasi” uygulamaları karşısında liberal değerler ve kurumları kararlılıkla savunur.

Son olarak belirtmem gerekir ki, özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında bütün bir toplumla birlikte içinde bulunduğumuz zor şartlara rağmen, Özgürlük Araştırmaları Derneği şimdiye kadar bu esaslara bağlı kalmıştır. Umarım bu hep böyle devam eder.

NOTLAR

[1] Bu değişiklikler o zaman (9 Mayıs 2014’te) şöyle nitelemiştim: “(B)ütün vatandaşları hem MİT’in gözetimi altına koyan hem de onları bu teşkilâta istihbarat sağlamakla görevli kılan, (…) bu teşkilâtın karanlık işler yapacak elemanlarını -hatta bu işlerde kendisine yardımcı olan özel kişileri de- sorumluluktan kurtaran, görmekte olduğu davaların niteliği gerekli kılsa bile mahkemelerin MİT’ten bilgi-belge-kayıt isteyebilmesinin önünü kapatan, yayın ve basım yasağı yoluyla teşkilâtın gizli-kapaklı işlerini kamunun bilgisinin dışına çıkaran… kısaca her bakımdan lâyüs’el bir istihbarat teşkilâtı kuran bir kanunla karşı karşıyayız.” Bugün tam da burada tanımlanan durumu yaşıyoruz.

[2] Sadece son yıllardan bazı örnekler için, bkz., “Muhafazakâr Hegemonyaya Doğru Mu?”, Star, 15.01.2011; “Millî İrade, Çoğulculuk ve ‘İleri Demokrasi'”, Taraf, 09.07.2011; “Hukuksuz Demokrasiye Doğru Mu?”, Taraf, 17.01.2012; “İslâm, Çoğulculuk ve AKP İktidari”, Liberal Düşünce, Yıl 18, Sayı 69-70 (Kış-Bahar 2013), ss. 57-62; “Yeni Türkiye Vizyonu”, Yeni Türkiye, n. 56, Ocak-Şubat 2014; “Türkiye’nin Siyasî Görünümü”, Zaman, 26 Nisan 2014; “Hukuk Fikrinin Tahribine Doğru”, Zaman, 10.07.2014.

[3] “Millî irade efsanesi”nden kastım, öznesi “millet” olan tekil bir iradenin hem var olduğu, hem de bunun yanılmaz olduğu inancıdır. Oysa, gerçekte ne böyle tekil bir irade vardır, ne de bu sözde irade yanılmazdır.

[4] Nitekim ÖAD’nin kuruluş resepsiyonunda yaptığım konuşmada tarihsel bir perspektifle vurguladığım ana tema da bu olmuştu. Bkz. “Liberal Zemin Olmadan Demokrasi Olmuyor”, http://oad.org.tr/must-erdog-demokrasi.

[5] Bkz. yukarıdaki 4 nolu dipnot.

Önceki İçerikIttihatçı Cavit Bey, Polat Tunçer, -kitap Incelemesi-
Sonraki İçerikTürkiye’de Basın Özgürlüğü Raporu 2019-2020
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)