Popülizm Çağında Liberal Demokrasiyi Savunmak

Geçtiğimiz hafta Salı günü (4 Eylül 2018) Friedrich Naumann Vakfı’nın ev sahipliğinde, Vakfın 60. Yılını şereflendirmek ve 2017 yılında Andorra’da ilan edilen Liberal Manifesto’yu kamuoyuna duyurmak maksadı ile İstanbul’da bir toplantı düzenlendi. Bu toplantıda Popülizm ve İlliberalizm Çağında Liberalizm (Liberalism in the Age of Populism and Illiberalism) başlıklı bir panel de gerçekleştirildi. Moderatörlüğünü yürütmekten onur duyduğum bu panelin konuşmacıları arasında, Friedrich Naumann Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı ve Liberal Enternasyonel (Liberal International)’ın Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Karl-Heinz Paqué, TÜSİAD Baş Ekonomisti Dr. Zümrüt İmamoğlu ve Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi, Yrd. Doç. Dr. Berk Esen yer almaktaydı. Sunuşlarında, Dr. Esen dünyada popülizmin yükselişinin arkasındaki politik, demografik ve kültürel faktörlere, Dr. İmamoğlu daha çok ekonomik faktörlere ve Prof. Dr. Paqué de ekonomik olan ve olmayan bu faktörlerin karşılıklı etkileşimine odaklandılar. Konuşmacıların sunumları, dinleyicilerin yorumları ve kendi okumalarım üzerine temellendirdiğim aşağıdaki yazının sizlere bu toplantı ve içeriği hakkında fikir vermesini umut ederim. Dünya liberalleri, II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, 1947 yılında, İngiltere’nin Oxford kasabasında bir araya geldiler. Batı demokrasileri karşı karşıya kaldıkları iki totaliter tehdit, Nazizm ve Faşizmi, savuşturmuşlar; Sovyetler Birliği’nin sunduğu bir başka totaliter tehdit, komünizm ile henüz tanışmakta idi. Bu ortamda dünya liberalleri bireyin onurunu ve özgürlüklerini bu totaliter tehditler karşısında avunmanın ilkelerini tartıştılar ve “Liberal Manifesto”yu ilan ettiler. Genel hatlarıyla liberal manifesto, insan onuru ve özgürlüğünün ancak bir liberal demokraside korunabileceğini ilan ediyordu. Bu liberal demokratik rejim, siyasi alanda insan haklarını koruyan hukuk devletine dayalı bir anayasal demokrasi, ekonomik alanda da mülkiyet hakkı ve girişim özgürlüğüne dayalı rekabetçi bir piyasa ekonomisi olarak ortaya çıkmıştır. Esasen, Batı dünyası II. Dünya Savaşı sonrasında bir grup liberalin ilan ettiği bu hususlarda bir konsensüse varmıştır. Soğuk Savaş boyunca, Batı dünyası bu konsensüs etrafında komünist tehdit ile mücadele etmiştir. Soğuk Savaş’ın Batı’nın zaferi ile sonuçlanmasının ardından Francis Fukuyama gibi kimi yorumcular aceleci bir şekilde liberal demokrasinin nihai zaferini ve siyasi evrim anlamında tarihin sonuna gelindiğini ilan etmiştir. William Galston (2017)’a göre liberal demokrasi, halk egemenliğini vurgulayan “cumhuriyetçilik”, halkın eşitliği ve yönetime katılımını vurgulayan “demokrasi”, yönetimin sınırlandırılmasını vurgulayan “anayasacılık” ve birey ve onun haklarının merkezi konumda olduğunu vurgulayan “liberalizm” unsurlarından oluşur. Bu unsurlara dayanan bir liberal demokraside halk, egemenliği elinde tutmaktadır. Halk bu egemenliğini doğrudan veya temsilcileri aracılığıyla eşit bir şekilde kullanmaktadır. Halk, egemenliğini hayatın her alanın kapsayacak şekilde değil, sosyal hayatın zorunlu kıldığı ortak faaliyetleri gerçekleştirmek üzere sınırlı bir alanda kullanır. Son olarak, bireyin özgürlüğünün korunması temel amaçtır. Bu ilkelere dayanan liberal demokrasi 1990’lı yıllar boyunca rakipsiz konumunu korumuştur. Ancak 2000’li yıllarla birlikte Batı demokrasileri yeni bir tehdit ile karşı karşıya kalmıştır: “popülist otoriteryenizm” veya diğer bir isimlendirme ile “illiberal demokrasi”ler. Bu yeni tehdit, liberal demokrasinin cumhuriyetçilik ve demokrasi unsurlarını benimsemekte ancak anayasacılık ve liberalizm unsurlarını reddetmektedir. İlliberal demokrasiler, sınırlandırılmamış halk egemenliğini öne çıkarmakta, insan haklarına dayalı hukuk devleti ilkesini bir ayak bağı olarak görmektedir. Bu rejimler, yarışmacı piyasa ekonomisine değil ama ahbap çavuş ilişkilerine dayalı “yandaş kapitalizmine” (crony capitalism) dayanmaktadır. Popülist/illiberal demokrasilerin Rusya, Macaristan gibi sağ versiyonları ve Venezuela gibi sol versiyonları mevcuttur. İlliberal demokrasilerin ortaya çıkış nedenlerine baktığımızda maddi olan ve olmayan nedenler olduğunu görmekteyiz. Maddi nedenler arasında, küreselleşme olgusunun sonuçları göze çarpmakta. Küreselleşme olgusu özellikle 1980’li yıllarla birlikte hız kazanmıştır. Bu dönemde, özellikle otomotiv, beyaz-eşya gibi dayanıklı tüketim malları ile tekstil gibi dayanıksız tüketim mallarının üretiminin gelişmiş batıdan gelişmekte olan ülkelere kaymasına şahit olduk. Bu çerçevede küreselleşme, gelişmekte olan ülkelerdeki yoksulluğun azaltılmasına çok olumlu katkıda bulundu. Mutlak yoksulluk tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar azaltıldı. Ancak, bu gelişmeden zararlı çıkanlar, daha önce gelişmiş dünyada bu sektörlerde çalışan insanlar oldu. Eğitim düzeyleri düşük olan bu insanlar daha çok küçük kasabalarda yaşamakta ve yeni işlere geçiş yapmakta güçlük yaşamaktadır. Bu kişiler, ABD’de Donald Trump’ın Başkan seçilmesinde görüldüğü gibi, kendilerine eski işlerini ve ekonomik güvencelerini vereceğini iddia eden popülist liderleri desteklemeye oldukça yatkın olabilmektedir. Popülist rejimlerin yükselişindeki maddi olmayan nedenlere baktığımızda “kültür” faktörünü görmekteyiz. Özellikle 20. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş dünyaya yönelik gittikçe hızlanan bir göç dalgası yaşanmaktadır. Bu dalganın gerisinde ekonomik nedenler kadar savaş ve baskı ortamı gibi ekonomik olmayan nedenler de mevcuttur. Farklı kültürlerden pek çok sayıda insanın akınına uğrayan Batı ülkelerinde pek çok insan farklı olan karşısında bocalamakta, ulusal kültürün tehdit altında olduğunu düşünmektedir. Bu durumda, göçmenlere karşı tepkiselliğe ve hatta düşmanlığa kadar varmaktadır. İşte illiberal demokrasiler özellikle bu iki unsuru sömürerek oylarını arttırmakta ve liberal demokrasilerin altını oymaktadır. Peki, bu durum karşısında ne yapılmalıdır? Liberal International üyeleri bu tehdidin farkında olarak çözüm yolunda 2017 yılında Andorra’da yeni bir Liberal Manifesto ilan etmiştir. Bu manifesto 1947 yılında ilan edilen ilk Liberal Manifesto’nun ruhunu yaşatmakta onu yeni tehditler karşısında güncellemektedir. Bu doğrultuda, bireyin onuru ve özgürlüğünün en temel değer olduğunun altını çizmekte ve illiberal demokrasilerin reddettiği liberal boyutu öne çıkarmaktadır. Birey hakları, fırsat eşitliği, hukuk devleti ve hoşgörü gibi liberal değerler kuvvetli bir şekilde vurgulanmaktadır. Aynı zamanda, gelişmiş ülkelerde kendilerini ekonomik ve kültürel açıdan tehdit altında hisseden grupların endişelerine kulak verilmektedir. Bu doğrultuda fırsat eşitliğine dayalı eğitim ve sağlık politikaları savunulmakta, fakirliğin serbest ve adil bir uluslararası ticaret rejimi ile ortadan kaldırılabileceği vurgulanmaktadır. Yabancı düşmanlığına şiddetle karşı çıkılmakta, göçün reddedilmek yerine kontrollü bir şekilde gerçekleştirilmesi desteklenmektedir. Gerek ekonomik gerekse de kültürel endişelere karşı sivil toplumun yapıcı rolüne dikkat çekilmektedir. Evet, bugün liberal demokrasiler yükselen popülist otoriteryen rejimlerin tehdidi ile karşı karşıyadır. Liberal demokrasiler geçmişte ideolojik açıdan çok daha güçlü olan Nazizm, faşizm ve komünizm tehditlerini yenmiştir. Bu yeni tehdit karşısında paniğe kapılmaya gerek yoktur. Ancak, bu yeni tehdit liberaller tarafından ciddiye alınmaktadır. Liberaller, 2017 yılında Andorra’da ilan ettikleri Liberal Manifesto ile bu mücadeledeki kararlılıklarını göstermişlerdir.

Kaynak William A. Galston, “The Populist Challenge to Liberal Democracy”, Journal of Democracy, Volume 29, Number 2, April 2018, pp. 5–19.

Önceki İçerikDarbe Girişimi Ve Sistemik Kriz
Sonraki İçerikVenezüella Sosyalizminde Bira Yok (ve Demokrasi De)