Putin’in Otoriter Kleptokrasisi

Levent Gültekin, uzun süredir Erdoğan’ın iddia ettiğinin aksine ‘milletin adamı’ olma vasfını çoktan terkettiğini ve yeni bir evreye geçtiğini yazar. Gültekin’in ifadesiyle bu “ Kendini devlet görme evresi. Fransa Kralı 14. Louis’in, önerdiği vergileri “Devletin hassasiyetleri” diyerek onaylamayan parlamentoya yönelik söylediği iddia edilen “Devlet benim” evresi.“ Ve ilave eder: “Tarihteki bütün otoriter liderlerin kaçınılmaz olarak vardığı evre bu.Bir anlamda sondan bir önceki evre.”

Çok haklı.

Baktığınızda görünen manzara şöyle: Bir tarafta her geçen gün gücü ve yetkisi artan bir lider, diğer tarafta eriyen ve bizatihi kendisi haksızlığın, adaletsizliğin ve eşitsizliğin kaynağı olarak tüm meşruiyetini yitiren bir devlet…Murat Sevinç, “Bu çok ilginç bir şey. Türkiye’de yönetici katmanlar, iktidardan ayrı bir güç olan devlet olgusunu gitgide ortadan kaldırmakta ya da eritmekte” diyor.

Türkiye’de, artık bildiğimiz anlamda bir devlet yok. Her ne kadar muhalefet hâlâ parlamentoda ve yerel yönetimlerde varlığını koruyorsa da, yasama ve yargı, iktidardan bağımsız olma ve iktidarı gerektiğinde dengeleme ve denetleme işlevini bütünüyle yitirmiş durumda.

Çoğu kez içinde yaşadığınız ve an be an tanıklık ettiğiniz olayların ciddi bir dönüşümün habercisi olduğunu göremezsiniz. Bu nedenle bazen başkalarına bakmak, başka örnekler üzerinden ‘ne oldu?, nasıl oldu?’ sorusuna cevap aramak zihin açıcı olur diye düşünüyorum.

Bir de, özellikle Suriye belasına bulaşalı beri, Putin’in Karadeniz’in ötesinde bir karakolu durumuna düşen ve Putin’e hiçbir konuda ‘hayır’ deme imkanı kalmamış olan bir ülkenin vatandaşları olarak, Putin’in nasıl yavaş, soğukkanlı ve dikkatli adımlarla 21.yüzyılın etkisi en güçlü bir diktatöre dönüştüğünü bilmemiz iyi olur kanısıyla bu yazıyı yazıyorum. Uzun ve sancılı bir çöküş sürecinden sonra, kısa bir demokratikleşme çabasının ardından Putin ile yeniden otoriter bir rejime dönüşen Rusya’nın hikayesi derslerle dolu bir hikaye.

Sevgili dostum Ayşen Candaş’ın önerisiyle Yale Üniversite’since yayınlanan Anders Âslung’un ‘Russia’s Crony Capitalism’ kitabını okumaya başladım. Âslung, 2000 yılında başlayan Putin’in yolculuğunu ve bu yolculuğun Rusya’yı götürdüğü, daha doğrusu Ruslara sunduğu yaşamı oldukça ayrıntılı ve belgelere dayanarak anlatmış.

Aslında Rusya üzerinde geçmişte epey bir çalışmışlığım var. Yıllar önce üniversitede asistanken, birlikte çalıştığım ve özlemle andığım rahmetli Doç.Dr. Berker Yaman ile birlikte hazırladığımız ekonomik sistemler kitabı için Sovyetler Birliği ekonomisi üzerinde epey bir araştırma yapmıştım. İdeolojik saiklerle hazırlanan Gosplan’ın işe yaramadığı gibi, üretim planlamasının ekonomide çok ciddi bir verimsizlik sorunu doğurduğunu, gizli enflasyonun Sovyet sistemini içten içe kemirdiğini, üretimi artırmak için verilen üretim hedefleri politikasının müthiş bir kaynak israfına yol açarken parti yöneticilerini zenginleştirdiğini ve halkın taleplerini karşılayamayan sistemin sonunda tıpkı Batılılar gibi kâr hedefleri üzerine yeniden tasarlandığını görmüştüm. O arada yolumuz Gregory Grossmann ile kesişti ve biz kitap yazmaktan vazgeçip, Grosmann’ın kitabını Türkçe’ye çevirdik. Ama yaptığımız araştırmaları da 1984 yılında makale olarak yayınladık.Yazdığımız makalede Sovyet sisteminin çöküşe yakın olduğunu söylemiştik. Nitekim 1985 yılında Perestroyka ve Glasnost dönemi başlamış, 1991 yılında da Sovyetler Birliği çöküşünü ilan etmişti.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünün üzerinden 28 yıl geçti.

2000 yılı hem Rusya hem de dünya için bir dönüm noktasıdır. Dünya bilgi ve globalleşme çağına adım atarken, Rusya’da da iktidar değişiyordu.

2000 yılına girerken Yeltsin istifa etti ve başkanlığı halefi Putin’e bıraktı. Rusya’nın son serbest seçimi sayılan 2000 Mart ayında yapılan erken seçimle de Putin’in o günden bugüne süren ve daha da süreceği anlaşılan iktidarı başladı.

Putin, başkanlığı Yeltsin’den devraldığında Rusya’da makro ekonomik istikrar sağlanmış, ve ekonomi yılda ortalama yüzde 7 büyümeye başlamıştı. Putin de, iktidarının ilk yıllarında reformlara devam etti. 2008 yılına kadar Rusya için neredeyse ‘altın çağ’ diyebileceğimiz bir dönem başladı. Ne yazık ki, güzel günler 2008 global krizi ile sona erdi. 2009 yılından sonra Rusya yıllık ortalama sadece yüzde 1 büyüyebildi. 10 yıldır da durgunluğun sınırında dolaşıyor.

Kuşkusuz bu zayıf performansta Rusya’nın bir petrol devleti olmasının payı çok büyük. Petrol fiyatlarının yüksek olduğu 2011-13 yılları arasında Rusya’nın ihracatının üçte ikisi,bütçe gelirlerinin yarısı ve gayri safi yurtiçi hasılasının beşte bir petrol gelirlerine bağlıydı.

Nasıl ki, bizde inşaat ve kent rantları sanayiyi, tarımı yutmuş ve aynı zamanda parlamenter demokrasinin, kapsayıcı kurumların ve verimliliğin altını oymuşsa, petrol de uzun vadede, Rusya’da perestroika ile başlayan glasnost açılımının altını oydu. Petrolün üretim ve dağıtım rantı eski KGB ajanı Putin’e, kimilerinin Putinizm dediği, tarihçi Chris Miller’in kleptokrasi dediği otoriter rejimini kurma olanağını sağladı.

Bugün petrolü, gazı, doğal kaynakları, elindeki nükleer savaş gücü ve silah sanayi, güçlü istihbarat örgütü, petrol oligarkları ve devasa trol ordusuyla batı demokrasilerini devirmeye soyunan Putin’e ne ülkesinde ne de dünyada meydan okuyacak bir güç bulunmuyor.

Anders Âslund, Russia’s Crony Capitalism kitabında, Putin’in yavaş yavaş tüm reformları nasıl geriye döndürdüğünü, Rusya’yı nasıl yeniden Çarlık Rusyasının karanlığına hapsettiğini çok detaylı anlatır. Âslund, bugünkü Rusya’nın fiziki görünümü daha modern, renkli ve temiz, ancak Rusların umutsuzluğu tıpkı 1984’teki gibi diyor. Rusya’da Putin’in başkanlığı bırakacağına ve Rusya’nın özgür bir ülke olacağına artık kimse inanmıyor.

Zaten ciddi rakiplerinin seçime katılmasına izin vermediği 2018 Mart seçiminde oyların yüzde 77’sini alarak, resmi olarak dördüncü, ama gerçekte beşinci dönemine yeni başladı sayılır.

Karen Dawisha, ‘Putin’s Kleptocracy’ kitabında Putin’in büyük bir ustalıkla inşa ettiği rejimi otoriteryen kleptokrasi olarak tanımlıyor ve Putin’in yönetimini anlamak için organize bir suç örgütünün nasıl çalıştığına bakmak gerekir diyor. Kendine tam bir kontrol ve iktidarda kalma güvencesi sağlayan sistemini tüm ayrıntılarıyla inşa eden Putin’in kurduğu sistemin organizasyonu ve çalışması Putin’in üniversite yıllarında, KGB’de, St.Petersburg belediyesinde birlikte çalıştığı ve sadakatinden yüzde 100 emin olduğu adamlarına dayanıyor.

Âslund, Putin’in kurduğu otoriteryen kleptokrasinin dört ana halkadan oluştuğunu söylüyor. İlk halkada KGB’den arkadaşlarının kontrolünde olan Federal Güvenlik Servisi, diğer güvenlik birimleri ve yargı bulunuyor.

İkinci halkada, yine Putin’in yakın arkadaşlarının kontrolündeki devlet teşebbüsleri var. Bu kuruluşların yöneticileri kontrol ettikleri devlet kaynaklarını ve varlıklarını yine Putin’in yakın dostlarına çeşitli yollarla aktarıyorlar.

Üçüncü halkayı Putin’in St. Petersbug’dan bugüne yakın dostları olan işadamları oluşturuyor. Bunların hepsi Rus hükümetinden, özellikle Gazprom’dan aldıkları ihaleler ve Gazprom’un varlıklarını ucuza alarak milyarder olan ve bu milyarları Rusya dışındaki yatırımlara taşıyan arkadaşları. Yani bizim ‘oligark’ olarak bildiğimiz kişiler…

Âslund, dördüncü halkanın en az bilinen ve görmezden gelinen halka olduğunu söylüyor. Bu halkada öncelikle Anglo-American vergi cennetleri olmak üzere tüm vergi cennetlerinde sahipliği belli olmayan şirketler kuran, yatırım yapanlar bulunuyor. Bu hesaplar bugüne kadar Putin’in çok yakınında görmediğimiz için Putin’le kolay kolay ilişkilendirilemeyen Putin’in yakın arkadaşları ve oğulları tarafından yönetiliyor. Putin, devlet teşebbüslerinin yönetim kademesini yakın arkadaşlarının yirmili yaşlarındaki oğullarıyla doldurarak sadece kleptokrasisini değil, kendi aristokrasisini de inşa ediyor.

Bu dört halka Putin’in otoriteryen kleptokrasisini oluşturuyor. Hoş, günümüzde bütün otoriter rejimler, hatta hâlâ demokrasi olduğunu iddia eden otoriter rejimlerin hemen hepsinde bu halkaların tamamını görmek mümkün.

Putin’i en yakın çevresi ‘yeni çar’ olarak görüyor. Çünkü gücünün hiçbir sınırı yok. Sözü kanun. Sadık adamları eliyle ekonomiden, yargıya, güvenlik kuruluşlarından istihbarat örgütlerine ve Rusya’nın tüm yeraltı kaynaklarına kadar her şey üzerinde tek söz sahibi o. Rusya’da her bürokrat ve şirket yöneticisi doğrudan Putin’den emir alır ve sadece Putin’e hesap verir.

Bugün Rusya’da mülkiyet haklarından, basın özgürlüğünden, kamu yararını gözeten bir adalet sisteminden bahsetmek mümkün değil. Tıpkı yakın dostu olan diğer otoriter liderlerin ülkelerinde olduğu gibi… Zaten çoğunun hem akıl hocası hem de en büyük destekçisi.

Âslund, Rusya’daki hakim ideolojinin milliyetçilik ve devletçilik olduğunu ama asıl amacın şahsi gücün ve servetin tahkimi olduğunu belirtiyor.

Milliyetçilik damarını diri tutmak Putin’in temel politikası. Söylemleri ve eylemiyle sürekli Rus milliyetçiliğini besliyor. Rusya’nın tarihinde önemli olayların tüm ülke sathında büyük törenlerle kutlanması Putin’in çok önem verdiği bir şey.

Ne var ki, Şubat Devrimini liberal ve kaotik, Ekim Devrimini de komünist ve kurduğu düzene meydan okuma olarak gören Putin, 1917 Devrimi’nin yıldönümünü kutlamayı genellikle ihmal eder. Bunun yerine 1941-45 Büyük Vatanseverlik Savaşı’nı büyük törenlerle kutlamaya özel bir itina gösterir.

Özetle Putin güçlendikçe Rusya zayıfladı. Askeri bir güç olarak hâlâ süper güç olduğu düşünülüyorsa da, ekonomisi son derece zayıf ve kırılgan ve yıllardır yıllık yüzde 1 gibi çok zayıf bir ekonomik büyümeye hapsolmuş durumda. Nükleer gücü ve gelişmiş bir savunma sanayi var ama temel ihtiyaçlarının çoğunu kendisi üretemiyor. Çünkü sivil üretimi neredeyse yok.

Her ne kadar Ruslar Putin rejiminin kıskacından kurtulacaklarına inanmıyorlarsa da, Âslung da, bu düzenin devam ettirilemeyeceğinde ısrarlı.

Belli mi olur? Biz Berker Hoca ile o makaleyi yazdığımızda, herkes hayal gördüğümüzü söylemişti.

 

*Bu yazı 05.10.2019 tarihinde Ahval News'ta yayınlanmıştır. 

Kaynak: https://bit.ly/327lOif

Önceki İçerikLiberteryanizm Nedir?
Sonraki İçerikSavaşa Dair
Nesrin Nas
Ekonomist, Siyasetçi