Rusya ve İran tarafından desteklenen otokratik rejimin uzun süren iç savaşın ardından nihayet devrilmesi sonucunda devlet başkanı Esad’ın ülkeyi terk etmek zorunda kalması Suriye’de ve bölgede bir çok bakımdan yeni bir durum yarattı. Esad yönetiminin devrilmesi bölgede güç dengesinin önemli ölçüde değiştiğini, bu arada Türkiye’nin de güçlü bir aktör olarak ortaya çıktığını ve Suriye’nin yeniden yapılandırılmasında da etkin olacağını göstermektedir.
Suriye’de rejime karşı çarpışan çeşitli gruplar, aynı zamanda, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu muhtelif ‘’yabancı’’ devletler adına çarpışan vekâlet savaşçıları olarak ta görülmektedirler. Başkent Şam’ı ele geçiren ve El-Kaide’nin bir türevi (ve ‘’güncellenmiş’’ El-Nusra) olarak nitelenen HTŞ adlı İslamcı örgüt bu süreçte öne çıkmış görünüyor ki bu durum çeşitli çevrelerin Suriye’nin geleceğinden endişe etmesine yol açmaktadır. Esad rejiminin yıkılmasında rolü olan diğer önemli gruplar ise arkasında Türkiye’nin olduğu ‘’Suriye Millî Ordusu’’ ile PKK’nın bir uzantısı olmakla beraber ABD tarafından desteklenen YPG’dir.
Bu gelişme, Rusya ve İran’ın bölgede etkin birer güç oldukları algısına darbe vururken, iç savaşta YPG dışındaki güçlerin koordinasyonunda etkili olduğu anlaşılan Türkiye’nin, ABD’nin göz yumması veya teşvikinin de katkısıyla, önemli bir aktör olarak ortaya çıktığı anlamına gelmektedir. ABD’nin el altından verdiği destek Türkiye’yi Suriye’nin yeniden inşa ve imarında kendisinin esaslı bir partneri haline getirmiş bulunuyor. ABD’nin bu şekilde Türkiye’yi Suriye’de ‘’görev ortağı’’ yapmasında, Türkiye’nin bölgede kendi çıkarları olan ve dikkate alınması gereken bir güç olduğunun farkında olmasının yanında, Gazze’deki savaş boyunca Türkiye’nin İsrail’le ticarete (bir bakıma, ona lojistik destek sağlamaya) devam etmesinin de etkili olduğu tahmin edilebilir.
Öyle veya böyle, iç savaşın ve bu arada İsrail’in son saldırılarının Suriye’nin toplumsal yapısında, siyasî ve hukukî kurumlarında, altyapısında ve ekonomisinde yaptığı büyük tahribat karşısında, bu ülkenin yeni toplumsal-siyasal düzeninin tesisi ve ekonomisinin toparlanması işinde öncülük yapacakları anlaşılan ABD ve Türkiye’yi bir hayli zor bir görev beklemektedir. Suriye’nin toplumsal bakımdan bölünmüş yapısı ve iç savaştan kaçarak başta Türkiye olmak üzere yabancı ülkelere göç etmiş olan yurttaşlarının -hepsi olmasa da- büyük kısmının geri dönmeye başlaması Türkiye ve ABD’yi ülkede barış ve düzeni kalıcı olarak tesis etme gibi üstesinden gelinmesi hiç te kolay olmayan bir görevle karşı karşıya bırakmıştır.
Şu var ki, bu elbette ‘’bugünden yarına’’ tamamlanabilecek bir görev değildir, Suriye’de yeni düzenin oturması en azından birkaç yıl alacaktır. Bu ülkede eğer sahiden kalıcı bir barışın ve medenî bir toplumsal-siyasal iklimin garanti edilmesini istiyorlarsa, Türkiye ve ABD’nin deruhte etmek durumunda oldukları ortak görevin temel hedefi, hiç şüphesiz, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokratik düzenin tesisi olmak zorundadır. Bun için en başta çok gecikmeden Suriye halkını oluşturan bütün unsurların katılımıyla ‘’kurucu meclis’’ niteliğinde bir parlamento oluşmasının sağlanması gerekmektedir. Bu Meclisin yapacağı yeni anayasanın da aynı çoğulcu perspektifi yansıtması şarttır.
Belirtmek gerekir ki, Suriye’deki müstakbel koordine edici iradenin, daha ziyade Türkiye’nin, bu görevde kaçınması gereken en büyük yanlış ‘’ülkenin bütünlüğü’’ adına merkeziyetçi-üniter bir sistemi anayasallaştırmaya çalışmaktır. Türkiye’nin kendi tekçi ve birlik-bütünlükçü siyasî perspektifini Suriye’ye taşımaya kalkışması gerçekten de tam bir felâket olur. Suriye nüfusunun Araplar, Nusayriler, Kürtler, Türkmenler ve diğer gruplardan oluşan çok-etnili ve çok-kültürlü yapısı yeni anayasanın bu yapının gereklerine uygun, gerekirse özerk bölgeleri de içeren federatif bir devlet düzenini öngörmesini zorunlu kılmaktadır.
Tabiatıyla bu yapı farklı grup ve toplulukların arasında evrensel insan hakları anlayışı,hukukun üstünlüğü, yurttaş eşitliği ve yerel düzeyde anadillerin tanınması temelinde bir anayasal konsensüse dayanmak durumundadır. Bu ortak görevdeki en büyük zorluklarından biri de Suriye’nin hukuk ve adalet sisteminin ‘’farklılıkların birlikteliği’’ ilkesine dayanan bir zeminde çoğulculuğun gereklerine uygun olacak şekilde tasarlanmasını kolaylaştırmak olacaktır. Bu meseledeki dayanak noktası işaret ettiğim konsensüsün ürünü olacak bir anayasanın gerçekleştirilmesi olacaktır. Ancak bundan sonra ve bu temeldedir ki, katılan tarafların merkezî yönetim düzeyinde medeniliğin gereklerine ters düşmeyen ortak bir hukuk kodu üzerinde mutabık kalmalarını sağlamanın bir yolunu bulmak mümkün olabilir.
Evet, Suriye’deki hem koordinasyon güçlerini hem de yerel halkları zor bir görev beklemektedir.
(Diyalog, 15 Aralık 2024)