Siyasi felsefesinden bağımsız olarak, neredeyse herkes tarafından alındığı varsayıldığında, zorunlu devlet eğitiminin gerekliliği ve tarihsel kaçınılmazlığı konusunda liberteryan bakış açısı oldukça önemlidir. Zorunlu eğitimi kabul edilebilir kılmak isteyenler, insanları bu sistemin ideolojik olmadığına veya ideolojik olarak nötr olduğuna ya da bir şekilde ideolojinin “dışında” bir yer işgal ettiğine inandırmaya çalıştılar. Ancak pratikte aksine bir tablo ortaya çıktı: Zorunlu ve devlet tarafından verilen eğitim, ağır biçimde otoriter ideolojik öğretiler ve bir dizi taraflı ön kabullerle yüklüdür. Bu öğretiler ve ön kabullerle dolu sistemin temeli devlet tarafından kitlesel zorunlu eğitim yoluyla yeni bir ‘sosyal kontrol programına’ başlandığında atıldı. Biz de bu yazıda toplumsal bir kontrol aracı olarak zorunlu devlet eğitiminin rolünü ve ideolojik içeriğini ele alacağız.
John Taylor Gatto, Aptallaştıran Eğitim adlı kitabında okulu, “tek müfredatı kötü alışkanlıkları öğretmek olan on iki yıllık hapis cezası” olarak tanımlar. Gatto, ulusal müfredatı oluşturan yedi evrensel dersi şöyle sıralar: Karışıklık, sınıfsal konum, ilgisizlik, duygusal bağımlılık, entelektüel bağımlılık, koşullu öz saygı ve gözetim. Ödüllü bir öğretmen olan Gatto, popüler inanca aykırı bir şekilde okulların, gerekli eğitim süresini fazlasıyla uzatmak, öğrencilerin doğal meraklarını aşındırmak, sözde büyüklere tahrip edici bir bağımlılığı öğretmek ve yaşlıların ve gençlerin doğal olmayan tecritlerini teşvik etmek için tasarlandığını iddia etmesiyle ünlüdür. Gatto, okuyucusunu rahatsız edici bir gerçek ile karşı karşıya bırakır: “Okullar emirlere nasıl uyulacağı dışında hiçbir şey öğretmez”. Öğrenciyi emirlere alçak gönüllülükle boyun eğmek için hazırlamak, devlet okullarının öncelikli işlevi gibidir der.
Hükümet tarafından mecburi hale getirilen ve sunulan zorunlu eğitim, askeri rejimin karakteristik özelliklerini korumaya çalışan bir savaş olgusudur ve olmaya da devam etmektedir. Martin Luther yetkilileri zorunlu tedrisat kurmaya çağırmış, devletlerin insanları askere alma yetkisine sahip olması gibi zorla okula gönderme hakkına ve yükümlülüğüne de sahip olduğunu iddia etmiştir. Kültür antropoloğu Ayşe Gül Altınay, ulus-devlet oluşumunun ilk yıllarıyla birlikte bu iki kurumun algılanışındaki yakın ilişkide zorunlu askerliğin ve zorunlu eğitimin önemini inceler. Tıpkı ordunun bir okul olarak görülmesi gibi, devlet okullarına da “millileştirici ve militarize edici bir rol” atfedilmiştir. Bu yeni ve modern ulus devletin vatandaşlarını bütünüyle kucaklayacak eğitim kurumları, “barış zamanında da askeri bir ruhla dolu” olacaksa, böyle bir ruhun psikolojik öncülleri sürekli ve dikkatli ayarlamalar gerektirdiği için evrensel zorunlu eğitim bu projenin merkezine alınmıştır.
Amerikan devlet okulları, anaokulundan gelen çocukları vatansever şarkılar söylemeye, bayrağa bağlılık sözü vermeye ve ABD hükümetinin dünyadaki rolü hakkında savaşı kutsayan mitleri öğrenmeye zorlayan bir propagandadır. Çocukları buna tabi tutarken, Tolstoy'un dediği gibi, “onları vatanseverliğimizle kandırıyorlar,” kolay etkilenen zihinlerini zehirliyorlar ve böylece barış imkanını da zora sokuyorlar. Eğer yapabilirse, modern devletin yaratmak istediği vatandaş en acımasız, en insanlık dışı emirleri bile sorgulamadan kabul edip yerine getirecek motivasyona sahip olacaktır. Vicdan ve eleştirel düşünme kapasitesi böyle bir vatandaşın yaratılmasının önündeki doğal engeller olduğu için, devlet okulları tarafından yok edilmesi gereken niteliklerin başında gelmektedirler. Zamanın pek çok reformistin yaptığı gibi zorunlu devlet eğitiminin en büyük savunucularından John Dewey'in de kalifiye uzmanlar tarafından ele alınacak kapsamlı bir sosyal dönüşümü, savaşın ‘toplumsal faydaları’nda gördüğünü güvenle ilan etmesi muhtemelen tesadüfi değildir. Dewey’ göre devlet, savaşın altyapısı ve toplumsal hareketliliği sayesinde ekonomiyi kamu yararı adına kontrol edebilir. Savaşın bir toplumsal girişimin kamusal yönünü ortaya çıkaracağını ve uzmanlardan düzenli şekilde faydalanma becerisini hızlandırarak bilimin ortak fayda için kullanılabilir kılınacağını iddia eder. Dewey’in otoriter siyaset felsefesi, toplumsal kontrolü ön kabul olarak varsayar ve ardından “ne tür bir sosyal kontrol isteniyor, sonuçları nasıldır” sorularını yöneltir. Demokrasi ve Eğitim'de Dewey, devlet destekli eğitim hareketinin Avrupa’da yükselen milliyetçilik dalgası ile aynı zamana denk geldiğini doğru bir şekilde tespit etmiştir. Buna örnek olarak, Napolyon Savaşları ardından yaralarını sarmakla meşgul Almanya coğrafyasının devlet tarafından sağlanan eğitim hizmetine yönelmesi ve merkezine ulusal devlete sadık “vatansever yurttaş ve asker” geliştirme amacını alması gösterilebilir. Bireyin kişisel gelişimine katkı sağlamak yerine, devlet eğitimi “disiplin eğitimi süreci” olacak ve birey, devletin "organik karakterine" tabi kılınacaktır.
Dewey ve benzer görüşlü reformist düşünürler, çok ihtiyaç duyulan tarihsel revizyonun özneleri olmuşlardır. Örneğin, tarihçi Michael Katz, Dewey gibi reformistlerin “ince ve sofistike” girişimlerinin toplumsal kontrol ve manipülasyonu teşvik etme çabalarını göstererek “sosyal düşüncenin karanlık tarafına” dikkat çeker. Charles A. Tesconi ve Van Cleve Morris, Dewey’in “büro-teknokrasi için gerekli homojenliği sağlayan ve kişinin gerilemesine sebep olan bir ideoloji” sunduğunu iddia ederler. Reformistler, göçmenleri, onların kültürlerini ve dini uygulamalarını hakir görmeleriyle de ünlüdürler; sadece zorunlu eğitimi değil, azınlık kültürleri ve dinleri için çok kıymetli olan özel veya dini okullarda eğitimi yasaklayıp, azınlıkların da devlet okullarına gitmeye zorlanmalarını savunurlar. Zorunlu eğitim, modern devletin elinde güçlü ve faydalı bir araç olacak ve alternatifleri zorla ortadan kaldırarak tek tip bir dil ve kültür geliştirecektir. Zorunlu eğitimin temel amaçları gençleri erken yaşta sık katı düzene ve otoriterliğe alıştırmak ve öğrenmeyi sağlayan o çok doğal merakı ortadan kaldırmaktır. Öte yandan, liberteryan eğitim teorisyenleri, derin ve kalıcı bir kavrayışa yol açma, heyecanı ve merakı engellememe ve öğrencilerin eğitimcilerle etkileşimine önem verme eğilimindedirler. Ancak milli eğitim bürokrasisinin bu eğilimin tam tersini gerçekleştirmek için tasarlanmış olması gerçeği önümüzde durmaktadır. İlk başta fazlasıyla radiklamiş gibi gelen ama oturup düşünüldüğünde mantıklı da olabilecek bir öneri Goodman’dan gelmiştir: Eğitimin hiçbir şekilde verilmediği bir düzen dahi özünde ‘değersiz ve heves kırıcı’ olan mevcut zorunlu devlet okullarına tercih edilmelidir.
Max Stirner'in çalışması, öğrenciyi öğretmenin bilgisinin ve uzmanlığının pasif alıcısı olarak gören pedagojik yaklaşımların aksine, aktif, öz-yönelimli öğrenme lehine birçok argüman ortaya koyar. Stirner'e göre, var olan eğitim temelde manipülatiftir, üretimlerini bize bırakmak yerine, içimizde hisler üretmek için hesaplanmıştır.” Öğrencisi John F. Welsh'in açıkladığı gibi Stirner, eğitimi (genel olarak sosyalleşme sürecini) kendinden vazgeçmeyi öğretme, birey ile çalışmalarının nesnesi arasındaki ilişkiyi tersine çevirme olarak görür; öğrenci “aktif özne olarak” sindirilerek, kendine dışsal ve yabancı olan bir durumdan aşağılık hale getirildiği bir pasiflik durumuna düşürülür. Liberal ve pro-anarşist William Godwin, Rousseau'nun eğitim teorisi eleştirisine benzer bir görüş öne sürer: ‘Rousseau'da eğitim, ustanın tellerini elinde tuttuğu bir kukla gösterisi gibi bir dizi hileden ibarettir, öğrencinin tamamen eğiticinin direktifleri ile hareket ettiğinden asla şüphe edilmemelidir’ der. Godwin, ‘Siyasi Adaletle İlgili Soruşturma’sında, zorunlu, devlet tarafından finanse edilen ve sunulan bir eğitim sistemini devlet-kilise ittifakından bile daha tehlikeli görür. Bu tür bir eğitim sistemine hükümete olan doğrudan bağlılığından dolayı karşı çıkılması gerektiğini savunur. Godwin'e göre, devlet tarafından kontrol edilen eğitim, kaçınılmaz olarak eski önyargıları güçlendirmeye, yerleşik kurumları ve bürokratları körü körüne desteklemeye ve koltuklarını sağlamlaştırmaya hizmet eder. Godwin ayrıca, eğitim için devlete güvenmenin, insanlara henüz kendi başına davranma becerisi kazanamamış, bakıma muhtaç çocuklar gibi davranılarak, onlara “hayat boyu öğrenci” muamelesi yapılmasına yol açacağını söyler. Bunun tavır yerine o “insanları özgürce sorumluluk alabilecek kapasiteye ulaşmaları için teşvik etmeliyiz” der.
Oxford Üniversitesi Eğitim Departmanı Müdürü M.L. Jacks 1937'de yazdığı gibi, okul artık derslerin alındığı değil, onların yaşanabileceği bir yer olmalıdır. Ayrıca Jacks’in ebeveynlerin sorumluluklarının devlet tarafından gerçekleştirildiği varsayımına dikkat çeker. Geleneksel zorunlu eğitim sisteminde, öğretmen anne babanın eksikliğini tamamlamaya çalışmaz, bizatihi kendisi bir veliymiş gibi davranır. Hatta çocuklarının eğitimi ile ilgili seçim yapmak hakkına sadece veliler sahip olsun demek, devlet okulunda çalışan öğretmenlere hakaret etmek anlamına gelir. Tercih kavramının kendisi kişisel hakaret olarak kabul edilir. Neden böyle kabul edildiği net değildir; elbette öğretmenler rekabet etmek zorunda olmadıklarına inanmadıkça, rekabete tabi değillerdir ve ebeveynler, hükümetin ve posta kodlarının kendilerini yerleştirdiği okulu bir nevi teslimiyetle kabul etmelidirler. Ebeveynlerin eğitim hizmeti sağlayıcılarını herhangi bir konuda karşılaştırarak değerlendirmek istemeleri nankörce bulunur. Öğretmen sendikaları devlet okullarındaki öğrenci velilerinin yaptıkları değerlendirmeleri ve geri bildirimleri her fırsatta örtbas etmişler, tercih ve hesap verebilme imkanını ortadan kaldırmışlardır. Herhangi bir çıkar grubunun kendilerini rekabetin baskısından korumak için kamu politikalarını ve yasaları kullanmalarına izin verildiğinde olduğu gibi, eğitimde ebeveynlerin görüşlerine karşı takınılan bu düşmanca tavrın sebebi de tamamen maddi çıkarlardır. Zorunlu devlet eğitiminde eleştiriye neredeyse hiçbir açık kapı yok gibi görünse de veliler ve öğrenciler için bu kadar tahripkar sonuçlara yol açan bu çarpık teşvik sistemini eleştirebiliriz ve eleştirmeliyiz. Mevcut sistem, devletin eğitim süreçleri, müfredatı, personeli ve kurumları üzerindeki kontrol tekelini zedeleyeceği gerekçesi ile ebeveynlerin eğitimde gerekli tercihleri yapmasına izin vermeyi tehlikeli ve kabul edilemez bulmaktadır. Vatandaşların eğitim hizmetinin merkezinde devletin yer alıyor oluşunu sorgulamaya kalkmaları yasaktır. Her tartışmada olduğu gibi eğitim tartışmalarında da liberteryenler sık sık ‘merkez’deki görüşler tarafından belirsiz, radikal bir ideoloji muamelesine maruz bırakılmaktadır. Bu nedenle gerçek anlamda kamu politikası tartışması yapma veya süreçlere dahil olma konusunda yetersiz kalmaktadırlar. Tarihçiler ve diğer bir takım bilim insanları, zorunlu devlet eğitiminin taraflı ideolojik temellerini kabul etseler de politikacılar ve kamu politikası uzmanları pek ilgilenmektedirler. Liberteryenler kamuoyunun dikkatini öğrenciler, veliler ve hizmet sağlayıcılar arası işbirliğine dayanan ve seçme hakkına saygılı eğitim alternatiflerine yöneltmek istiyorlarsa, siyasi kontrol ve kültürel homojenlik konularındaki popüler tartışmalara daha çok dahil olmaları gerekmektedir.
Yazının Orijinaline Ulaşmak İçin: https://bit.ly/2MEiSE7
Orijinalinden Çeviren:
Derya BAŞARANGİL
İletişim Sorumlusu
Özgürlük Araştırmaları Derneği