Malum, toplumsal ve siyasal teorinin olduğu kadar kamu politikaları gündeminin de son on yıllardaki gözde konularından biri kültürel çeşitlilik ve farklılık olmuştur. ‘’Kimlik politikaları’’ da esas olarak bu baskın ilginin bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştır. Hem teorik tartışmayla hem de uygulamayla ilgili olan bu gündem, önemli ölçüde, insanlık durumunun evrensel bir özelliği olan ‘’ahlâkî çoğulculuk’’ (değer çoğulculuğu) problematiğinin bir devamı sayılmak gerekir.

Ahlâkî çoğulculuk bağlamında ‘’problematik’’ derken kastettiğim şudur: İnsanlar için hayatı anlamlı kılan ahlâkî referanslar çok ve çeşitlidir. İnsanların bireysel ve toplumsal varoluşun anlamıyla ilgili inanç ve kanaatleri ve ‘’iyi hayat’’ anlayışları farklı farklıdır. Dolayısıyla değerler ve kültürel pratikler de gerek toplumlar arasında gerekse aynı toplum içinde fertler arasında farklılaşmaktadır. Ayrıca, kişilerin iyi hayat için referans aldıkları değerler zorunlu olarak uyumlu bir bütün teşkil etmezler, çünkü bunlar birbirleriyle çatışabilirler. Bu değerler arasında herkes için geçerli bir hiyerarşi veya öncelikler sıralaması yapmak ta çoğu zaman mümkün değildir.

İşte bu durum farklı değerler ve iyi anlayışlarının ve onlara dayanan var oluş tarzlarının barış içinde bir arada var olması sorununu ortaya çıkarmaktadır: İnançları, kanaatleri, değerleri, iyi ve doğru anlayışları, kültürel pratikleri birbirinden farklı olan kişi ve gruplar hangi ilke ve kurumlar temelinde ve nasıl bir siyasî birlik veya organizasyon biçimi içinde bir arada yaşayabilirler?

Siyasî düşünce ve pratiğin tarihsel seyrine bu açıdan baktığımızda, liberalizmin aslında bu soruya bir cevap olarak çıkmış olduğunu kolaylıkla anlayabiliriz. Başka bir deyişle, Chandran Kukathas’ın oldukça erken (1992 tarihli) öncü bir makalesinde vurguladığı gibi, liberalizm bir bakıma çeşitlilik ve çoğulculuğun siyasal teorisidir. Nitekim 17. yüzyıldan itibaren John Locke ve onu izleyen diğer liberal siyasal düşünürler, dinsel temelli olanlarından başlamak üzere, farklı varoluşların barış içinde bir arada yaşayabilmesi için en uygun değer ve kurumların neler olduğunu bulmaya çalışmışlardır.

Locke’un kendisinin bireylerin ‘’doğal haklar’’ı tezi ve hoşgörü öğretisinden, 20. yüzyılda Isaiah Berlin’in ‘’ahlâkî çoğulculuk’’una ve Hayek’in insan bilgisinin desantralize yapısı ve sınırları üstündeki vurgusuna, yine Hayek ve Karl Popper’ın açık toplum ve eleştirel akılcılığına uzanan fikrî çabalar yanında, kurumsal düzeyde öz veya muhtevadan ziyade usulller ve mekanizmalar üstüne odaklanan yaklaşımların hepsi temelde bu aynı arayışın sonuçlarıdır.

Ne var ki, Platon’dan başlayarak düşünce tarihinde çoğulculuk karşıtı tekçi yaklaşımlar da hiç eksik olmamış, hatta Isaiah Berlin’e göre tarihteki baskın eğilimi oluşturmuşlardır. Kurumsal düzeyde bakıldığında, birlikçi, kapalı ve giderek totaliter siyasal rejimlerin altında da esas olarak bu tekçi düşünce eğilimi yatmaktadır. Tekçiler insanlar arasındaki görüş farklılıklarından (disagreement) hazzetmezler, çünkü bunu patolojik bir sapma olarak görürler. Tekçi yaklaşımlar hakikatin tek, evrensel ve objektif olarak bilinebilir olduğu inancından hareket ettikleri için, siyasette de tek hakikati bütün bir topluma dayatan birlik-bütünlükçü rejimler peşinde olmuşlardır.

Oysa, herkesin aynı düşüncede olmasını (görüş ve düşünce birliğini) toplum için ister olağan durum sansın, isterse bunu ‘’olması gereken’’ olarak vazetsinler, bu, tekçi yaklaşımların en temel hatasıdır. Çünkü insanî varoluş açısından normal olan, tekçilerin sandıkları gibi düşüncede birlik değil anlaşmazlıktır, farklılık ve çeşitliliktir. Başka bir deyişle, tekçilerin varsaydıklarının aksine, ‘’insanlık durumu’’nun default pozisyonu görüş birliği veya mutabakat değil, görüş farklılığı veya ihtilâftır (disagreement).  Onun için, herkesin aynı düşüncede olmasını buyurmak insanları ‘’Prokrustes yatağı’’na kilitlemeye çalışmaktır.

Türkçede tekçi (monist) ve birlik-bütünlükçü olanların çok bildik bir mottosu var: ‘’Aklın yolu birdir.’’ Aslında hiç te öyle değil. Gerçekte beşerî meselelerde ‘’aklın yolu’’ değil, ‘’aklın yolları’’ndan söz etmek gerekir.

Bu arada, söylemesem olmaz: Kendilerini ‘’ümmetimin ihtilâfı [görüş farklılıkları] rahmettir’’ diyen peygamberin takipçisi sayan veya sananların çoğulculuğa değil de ‘’aklın yolu birdir’’ mottosunda simgelenen tekçi toplumsal-siyasal görüşe meyletmeleri ne hazin bir tecellidir!

(Diyalog, 9 Nisan 2023)

Önceki İçerikÖzgürlük Gündemi Sayı 34
Sonraki İçerikYasama Sonrası İnceleme Mekanizması
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)