Hatırlanacağı gibi, Temmuz 2007’de yapılan genel seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi oy oranını belirgin bir şekilde artırarak 2002’deki %34’ten %47’ye çıkarmış ve merkez sağdaki DP (DYP) ile Anavatan Partisi’ni adeta silip süpürmüştü. Bu sonuç pek çok kişinin AKP’nin artık siyasetin ‘’merkez’’ine oturma yoluna girdiğini düşünmesine yol açmıştı. Ben de bunun üzerine ‘’Merkeze Oturmanın Riskleri’’ başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Makalenin amacı, ‘’AKP’nin neredeyse iki seçmenden birinin desteğini kazanacak kadar güçlenmesinin onu ‘merkez partisi’ haline getirip getirmediği’’ ve ‘’Türkiye’de merkez partisi olmanın ne anlama geldiği’’ sorularına cevap aramaktı.

O yazıda, Türkiye’de ‘’ merkez’’ kavramının siyasî-ideolojik yelpazeye ilişkin Batıl anlayışla ve kavramın ‘’sosyolojik’’ delâletiyle ilişkili olmaktan çok devlet tarafından tanımlanan bir politik meşruluk ölçütü olduğunu vurgulamış ve devam etmiştim:

‘’Devlet seçkinlerinin dilinde ’merkez’ kısaca devletin kendisidir. Dolayısıyla, toplumla ilişkileri ne olursa olsun, devlete yakın olan veya onun etrafında duran partiler de ’merkez partisi’ sayılmaktadır. AK Parti’nin geçirdiği dönüşüme ve toplumun neredeyse yarısının desteğini elde etmesine rağmen devlet seçkinlerince ‘merkez’e yakıştırılmamasının asıl nedeni budur. Bu çerçevede, siyasette ‘ılımlılık’ da devlet yanlısı olmak veya devletçi ittifak içinde yer almak anlamına gelmektedir. […] ‘Merkez’in bu anlamı bir ölçüde ’sivil’ aktörlerin diline de nüfuz etmiştir. Kavramın kimi partilerce ve ’merkez medya’ denen kesimde kullanılma tarzı bunun açık bir kanıtıdır. […]

Siyasette ‘merkez’in böyle tanımlanmasının olağan bir sonucu, onun aynı zamanda siyasî meşruluğun da baş kriteri olarak görülmesidir. Bir siyasî partinin veya siyasî bir hareketin sistem tarafından meşru sayılması, onun devletin öncelik ve hassasiyetlerini paylaşmasına veya en azından bunlara mesafeli durmamasına bağlıdır. Bunun bilincinde olan partiler de, toplumsal tabanları ne kadar geniş veya ‘toplumun değerleri’ni temsil etme iddiaları ne kadar güçlü olursa olsun, devletçi söylemi şu veya bu ölçüde benimseme yolunu tutarlar. Hiçbir zaman ‘iktidar’ olamayacaklarını bilseler de, hiç değilse ’yöneten çoğunluk’ olabilmek için bunu yapmak zorunda oldukları bilinciyle hareket ederler. Aksi halde, demokratik temsil kabiliyeti ne kadar büyük olursa olsun, devlet tarafından ’aşırı’, ’rejim karşıtı’ veya ‘tehlikeli’ olarak yaftalanacaklarını, hatta siyasal süreçten bir şekilde dışlanacaklarını bilirler.’’ (Zaman, Ağustos 2007)

‘’Merkeze oturmanın riski’’ derken kastettiğim buydu: kendi kimliğini yitirerek ve/veya temel sivil iddiasından vaz geçerek ‘’devlet partisi’’ haline gelmek. Evet, AKP bugün artık devlet tarafından bir tehdit olarak görülmüyorsa, bu onun sivil bir aktör olmaktan çıkıp devlet partisi haline gelmesi, devletleşmesi, ‘’devlette yok olması’’ yüzündendir. Bugünkü AKP’nin ana davası toplumun özgürlük, adalet ve refahı, kısaca ‘’sivil toplum’’un selâmeti değil; devletin bekâsıdır. AKP toplumsal ve siyasal meselelere artık toplumun gözünden değil, devletin penceresinden bakmaktadır.

Her ne kadar daha 2001 ve 2003 yıllarında yayımlanan iki ayrı gazete yazısında bunu teorik bir ihtimal olarak ortaya koymuş olsam da (‘’Tayyip Erdoğan’ın ‘Liberal’ Açılımı’’, Radikal, 10 Temmuz 2001; ‘’Türkiye’nin Yeni Başbakanı’’, Tercüman, 17 Mart 2003), itiraf etmeliyim ki, yukarıdaki makaleyi yazarken AKP’nin bu derece savrulup ‘’Devlet’’in bir aparatına dönüşeceğini hiç tahmin etmiyordum.

Bu arada, AKP’nin gerek kadrolarının gerekse dayandığı toplumsal kesimin dünya görüşü ve devlet-toplum ilişkilerine bakışı itibariyle devletçi perspektife çok uzak olmadığı gerçeğinin onun devletçiliğe savrulmasını kolaylaştırdığının elbette farkındayım. Ama zaten AKP liderliğinin temel hatalarından biri, toplumun ‘’dirlik düzenlik’’ kaygısının, devletin bekâsı kaygısının toplumsal var oluşun merkezî değeri ve kamu siyasetinin âmir normu haline getirilmesini zorunlu kılmadığının farkında olmamasıdır. Oysa, tam aksine, birçok durumda devlet merkezli siyasal tasavvur toplumun dirlik-düzen ve refah ümidinin önündeki büyük bir engeldir.

Hasılı, sivil kimliğini ve işlevini yitirmek pahasına ‘’merkeze oturmak’’ bir siyasî parti için hiç te hayra alâmet değildir. Türkiye toplumunun hem dirlik ve düzeni hem de özgürlük, adalet ve refahı, başka şeyler yanında, toplumun sivil temsilcileri ve aktörleri olmak iddiasındaki siyasî partilerin devlet karşısında bağımsızlıklarını korumalarını ve ‘’rejim’’in siyasî-ideolojik kaygılarını içselleştirmekten kaçınmalarını da gerektirmektedir.

(Diyalog, 6 Ağustos 2023)

Önceki İçerikÖzgürlük Gündemi 41
Sonraki İçerikİYİ PARTİ-MHP YAKINLAŞMASI VE AKŞENER’İN ORTA SAĞ HAYALİ
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)