İnsanların çoğu otoriterizm, diktatörlük, istibdat ve benzeri antidemokratik ve antiliberal rejimlerin bedhah veya kötü niyetli kişi yahut kişiler tarafından yukarıdan aşağıya doğru tek taraflı bir şekilde kurulduklarını düşünme eğilimindedir. Bu düşünüş tarzı baskıcı rejimlerin ortaya çıkmasında yönetilenlerin kusuru olmadığını, yurttaşların bu gibi rejimlerin sadece mağdurları olduklarını ima eder ve dolayısıyla bu meselede sadece diktatör, müstebit veya otoriter/otokrat yöneticilerin kınanmayı hak ettiğini varsayar.
Ama benim böyle düşünenlere kötü bir haberim var: Baskıcı rejimler her zaman yukarıdan aşağıya doğru ‘’masum halka’’ dayatılan rejimler değildirler, en azından bu rejimler sadece kötü niyetli zorbalık heveslilerinin hâinane çabalarının eseri olarak ortaya çıkmazlar. Baskıcı rejimler bazen ’’yönetilenlerin (‘’aşağıdakiler’’in) de çeşitli türden ‘’katkı’’ ve destekleriyle ve adım adım teşekkül ederler.
Evet, The Independent Review adlı üç aylık akademik derginin son (Summer 2023) sayısında çıkan ‘’Tyranny Reversed Engineered’’ (Aşağıdan Yukarı Kurulan Zorba Yönetim) başlıklı makalesinde Laurie Calhoun tam da bunu anlatıyor. Calhoun’a göre, zorba yönetimin (veya, istibdadın) bu türü yurttaşların kendi hayatları üzerindeki kontrolden siyasî seçkinler lehine yavaş yavaş vaz geçmelerinin sonucu olarak ortaya çıkar. Bu durum tedrici bir şekilde gerçekleştiği için de yurttaşların çoğu hak ve özgürlükleri aşınıyor olmasına rağmen zorba yönetimi desteklemeye devam ederler.
Bana öyle geliyor ki, biz de Türkiye’de aşağı yukarı son on yıldır tam da böyle bir süreci yaşıyoruz ve son genel seçimlerin sonucu da ancak bu çerçevede anlamlandırılabilir. Gerçekten de kabaca 2012-2013’ten itibaren siyasî iktidar anayasal temel hakları ve hukuk devleti güvencelerini gitgide artan bir yoğunlukla ve adım adım tahrip edegeldiği ve zulüm siyasetini kendisiyle mutabık olmayan siyasî-ideolojik eğilimlerdeki bütün toplum kesimlerine yaygınlaştırdığı halde, toplumun yarısından fazlası yapılan -biri hariç- bütün seçimlerde yönetici kadrolara desteğini sürdürmeye devam etti. Anlaşılması daha da zor olan nokta şudur ki, siyasî iktidarın bu dönemde izlediği ve ülkeyi gitgide yoksullaştıran ekonomi politikasından iktidar partisinin tabanı da kendi payını aldığı halde ona olan desteğini geri çekmemiştir.
Kısaca, halkın yarısından biraz fazlası, şu veya bu nedenle, mevcut rejimin inşasına gönüllü olarak destek vermiştir. Hatta AKP iktidarına verilen bu destek, özellikle 2017 Anayasa değişikliğinden sonra, asgarî düzeydeki bir demokraside bile düşünülemeyecek bir şekilde, ülkeyi istediği gibi yönetmesi için seçmenlerin Reis’e tam güven esasına dayanan kayıtsız-şartsız bir vekâlet vermesi biçimini aldı. Seçmenleri nezdinde bu vekâlet, daha önce başka bir vesileyle yazdığım gibi, ‘’[Anayasa ve kanunlarla] önceden tanımlanmış belirli görevleri yerine getirmek üzere değil, […] sınırları belli olmayan genel bir yetkilendirme’’ niteliği taşımaktadır. Başka bir deyişle, Reis’in ‘’halk tarafından seçim yoluyla yetkilendirilmesi, seçmenlerin bireyler ve yurttaşlar olarak sahip olmadıkları yetkileri de ona devrettikleri anlayışına dayanan ve anayasal-hukukî sınırları bulunmayan bir yetkilendirmedir.’’ (‘’Vekâleten Demokrasi ile Vekâleten Otokrasi Arasında Türkiye’’, 15 Kasım 2019)
Türkiye’nin liberal-demokratik esaslardan büsbütün sapmış olan bugünkü tuhaf rejiminin ortaya çıkmasına ‘’aşağıdan’’ yapılan en büyük katkı tam da AKP tabanına hâkim olan işte bu zihniyettir. Doğru yönetim modeli olarak siyasî iktidarın anayasal temel haklarla, hukukun üstünlüğü ve adaletle sınırlanmasını değil, tam tersine ‘’Onun’’ sınırsız ‘’keyfilik ruhsatı’’yla donatılmasını gören bir zihniyettir bu.
Ayrıca, hür bir toplum anlayışıyla ve ahlâkî çoğulculukla bağdaşmayan bu zihniyetin arkasında, en başta, dinsel dünya görüşü ve onunla bağlantılı ideolojik kaygı ve nedenler yatmaktadır. Reis’le toplumsal tabanı arasındaki bağ öncelikle bu dinsel-ideolojik kaygılar ve nedenler aracılığıyla kurulmaktadır. Bu iletişimsel bağı destekleyen ve doğrudan doğruya dinsel olmayan başka bir olgu daha vardır. Bu, siyaseti dost-düşman karşıtlığı temelinde ve komplocu mantıkla algılama bakımından Reisle tabanının ortak bir dili paylaştıkları olgusudur.
Kısaca, bugün Türkiye’nin içine hapsolmuş olduğu otoriter yönetimin kusuru sadece siyasî seçkinlere değil, aynı zamanda ‘’Hakkın sesi’’ni temsil ettiği varsayılan halka da aittir. Yurttaşların çoğunun gönüllü desteği olmasaydı, -rejimin en azından resmen inkâr etmediği demokratiklik iddiası nedeniyle- iktidar konumuna gelmek için halkın desteğini almaya ihtiyacı olan siyasî seçkinler baskıcı yönetimi ‘’yukarıdan aşağıya’’ bir şekilde bu kadar kolay kuramazlardı.
Sözün kısası, bu özgürlüksüz, haksız-hukuksuz ve adaletsiz rejim önemli ölçüde ‘’aşağıdan yukarıya’’ bir şekilde kurulmuştur. Onun için, eğer değişecekse, bu, aşağıdan yukarıya doğru işleyen aynı iradenin tercihini liberal-demokratik bir rejimden yana değiştirmesiyle olacaktır. Ama bunun için, ilk önce siyasetçilerin demokrasinin ‘’halk dalkavukluğu’’ demek olmadığını öğrenmeleri, yok eğer zaten biliyorlarsa bunu içselleştirmeleri gerekiyor.
(Diyalog, 3 Eylül 2023)