Siyasî iktidarın geçen Mart’tan beri İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’na ve ana muhalefet partisi CHP’ye karşı bir seferberlik havasında ve yargı eliyle yürüttüğü köşeye sıkıştırma politikası bütün hız ve yoğunluğuyla devam ediyor. Öyle anlaşılıyor ki, iktidar bloğunun hesabı CHP’yi hem Millet Meclisi hem de cumhurbaşkanlığı seçiminde -özellikle de ikincisinde- bir alternatif olmaktan çıkarmak (hatta belki de siyasal sürecin tamamen dışına atmak) ve böylece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden bu göreve seçilmesini sağlamaktır.
İktidarın bu yoldaki en son hamlesi Ekim 2023’te yapılan CHP İstanbul İl Kongresi’nin asliye hukuk mahkemesi tarafından 2 Eylül’de iptal edilmesini sağlamak oldu. Mahkeme Özgür Çelik başkanlığındaki İl yönetimini görevden alarak, yerine Gürsel Tekin başkanlığındaki bir ekibi kayyım olarak atadı. CHP’nin bu karara karşı YSK nezdinde yaptığı itiraz da 5 Eylül’de Yüksek Seçim Kurulu tarafından reddedildi.
Bu arada, Özgür Özel’in genel başkan seçildiği CHP’nin Kasım 2023’te yapılan 38. Olağan Kurultayının iptali için açılmış olan dava da Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından 15 Eylül’de görülecek. İl Kongresinin iptali kararının CHP Kurultayı için de emsal teşkil edeceğinden, dolayısıyla Özgür Özel ile parti yönetiminin görevden uzaklaştırılmasının güçlü bir ihtimal olduğundan söz ediliyor. Bu arada CHP yönetimi bir karşı hamle yaparak 21 Eylül’de Olağanüstü Kurultay’a gitmeye hazırlanıyor.
Hukukilik kılıfı altında yapılan bütün bu manipülasyonların gerçekte Erdoğan-Bahçeli ikilisinin ana muhalefet partisine karşı yürüttüğü siyasî stratejinin bir sonucu olduğu açıktır. Meselenin görünüşte hukukî olan yönleri de aslında evrensel anlamda hukukla ilgili olmaktan çok, Türkiye’ye özgü ‘’yerli ve millî’’ hukuk anlayışının sakatlığıyla bağlantılıdır. Bu sakatlığın özünde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi devlet aygıtını yönetmekle yetinmeyip, baştanbaşa sivil-toplumsal alanı da kontrol altına alarak düzenlemek ve hukuku bu düzenleme ihtirasının basit bir aracı olarak kullanmak istemesi yatmaktadır.
Bu gelişmelerin de gösterdiği gibi, Türkiye’de siyasî partilerin ayrıntılı anayasal ve yasal düzenlemeye tabi tutulmuş olmasının arkasındaki temel saik partileri gerçekten ‘’demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları’’ olarak görüp istisnaî güvenceye kavuşturmak değil, ayrıntılı düzenleme ve sıkı kısıtlamalar marifetiyle onları devletin kontrolü altına almaktır. Onun için Türkiye’nin siyasî partileri özerk değil, devlet vesayeti altındaki örgütlerdir.
Bütün partileri hem ideolojik hem de örgütsel olarak tek-tip bir kalıba sokmaya çalışan yürürlükteki Siyasî Partiler Kanunu’nun partilerin nasıl ve ne kadar teşkilatlanacaklarını, kendi işlerini nasıl yöneteceklerini ve neleri ne şekilde yapabileceklerini ayrıntılı olarak düzenlemesi ile, gerek bu Kanunun gerekse Anayasanın partilere ideoloji ve amaç dayatması tam bir ‘’kontrol manyaklığı’’ örneğidir. Kısaca, bu düzenlemelerin arkasında siyasî partileri gerçekte birer devlet örgütü veya kuruluşu olarak gören bir zihniyet yatmaktadır.
Oysa normal bir demokratik sistemde siyasî partiler devlet kuruluşu veya örgütü olmayıp sivil toplum alanına dahil olan yurttaş girişimleri olarak görülürler. Partiler ‘’demokrasinin vazgeçilmez unsurları’’ olduklarına göre, onlar kendi kendilerini de yönetebilirler. Yani hangi amaçları güdeceklerini, kimleri üye kabul edeceklerini kendileri belirleyebilir, her türlü toplantı ve faaliyetlerini kendileri belirleyip gerçekleştirebilirler. Yıllar evvel yazdığım gibi, ‘’partileri kanunla düzenlemek demek, onların kendi işlerini doğru dürüst yönetemeyeceklerini düşünmek demektir. Bu ise bir siyasi parti oluşturmak üzere bir araya gelen yurttaşların kendi amaçlarını ve nasıl örgütleneceklerini bilecek kadar aklı-başında özneler olmadıklarını kabul etmekle aynı şeydir.’’ (Tercüman, 6 Ekim 2003)
ABD’de 1987 yılında bir mahkeme siyasi partilerin iç işleyişini düzenleyen kanunların partilerin ‘’kendilerini istedikleri gibi yönetme hakkını zedelediği’’ni belirtmiştir. Mahkemeye göre, ‘’Partilerin kendilerini yönetme yöntemini seçmeleri, bu gibi düzenlemeler partilerin yararına olsun olmasın, devletin verebileceği bir karar değildir. Seçimlerin düzenli olmasında devletin yararı bulunmakla birlikte, aynı durum partilerin düzene sokulması bakımından söz konusu değildir. Devletin partileri kendi yaptıkları hatalardan korumakta hiçbir hukuki menfaati yoktur. Partilere bu amaçla yapılacak müdahaleler ifade özgürlüğü hakkının ihlâlidir.’’
Tekrar ülkemize dönersek: Türkiye’de devletin bir mahkemesi ana muhalefet partisinin bir ildeki seçilmiş yöneticilerini görevden uzaklaştırıp onların yerine kayyım tayin ediyor (bu ihtimal maalesef partinin genel merkezi için de varittir); oysa bu, partiyi partililerin değil de devletin yönetmesi anlamına gelmektedir.
Kaldı ki, yürürlükteki mevzuat açısından bile adlî mahkemelerin böyle bir yetkisi bulunmamaktadır. Çünkü siyasî partiler teknik anlamda ‘’dernek’’ değildirler. Türkiye’de siyasî partilerin çeşitli düzeylerdeki yönetim organlarının seçimlerinin denetimi Yüksek Seçim Kurulu’nun tepesinde yer aldığı ayrı bir ‘’seçim yargısı’’ düzeninin yetkisindedir (SPK, m. 21). Derneklerden farklı olarak, genel (adlî) yargının partilerle ilgili yetkisi istisnaî olup, esas olarak seçim hilelerinin cezaî müeyyideye bağlanmasıyla sınırlıdır (SPK, m. 112). Ceza mahkemeleri parti seçimlerinde hile yapan kişileri yargılayıp cezalandırabilir, ama bu kişilerden boşalan yerlere mahkeme atama yapamaz; bu yetki ilgili olduğu düzeydeki parti üyelerindedir.
(Diyalog, 7 Eylül 2025)