Editör’den,

İktidar koalisyonunun ortakları AKP ve MHP son aylarda ülke gündeminden hiç düşürmedikleri ‘’yeni anayasa’’ konusunu yerel seçimlerin üzerinden bir ay geçmeden yeniden canlandırdılar. Bu sefer TBMM Başkanı AKP’li Numan Kurtulmuş meselenin öne çıkan takipçisi konumunda görünüyor. ‘’Kapsayıcı, kuşatıcı, demokrat ve sivil bir anayasa yapılması’’nın bu dönemde TBMM’nin öncelikli bir görevi olduğunu söyleyen Kurtulmuş bu görevin yerine getirilmesinde toplumun bütün kesimlerinin katıldığı açık ve şeffaf bir süreç izleyecekleri vaadinde bulundu, ardından da bu sürece destek vermelerini sağlamak üzere parlamentoda temsil edilen siyasî partileri ziyaret etmeye başladı.

Ancak, kamuoyuna ve muhalefete yönelik ‘’özgürlükçü, demokrat ve sivil bir anayasa’’ söylemine rağmen, AKP ve MHP’nin bu girişimdeki gerçek amaçlarının yürürlükteki Anayasayı özgürlük ve çoğulculuk karşıtı, antidemokratik kusurlarından arındırmaktan ziyade, onda kendi partizan çıkarlarına uygun değişiklikler yapmaktan ibaret olduğu anlaşılmaktadır.  Nitekim, MHP lideri Bahçeli bu konuda yaptığı bir açıklamada asıl amaçlarının ‘’ittifak sistemi gözden geçirilerek siyasi ve demokratik istikrarı zaafa uğratan ve uygulamada şahit olunan bazı çarpıklıklar’’ı düzeltmek ve kısmen ‘’millî ve manevî değerler’’i anayasallaştırmak olduğunu itiraf etti. 

Öyle anlaşılıyor ki, iktidar partileri mecvut tek-adam rejimini ortakların  çıkarlarını bağdaştıracak şekilde kısmen yeniden yapılandırmak peşindedirler ve milletvekili sayıları Anayasayı değiştirmeye yetmediği için de başta CHP olmak üzere muhalefet partilerini kendi girişimlerine destek olmaya ikna etmek için çabalıyorlar. Esasen, kontrolleri altında bulundurdukları devlet iktidarını son yedi-sekiz yıldır demokratik kurumları tahrip etmek ve muhaliflerini bastırmak için kullanan, bu arada kapsamlı ve sistemli hak ihlâlleri yapmakla ve adaleti ülkeden silmekle maruf AKP-MHP koalisyonunun özgürlükçü-demokratik bir anayasa yapmak istediğine inanmak zordur.  

Aslına bakılırsa, son günlerde iktidar kanadından gelen ‘’yumuşama’’ söylemleri de muhalefetin Anayasa değişikliğine desteğini sağlama arayışıyla ilgili olabilir. Genel gerginlik atmosferinin yumuşamasının iktidar ortaklarından gelecek talep ve önerilere muhalefetin daha önyargısız bir gözle bakmasına yarayabileceği açıktır. Görünüşteki yumuşama havası Cumhurbaşkanı Erdoğan’la CHP Genel Başkanı Özgür Özel arasında geçen hafta yapılan görüşmenin öncesinde başladı, görüşmenin gerçekleşmesi sonrasında karşılıklı olarak yapılan açıklamalar da bunu destekledi.

Meselâ, Erdoğan yıllardır kendisinde duymaya alışkın olmadığımız türden bir açıklama yaparak şunları söyledi:  “Genel Başkan olduktan sonra böyle bir ziyareti kendisinin [Özgür Özel’in] gerçekleştirmiş olması iktidar ve ana muhalefet arasında aslında olumlu bir gelişme oldu. Bundan önceki süreçlerde bu tür adımlar atılmıyordu. Bu adımın atılmasıyla siyasetin ülkemizde çok daha yumuşama dönemine girdiğini görüyoruz. Ben de Özgür Bey’e ilk fırsatta ziyaretin karşılığını yapacağımı söyledim. Türkiye’nin buna ihtiyacı var. İlk fırsatta bu ziyareti gerçekleştirerek Türkiye’de siyasetin yumuşama sürecini başlatalım istiyorum.”

CHP Genel Başkanı Özgür Özel de görüşme sonrasında yumuşama havasını destekleyen benzer bir açıklama yaptı: “Kamuoyunun gündeminde ne varsa hepsini Erdoğan’la konuşma imkânı bulduk. Türkiye demokrasisi açısından önemli bir kilometre taşı. Siyasilerin el sıkışmadığı dönemler her zaman felaket olmuştur. Tüm partilerin birbiriyle konuşabilen bir çizgide kalmalarını önemli buluyoruz. Konuşmaların nasıl sonuç verdiğini önümüzdeki günlerde biz de takip edeceğiz.”

Bu arada iktidar ile muhalefet arasındaki yumuşama havasına anlamlı bir destek te AKP milletvekili Tuğrul Türkeş’ten geldi. Türkeş yıllardır haksız yere hapiste tutulan Osman Kavala davasıyla ilgili olarak, bu davanın Türkiye’yi uluslararası alanda zor duruma düşürdüğünü ve bu sorunun iç hukuk yoluyla çözülmesi ihtimaline dikkat çekti. Türkeş yeniden yargılama yoluyla Kavala’nın tahliye edilmesi ihtimalinin yüksek olduğundan bahisle, bu durumdan rahatsızlık duyanları eleştirdi. Umarız, bu sırf taktik amaçlarla yapılmış bir açıklama değildir ve Kavala’nın tutsaklığı daha fazla uzamadan sona erer.  

Ancak iktidar cenahının bu konudaki beyanlarında samimi olmaları halinde iyi yönde bir gelişme olan ‘’yumuşama’’ ihtimalinin verdiği rahatlama hissini zayıflatacak olan müessif bir gelişme var gündemde. Gazetelere yansıyan bir habere göre, Avrupa Birliği makamları mültecilere yardım için Türkiye’ye verilmiş olan 6 milyar Euro’nun akıbetini araştırıyormuş. Ankara’daki ilgili kamu kurumları AB’nin bu paraların akıbetiyle ilgili sorularını cevapsız bırakmış, bu arada Millî Eğitim Bakanlığı da kendisine aktarılan 8.4 milyon euronun ‘usulsüz harcama’ gerekçesiyle iadesi talebini reddetmiş. Haberde belirtildiği şekliyle, ‘’göçmenlerin temel ihtiyaçları için aktarılan 6 milyar euronun nasıl kullanıldığına dönük Avrupa Sayıştay’ı (ECA) inceleme başlattı. Ancak bu amaçla görevlendirilen denetçiler bilgi edinemedi.’’

AKP iktidarında kamusal amaçlara tahsis edilen kaynakların taraftarlara dağıtılmaya hazır ‘’rant havuzu’’ muamelesi görmesine ve yağmalanmasına, ayrıca bu gibi konularda denetim mekanizmalarının işletilmemesine biz TC vatandaşları alışmış olsak ta, bunun uluslararası camia nezdinde bizim için ne kadar utanç verici bir durum olduğu izahtan varestedir. Eğer benim yazmaktan utandığım bu haber gerçeği yansıtıyorsa, Türkiye toplumu olarak bu utancın ağır yükünü taşımaya hazır olsak bile, yetkili ve sorumlu makamlarımız bu durumun Türkiye’nin iktisadî krizden çıkması için uluslararası kaynak sağlama çabalarını da olumsuz etkileyeceğinin herhalde farkındadırlar.

Son olarak, Yargıtay’daki ‘’Birinci Başkan’’ seçimi için yapılan 30. oylamadan da maalesef sonuç alınamadığını, kendi yetkisi dahilinde olmayan işlere karışmaya çok istekli olduğunu Osman Kavala davası vesilesiyle öğrendiğimiz bir yüksek mahkeme için anlamlı bir not olarak burada kaydetmek isterim.

Bu sayıda ayrıca A. Rıza Çoban uluslararası hâkim sıfatlı bir Türk vatandaşının FETÖ üyesi olmak isnadıyla yargılanıp mahkum edildiğ dava örneğinden hareketle 15 Temmuz darbe girişiyle bağlantılı davaları uluslararası hukuk ve Avrupa Konseyi insan hakları hukuku açısından incelerken, Ömer Faruk Şen Türkiye’de futbolun siyasetle ilişkisini eleştirel bir bakışla gözden geçiriyor, Caner Gerek ise ekonomideki son gelişmeleri değerlendiriyor.

Esen kalın. 

15 Temmuz Sonrası Yargılamalar

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 15 Temmuz sonrası yargılamalarla ilgili ihlâl kararları vermeye devam etmektedir. Son olarak 23 Nisan 2024 tarihinde açıkladığı Aydın Sefa Akay[1] kararında uluslararası yargıç olan başvurucunun tutuklanmasının ve evinin ve üstünün aranmasının Sözleşmeye aykırı olduğuna karar vermiştir. Türkiye’nin Avrupa Konseyi nezdinde daimî temsilciliğini de yapmış emekli bir büyükelçi olan başvurucu, olay tarihinde Uluslararası Ruanda Ceza Mahkemesinin ve Uluslararası Yugoslavya Ceza Mahkemesinin kararlarına karşı yapılan istinaf başvurularını incelemek üzere kurulan BM Uluslararası Rezidüel Mekanizmasının yargıcı olarak görev yapmaktaydı. Başvurucu, 2002-2011 yılları arasında Ruanda Mahkemesinde Yargıç olarak görev yapmış, 2011 yılında da BM Genel Kurulu tarafından Rezidüel Mekanizmaya yargıç olarak atanmıştır. 1 Haziran 2016 tarihinde BM Genel Sekreteri tarafından görev süresi iki yıllığına uzatılan başvurucu, 8 Temmuz 2016 tarihinde Mekanizma baş yargıcı tarafından Prosecutor v. Augustin Ngirabatware davasında istinaf yargıcı olarak görevlendirilmiştir. Söz konusu davada, uzaktan Türkiye’de görev yapan başvurucu, darbe teşebbüsünden sonra Dışişleri personeli hakkında yapılan soruşturma kapsamında FETÖ üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştır. Başvurucunun tutuklanma nedeni olarak ByLock uygulamasını kullanması ve evinde yapılan aramada iki kitap bulunması gösterilmiştir. 

Başvurucunun avukatı, başvurucunun uluslararası yargıç olması nedeniyle diplomatik bağışıklığı bulunduğu, bu nedenle tutuklama ve aramanın diplomatik dokunulmazlığını ihlal ettiği gerekçesiyle başvurucunun tahliyesini talep etmiştir. Bu arada, 25 Ekim 2016 tarihinde Birleşmiş Milletler Hukuk İşleri Ofisi, Türkiye’nin BM Daimî Temsilciliği’ne bir nota vererek, başvurucunun Mekanizma Statüsünün 29. maddesi uyarınca diplomatik dokunulmazlığa sahip olduğunu resmen ileri sürmüştür. Bu doğrultuda, başvurucunun tutukluluk halinin derhal sona erdirilmesini ve aleyhindeki tüm yasal işlemlerin sonlandırılmasını talep etmiştir. Türk Dışişleri Bakanlığı başvurucunun dokunulmazlığının göreviyle ilgili olduğunu ve kendi devletine karşı geçerli olmadığını ileri sürmüştür. Başvurucunun tutukluluğu süresince Türk mahkemeleri Dışişleri Bakanlığının iddiasına dayanarak başvurucuyu serbest bırakmamış, ilk derece mahkemesi ancak başvurucu hakkında mahkûmiyet hükmü vererek tahliye etmiştir. Başvurucunun diplomatik dokunulmazlıkla ilgili iddialarının tamamı derece mahkemeleri ve Anayasa Mahkemesi tarafından herhangi bir hukukî tartışma yapılmaksızın Dışişleri Bakanlığının yazısına dayanarak reddedilmiştir.

Mekanizma tarafından 17 Ocak 2017 tarihinde başvurucunun durumunu görüşmek üzere bir oturum yapılmış, ancak devlet temsilcileri davetli oldukları bu oturuma katılmamış veya herhangi bir görüş sunmamıştır. Mekanizma Başyargıcı, 31 Ocak 2017 tarihinde Türk Hükümeti’nden başvurucu hakkındaki yargılama işlemlerinin derhal durdurulmasını ve başvurucunun 14 Şubat 2017 tarihine kadar salıverilmesini talep etmiştir. Mekanizmanın kararında Mekanizma Statüsünün 29. maddesine göre Mekanizma yargıçlarının dokunulmazlığının 1946 tarihli Birleşmiş Milletlerin Dokunulmazlık ve Ayrıcalıkları Sözleşmesinin V. Bölümü kapsamında mutlak dokunulmazlık olduğu ve ancak BM Genel Sekreteri tarafından kaldırılabileceği vurgulanmıştır.

Ancak Türk Hükümeti ve Mahkemeleri bu talepleri dikkate almamış, başvurucu yargılanmış, hakkında mahkûmiyet hükmü verilmiş ve bu hüküm Yargıtay tarafından onanarak kesinleşmiştir.  Başvurucu hükmün kesinleşmesinden sonra tekrar tutuklanmış olup halen cezası infaz edilmektedir.AİHM tarihinde ilk defa bir uluslararası yargıcın tutuklanmasının hukuka aykırı olduğunu tespit etmiştir. Mahkeme, BM’nin yargıcı olarak başvurucunun diplomatik dokunulmazlığının sadece göreviyle ilgili değil, kişisel olduğunu ve kendi devleti dahil bütün devletler bakımından geçerli olduğunu vurgulayarak bu dokunulmazlığın adaletin gerektirmesi halinde ancak BM Genel Sekreteri tarafından kaldırılabileceğini belirtmiştir. Bunun sonucu olarak başvurucunun tutuklanmasının ve evinin ve üstünün aranmasının dokunulmazlığını ihlal ettiğini tespit etmiştir. Bu nedenle Sözleşmede güvence altına alınan özgürlük ve güvenlik hakkı ile özel hayatına saygı gösterilmesi hakkına yapılan müdahalenin hukuksuz olduğuna ve Sözleşmenin 5. ve 8. maddelerinin ihlal edildiğine karar vermiştir. 

Mahkeme incelemesini dokunulmazlık üzerinden yürütmüş ve ByLock meselesine hiç girmemiş, sonuçta başvurucuya toplam 28.000 Avro tazminat ödenmesine karar vermiştir.AİHM’in bu kararıyla birlikte 15 Temmuz sonrası yargılamaların hukuksuzluğu konusundaki kararlara bir yenisi daha eklenmiştir. Mahkeme, 29 Nisan günü Hükümete 15 Temmuz sonrası yargılamalarla ilgili 1000 yeni başvuru tebliğ etmiş ve olgusal meseleler dışında savunma istemediğini belirtmiştir. Hükümetin AİHM kararlarına uyma konusundaki kayıtsızlığı devam ettiği sürece ihlâl kararları gelmeye devam edecektir. Her yeni ihlâl kararı ülkedeki hukuksuzluk algısının yerleşmesi ve kökleşmesi anlamına gelmektedir. Daha da önemlisi, bu durum yargı mekanizmasının adaletli işlemediğinin tescili niteliği taşımaktadır.

 * Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu


Türkiye’de Futbolun Siyasi Yüzü

Türkiye’de futbol yalnızca bir spor dalı olmanın çok ötesinde siyasi dinamiklerle iç içe geçmiş, çoğu zaman mevcut güç ilişkilerini yansıtan bir olgu haline gelmiştir. Son aylarda Türkiye Futbol Federasyonu’nun (TFF) odağında yer aldığı tartışmalar bunu gözler önüne sermektedir. Bu yazıda hakem kararlarından hakemlere yönelik saldırılara, TFF’nin tartışmalı kararlarından iktidarın futbola siyaseti dahil etmesine kadar öne çıkan hususları değerlendireceğiz.

İlk olarak, neredeyse her hafta sonu gündemi meşgul eden hakem kararları ile ilgili birkaç hususa değinmek gerekiyor. Özellikle bazı kritik maçlarda verilen yanlış kararlar, taraftarlar ve takımlar arasında büyük rahatsızlığa yol açmakta ve hakemlerin tarafsızlığına yönelik şikâyetleri kamuoyunun gündemine taşımaktadır. Her ne kadar bu tartışmaların önüne geçmek için birkaç yıldır VAR sistemi uygulanıyor olsa da, görünen o ki VAR sistemi hakem kararlarına yönelik tartışmaları azaltmak yerine daha da arttırmıştır. Şüphesiz maç içinde birçok pozisyon VAR sayesinde hakkaniyetli bir muhakemeye tabii tutuluyor. Ne var ki, VAR incelemesine rağmen, hakemlerin verdikleri hatalı kararlar, eskisinden daha fazla tepki çekiyor. Zira kulüp yönetimleri ve taraftarlar “göz göre göre” verilen kararlarda kendi takımlarına karşı bir kasıt olduğu düşüncesine kapılıyorlar. Bu da adalet duygusuna olan güveni zedeliyor. Günün sonunda neredeyse hangi takım olduğu fark etmeksizin her takımın taraftarları Türkiye’de futbolun adil bir zeminde oynanmadığına dair bir kanaate sahip.

Hakemler yalnızca maç içindeki pozisyonlardan dolayı değil, maç içinde oyuncuların güvenliklerini tehdit eden durumlarda aldıkları ya da almadıkları kararlardan dolayı da büyük tepki çekiyor. Bunun en yakında yaşanan örneği Fenerbahçe’nin Trabzonspor’u 3-2 mağlup ettiği maç esnasında hakemin tribünlerden gelen yabancı maddelere rağmen maçı tatil etmemesi oldu. Bu kararın alınmaması, maç sonrasında Fenerbahçeli futbolcuların Trabzonspor taraftarı ile saha içinde arbede yaşamasına kadar varan olaylar zincirinin önünü açmıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki, o maçta yaşanan olaylarda hakemin pasif kalmasının yanı sıra güvenlik güçlerinin olaylara müdahale etmemesinin de payı olmuştur. Üstelik, tarihsel olarak çekişmeli ve çoğu zaman centilmenlik dışına çıkılan, şiddet olayı yaşanma ihtimali yüksek olan bu maçta yeterli güvenlik önlemlerinin alınmamasında başta Vali olmak üzere idarecilerin büyük bir sorumluluğu olduğunu belirtmek gerekir. Hakemin ve güvenlik güçlerinin basiretsiz yaklaşımı Fenerbahçe yönetimi ve taraftarının TFF’nin adil rekabetin koşullarını ihlâl ettiği gerekçesiyle tepkisini çekti ve olağanüstü genel kurul çağrısı yapıldı. 2 Nisan günü yapılan olağanüstü genel kurulda Fenerbahçe yönetimine ligden çekilme dahil önemli konularda yetki verildi.

Türkiye’nin en büyük kulüplerinden birinin ligden çekilme kararını bir seçenek olarak değerlendirmesine kadar gelen süreç esasında bir tek olayla başlamadı. Özellikle Fenerbahçe kulübünün merkezinde olduğu gelişmelerde–en somut olanı şike davası—yönetim ve taraftar kulübün “cumhuriyetçi” kimliğinden dolayı AKP iktidarının ve TFF’nin adil olmayan muamelelere tabi tutulduğu algısı oluştu. Bununla birlikte iktidarın Trabzonspor’u desteklediğine ve Trabzonspor yönetiminin TFF tarafından kayırıldığına dair dair birçok işaret var. Örneğin Berat Albayrak 2016 yılında yaptığı bir konuşmada “Trabzonsporlu 5 bakanımız var… Bizi bilenler biliyor. Perdenin arkasında Trabzon ve Trabzonspor için ne kadar uğraştığımız biliniyor” ifadelerini kullanmıştı. Öte yandan birçok bakan, milletvekili ve belediye başkanı da Trabzonspor’u destekleyen açıklamalar yaptı.[2]  

İktidarın bazı futbol kulüplerini kayıran yaklaşımı sözlü açıklamalardan ibaret olmayıp maddi ilişkileri de barındırıyor. Stad yapımından, borç ertelemeye, belediyelerden kaynak aktarmaya kadar devlet kurumları ile futbol kulüpleri arasında oldukça karmaşık ve çoğu zaman yoz olan ekonomik ilişkiler ağı belirli kulüplerin diğerlerine göre daha avantajlı konumda olmalarına ve futbolun ticarî boyutunun siyasî çıkarlarla iç içe geçmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla, futbol sadece bir spor olarak değil, aynı zamanda ekonomik ve politik bir araç olarak kullanılan bir alana dönüştürülmektedir. Neticede, devlet kurumlarına ve siyasete olan güvensizlik yeşil sahalara yansıyor, apolitik bir müsabaka siyasetin “başka araçlarla” devam ettirildiği bir mücadele alanına dönüşüyor. 

 * Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi


Yüksek Seyreden Enflasyon Fahiş Fiyat Tartışmasını Alevlendiriyor

İstanbul Ticaret Odası’nın 1 Mayıs’ta açıkladığı Nisan ayı enflasyonu geçen yıla göre %78,81 artış gösterirken aylık artış ise %4,89 olarak gerçekleşti. Farklı ölçümler üçte biri biten 2024 yılı için enflasyonun henüz düşüş eğilimine geçemediğini gösteriyor. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası göreve gelen Merkez Bankası yönetiminin uyguladığı sıkılaştırıcı politikalara rağmen enflasyonda düşüş görülememiş olması yeni yönetimin kredibilitesini azaltmakta. Yine de yeni yönetimin yerel seçim öncesi göreve gelmiş olması ve asıl adımların yerel seçim sonrası atılması beklentisi ve umut bağlanan yabancı sermayenin de yerel seçim sonrası dönemi dikkatle izliyor oluşu bu seçim sonrası dönemde finansal piyasalar tarafında görece iyimser bir beklentiyi beraberinde getiriyor. Fakat halkta aksi yönde bir beklentinin hâkim olduğunu söylemek de yanlış olmaz.

Merkez Bankası yönetimi açıklanan enflasyon oranını yıl sonuna kadar %36’ya çekmeyi planlarken halk tarafında açıklanan mevcut enflasyona güven oldukça düşük ve gerçek enflasyonun açıklanandan daha yüksek olduğu görüşü hakim. Her ne kadar hanelerin enflasyonu ölçülenden çok daha yüksek hissetmesi dünya genelinde bir yanılsama olsa da Türkiye’de son yıllarda yaşananlar yanılsamanın ötesine geçmiş durumda. Bu durum enflasyon beklentilerinde iktidarla halkı ayrıştırmakta.  Bu ayrışmaya rağmen yüksek enflasyon süresinin uzamasıyla birlikte iktidarın işletmeleri hedef gösteren fahiş fiyat suçlamaları halkta gittikçe karşılık bulmakta.

Enflasyon süresinin uzamasıyla fiyatlar son birkaç yılda bileşik etkiyle katlanarak arttı ve hayal edilemeyecek seviyelere geldi. Hanelerin gelirlerinde bu kadar yüksek artış görülmemesiyle de fiyatların geldiği seviyeler sorgulanmakta. Burada ise özellikle son dönemlerde kurda yüksek artış yaşanmamasının da etkisiyle vatandaşta maliyet kaynaklı bir artış gerektirmeyecek bir durum söz konusu olduğu algısı oluşmakta. Özellikle maliyeti düşük olan girdiler kullanılan ürünlerde satış fiyatlarının çok yüksek bulunması halkta işletmelerin fahiş zamlar yaparak bu işi fırsatçılığa dönüştürdüğü kanısı uyandırmakta. Nitekim sosyal medyada da sıklıkla bu yönde paylaşımlar yapılarak maliyete göre oldukça yüksek fiyatları fahiş olarak ifşa edilmeye çalışılmakta. Fakat fahiş fiyatın piyasa şartlarında ne olduğuna dair genel kabul görmüş iktisadi bir tanımı bulunmamakta ve piyasa koşullarıyla çelişmekte. Üstelik fahiş fiyatın kabulü serbest piyasanın işleyişi açısından oldukça da tehlikeli bir durum.

Klasik iktisat anlayışında fiyatlar arz ve talebin kesiştiği bir denge noktasında oluşur. Bu denge noktası üretici ve tüketicinin vermeye ve almaya razı olduğu fiyat noktasıdır. Alan ve satan tarafın razı olduğu fiyatın fahiş olduğu iddia edildiğinde aynı zamanda bu fiyatın ölçüyü aşan bir fiyat olduğu da iddia edilmiş olur. Nitekim bazı tanımlamalarda fahiş fiyat; gelenekselin ve makulün sınırlarını aşan fiyat olarak açıklanmakta. Fakat bu tanım da geleneksel ve makul olanın ne olduğuna dair bir iddiada bulunmakta. Halbuki o sınırın nereden hangi gerekçeyle çizileceğine dair bir açıklama getirilememektedir. Sınır noktasının çizilmesi ise bir yönüyle olması gereken fiyata dair bir doğru fiyat kanaatini belirtir ki bu anlayış piyasada üretici ve tüketicilerin arz ve talebiyle gerçekleşen denge fiyatını doğru bir fiyat olarak kabul etmemektedir.

Denge fiyatının doğru fiyat olarak kabul edilmediği ve doğru fiyatın ne olduğuna dair piyasa dışı bir fiyatın belirlenmesi ise piyasa fiyatına kamu müdahesine de davetiye çıkarır. Burada iktidarın denetleme yoluyla işletmelere fiyat kontrolü yapması talep edilir ve piyasaya müdahalelerin yolu açılır. Serbest piyasaya müdahaleler ise bizi denge durumundan dengesizlik durumuna götürürken, zamanla üretimde problemler çıkmasına ve uzun dönemde kaçınılmaz şekilde serbest piyasaya dönüşle ürünlerin daha pahalı fiyattan satılmak zorunda kalmasına yol açacaktır. Üstelik fiyatın o ürüne dair sinyal özelliği de kaybolur ve kaynakların etkin şekilde tahsisine rehberlik edemez hale gelir. Sonuç olarak da yüksek enflasyonun devam etmesi piyasaya daha fazla müdahalenin zeminini hazırlamakta ve hatta yer yer bu müdahaleleri görmekteyiz. 30 Nisan tarihli resmi gazeteye göre simit fiyatı tespitinde, Ticaret Bakanlığı görüşünün alınmasının zorunlu hale getirilmesi bunun örneklerinden birisi olarak kayda geçti. [3] Görünen o ki önümüzdeki dönemlerde fahiş fiyat tartışmasını ve AK Parti iktidarının piyasaya müdahalelerini konuşmaya devam edeceğiz.

* Dr. Caner Gerek


[1] Aydın Sefa Akay/Türkiye, no. 59/17, 23.04.2024, şuradan erişilebilir: https://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-233214

[2] https://www.karar.com/trabzonspora-destek-cikan-ak-partili-siyasilere-fenerbahcelilerden-tepki-1462592

[3]  https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2024/04/20240430-12.htm

Önceki İçerikÖZGÜRLÜK, ÇOĞULCULUK VE HAKİKAT
Sonraki İçerikTürkiye’de Basın Özgürlüğü’nde Durum ‘’Çok Vahim!’’