Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetiminin başına getirilmesiyle, ülkenin acil siyasî gündeminin hiç değilse bir maddesiyle ilgili olarak iyi yönde -Şimşek’in deyimiyle, ‘’rasyonel bir zemine dönme’’ yönünde- bir adım atılmış görünüyor. Yeni bakanın yaptığı ilk açıklama oldukça güven vericidir:

“Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeceği kalmamıştır. Kurala dayalı, öngörülebilir bir Türkiye ekonomisi, özlenen refaha ulaşmamızda anahtar olacaktır. Küresel zorlukların, jeopolitik gerginliklerin arttığı bir konjonktürde kurumsal kalite ve kapasitemizi güçlendirerek makro-finansal istikrarı önceliklendireceğiz. Vakit kaybetmeden orta vadeli program çalışmalarımıza başlayacağız. Sürdürülebilir yüksek büyüme için mali disiplinin tesis edilmesi ve fiyat istikrarının sağlanması temel hedefimiz olacaktır. Orta vadede enflasyonun yeniden tek haneli rakamlara düşürülmesi, her alanda öngörülebilirliğin artırılması, cari açığı azaltacak yapısal dönüşümün hızlandırılması ülkemiz için hayati önem taşımaktadır. Uygulanacak maliye politikası ve yapısal reformlarla, Merkez Bankamıza enflasyonla mücadelede destek olmak temel politikamız olacaktır.” (AA, 4 Haziran 2023)

Gerçi Şimşek’in görevlendirilmesini izleyen, dolar ve euro’nun adeta uçuşa geçmesi gibi ilk ekonomik göstergeler ümit kırıcıysa da, geçici olacağını varsayabileceğimiz bu durum şimdiden iyimserliği yitirmek için bir neden değildir. Bu konuda daha isabetli değerlendirme yapmak için, iyileşme yönünde kalıcı sonuçlar getirmesi umulan ekonominin yeniden rayına oturtulmasına ilişkin esaslı yapısal tedbirler alınarak bunların uygulamaya konmasını beklemek gerekiyor.

Ancak bakan Şimşek’in başarılı olması, üstlendiği görevi hakkıyla yerine getirmek için kendi içinde uyumlu ve ehil bir kadro kurmasına ve daha da önemlisi Cumhurbaşkanının müdahalesinden azade bir şekilde çalışabilmesine bağlıdır. Onun için şimdi mesele, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şimşek ve ekibinin serbest çalışmasına izin verip vermeyeceği veya nereye kadar izin vereceğidir.

Şimşek’in açıklamasında dikkat çeken önemli bir husus var: Bakan ‘’kurala dayalı, öngörülebilir’’ bir ekonomiden, ekonominin ‘’her alan(ın)da öngörülebilirliğin artırılması’’ndan söz ediyor. Bu ifadeler aslında ekonominin rasyonel işleyişi için istikrarlı bir hukukî altyapıya ihtiyaç olduğunun ve refah üretimi için hukukî güvenlik ve öngörülebilirliğin zorunluluğunun iktisatçı mantığı ve diliyle bir anlatımıdır. Bunu daha genel olarak ‘’hukukun üstünlüğü’’ ihtiyacı olarak ta belirtebiliriz.  

Evet, hukukun üstünlüğü Türkiye’nin sadece ekonomik başarısı için değil, başta barış ve adalet olmak üzere toplumsal hayatın diğer alanlarında iyileşme sağlamak için de ön şarttır. Ne var ki, siyasî iktidar ekonomi alanında iyileşme yönünde inisiyatif alırken, aynısını hukuk ve adalet alanında -en azından şimdilik- yapacak gibi görünmemektedir. Aksine, geçen yasama yılında başlatıp ta sonuçlandıramadığı bazı tartışmalı anayasa değişikliği önerilerini yeniden gündeme getirmiştir; hatta kendi tutucu projesini daha da ileri götürmesini sağlayacak kapsamlı bir anayasa değişikliği yapma arayışı içinde görünmektedir.  

Oysa, bugün Türkiye’nin en acil ihtiyaçlarından biri, belki de birincisi hukukun üstünlüğünün tesis edilmesidir. Bu en başta kişilerin temel haklarının ve meşru çıkarlarının korunması ve toplumsal barış ve ahengin sağlanması için şarttır. Elbette yapıcı (veya kurucu) yönleri de bulunmakla beraber, bu görevin en acil parçasını tamir ve telâfi edici kısmı, yani yapılan haksızlıklar ve neden olunan mağduriyetlerin giderilmesi oluşturmaktadır.

Açıktır ki, AKP’nin tek başına iktidarıyla başlayan ve MHP ortaklığıyla devam eden iktidarının şu son on yılında, toplumun cumhur ittifakını desteklemeyen kesimi içinde -ki aşağı yukarı nüfusun yarısını oluşturmaktadır- yer alıp ta onun gadrine uğramamış olan neredeyse hiçbir kimse yoktur. O kadar vahim ve yaygın bir mağduriyetten söz ediyoruz ki, bunun tamir ve telâfisi için hukuk sisteminin iyileştirilmesi ve gasp edilmiş hakları iadesi bile yeterli olmayabilir. Bu nedenle, önümüzdeki aylarda hükümet belki de kapsamlı bir affı veya aynı sonucu doğuracak yasal bir düzenlemeyi gündeme getirmek zorunda kalacaktır.

Öte yandan, mevcut şartlarda hukukun üstünlüğünden geçtik, klasik ‘’hukuk devleti’ ilkesinin tesisi bile, önemli ölçüde, çoktandır büsbütün yitirmiş olduğumuz yargısal adaletin sağlanmasına, yani mahkemelerin hukuk ve adaleti gözeten kararlar vermelerinin garanti edilmesine bağlıdır.  Ne var ki, bu amaç ta yargının bağımsızlık, tarafsızlık ve ehliyetini garanti eden düzenlemeler olmadan gerçekleştirilemez. 

Yargısal adaletin tesisine yardım edecek olan düzenlemeler ise başta Anayasa olmak üzere hukuk kurallarının bu amaca uygun hale getirilmesini gerektirmektedir. Ama kural adaleti tek başına bu yeterli değildir, bu adımın yargının yönetimini (Hakimler ve Savcılar Kurulu’nu) de içerecek şekilde yargı kadrolarının tarafsızlık ve ehliyetinin sağlanmasıyla da tamamlanmasına ihtiyaç vardır.  Bu öncelikli bir meseledir; çünkü AKP-MHP ortak yönetimindeki Türkiye’de neredeyse partizanlaşmış olan yargı epey bir süredir yürütme organıyla gayet ‘’uyumlu’’ hareket etmektedir.   

Sözün kısası, yargısal adalet başta olmak üzere hukuk devletinin tesisiyle birlikte yürümeyecek bir iktisadî onarım programı, başarılı olması halinde bile ülkeye adalet, huzur ve refah getirmeye yetmeyecektir.

(Diyalog, 11 Haziran 2023)

Shares:

Okumaya Devam Edin