Amerika’nın doğal özgürlük sistemini yeniden başlatmadan önce liberalizmin ne olduğunu anlamamız gerekmektedir.

Amerikalı muhafazakârlar gerçek liberaller midir? Kurucularının aynı anda hem devrimci hem de muhafazakâr olmalarının paradoksu Amerika’nın kanına işlediğinden bu soru anlambilimin ötesine geçmektedir. Bağımsızlık Savaşı, dünyaya temsili hükümeti armağan etmiş olan ulusu (yani İngilizleri) reddetmek için değil; kolonicilerin, ana ülkelerini ihanet etmekle suçladıkları bu ilkeyi korumak için verilmiştir. Kurucular, İngiliz geleneğine başvurarak İngiliz Kralı ve Parlamentosunu kutsal değerleri ihlal etmekle suçlamışlardır. Bu boş bir duruş değildi. Harvard Profesörü Louis Hartz’ın ufuk açıcı kitabı Amerikada Liberal Gelenek’te (The Liberal Tradition in America) gözlemlediği gibi, “bir dizi koşul, Amerikalıların devrimci pozisyonunu bile gelenekçilik niteliğiyle doyurmak ve onlara öfkeli gericiler görüntüsü vermek için bir araya gelmişti.”

Fakat söz konusu ironi burada da bitmiyor: “Amerika bu paradoksun üzerine tam tersi türden bir başka paradoksu, girişiminin tarif edilemez yeniliğini yığdı.” Hartz şöyle demektedir: “Bu, yeni başlangıçların, cesur girişimlerin ve açıkça ifade edilmiş ilkelerin hikâyesiydi…” Sonuç olarak Amerikan gelenekçiliği, saf bir mantık ucubesi gibi, tarih karşıtı akılcılığın inanılmaz izlerini taşıyordu. Hartz, “Benjamin Franklin’in belirttiği gibi, her yerdeki Avrupalı liberallerin ‘coşkusunu’ uyandıran” 1776’nın devrimci Anayasalarından bahsetmektedir. Böylece yazılı anayasa konsepti, İngilizlerin Common Law liberalizmi deneyimini bile aşarak “rasyonalistlerin sevgilisi, özgürleşmiş aklın iş başındaki sembolü” haline gelmiştir. Seküler rasyonalistler; Kurucuların yalnızca deneyim ve geleneğe duydukları saygıyı değil, aynı zamanda birbirlerini tamamladıklarını düşündükleri Atina ve Kudüs’ü benimsemelerini de onaylamamışlardır.

Onlara göre doğal özgürlük sistemi bu şekilde anlaşılmaktaydı. Buna karşın “liberalizm” yakın geçmişe aittir. On sekizinci yüzyıl İngiliz düşünürlerinin “doğal özgürlük sistemi” olarak adlandırdıkları şeye olan bağlılıkları rasyonalist, gelenekçi, muhafazakâr, radikal, evrenselci, milliyetçi, demokratik, bireyci miydi? Aslında yukarıdakilerin ne hiçbirisi ne de hepsiydi. Son derece pratik insanlar olan Kurucular, özgürlüğün hem verimli -yani maksimum toplam refaha ulaşmaya elverişli- hem de doğru olduğu kanısına varmışlardı. Dolayısıyla, esasen her birimizin Yaratıcı tarafından devredilemez haklarla donatıldığı ilkesine dayanan bu görüş son derece ahlaki ve maneviydi. Yetenekler, beceriler ve kişilikler bakımından hepimizin eşit derecede eşitsiz olduğu gerçeği onlar için apaçık ortadaydı.

Fakat John Dewey ve Woodrow Wilson gibi İlericiler sayesinde bu düşünce on yıllar içinde özellikle Amerika’da giderek aşındı. Ludwig von Mises, 1927 gibi erken bir tarihte, Klasik Gelenekte Liberalizm (Liberalism in the Classical Tradition) adlı kitabında “temel ilkeleri değişmemiş olsa da, liberalizm doktrini bugün (Adam Smith’in zamanındakinden) farklıdır” diye yazmıştır. Otuz beş yıl sonra, ikinci bir önsözde ise şunu ekleyecektir: “Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde ‘liberal’ kavramı, liberalizmin önceki nesiller için ifade ettiği her şeyin tam tersi olan bir dizi fikir ve siyasi varsayım anlamına gelmektedir.”

İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda von Mises, insanlığın kendi kendini yok etmemesi amacıyla ister Nazi ister Komünist olsun, anti-liberal totalitarizmin uygarlığa yönelik varoluşsal bir tehdit olduğunu düşünen bir grup iktisatçı ve filozofa katılacaktı. Fikir alışverişleri sonucunda Mont Pèlerin Cemiyeti olarak bilinen ve Matthew Continetti’nin “‘Muhafazakâr hareket’ ifadesiyle 20. yüzyılın ortalarında yurtiçinde bürokratik merkeziyetçiliğin, yurtdışında ise Sovyet totalitarizminin meydan okumalarına karşı siyasi ve ekonomik özgürlüğü savunmak üzere ortaya çıkan kurumlar, yayınlar ve bireyler ağını kastediyorum” dediği oluşumun en seçkin üyesi haline geldi.

Bunun dışında, kuruluşun adında ideolojik etiketlerden kasıtlı olarak kaçınılmış ve kendilerini “özgür toplumun korunması ve geliştirilmesine katkıda bulunmak için ortaklaşa sahip olunan belirli idealler ve geniş kavramlardan ilham alan zihinler arasında” araştırma ve tartışmaya adadıklarını ilan etmişlerdir. Esas olarak serbest piyasayı savunmaya adanmış olsalar da, “itaat etmemiz gereken tarihsel gelişim yasalarını keşfetme gücümüze inanan tarihsel kaderciliği ve tüm mutlak ahlaki standartları reddeden ve hedeflediği amaçlarla her türlü siyasi aracı meşrulaştırma eğiliminde olan tarihsel göreceliliği” de kınamışlardır. Kısacası, hedefleri ilericilik ve ister sağ ister sol, ister yukarı ister aşağı, ister kırmızı ister yeşil olsun ilericiliğin ideolojik anlamda ikizi olan her şeydi. Bununla birlikte, kuruluşun üyeleri liberal etiketi terk etmeyi kesinlikle reddetmekle birlikte liberal etiketin, köleliğe giden yolda yok edilmesine değilse bile aşındırılmasına kendini adamış ideologlar tarafından gasp edilmesine derinden içerlemişlerdir.

Kuruluşun en dinamik organizatörlerinden biri olan Milton Friedman, Liberty Fund’ın 1981’de New Individualist Review’un yeniden basımına yazdığı önsözde şöyle demiştir: “Özellikle iki örgüt İkinci Dünya Savaşı sonrasında klasik liberalizme olan ilginin yeniden

canlanmasını sağlamaya hizmet etti. Bunlardan biri, Köleliğe Giden Yol (The Road to Serfdom) adlı kitabıyla bu canlanmayı ateşleyen Friedrich Hayek’in girişimi sonucunda 1947’de kurulan Mont Pèlerin Cemiyeti’yken; diğeri ise yazar, gazeteci ve ateşli bir kolektivizm karşıtı olan Frank Chodorov tarafından 1953’te kurulmuş olan Intercollegiate Society of Individualists’tir.

Medeniyeti memnuniyetsizliklerinden kurtarmak amacıyla akla, duygulara, gerçeklere ve inanca saygılı orijinal liberalizme geri dönüş bu neslin temel mücadelesidir.

Friedman da Hayek de “Neden Muhafazakâr Değilim?” başlıklı makaleler kaleme aldılar. Avusturya doğumlu olan Hayek, Avrupa’da gerici ve merkantilist zihniyeti çağrıştıran bir etiketi benimsemekten nefret etmekle birlikte kendi felsefesi için “doğru ve uygun etiketin liberalizm” olduğunda ısrar ediyordu. Kapitalizm ve Özgürlük’te Friedman, 19. yüzyıl liberalini hem etimolojik anlamda meselenin kökenine inen hem de siyasi anlamda sosyal kurumlarda büyük değişiklikleri destekleyen bir radikal olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla onun modern varisi de öyle olmalıdır. Biz, devletin özgürlüğümüze büyük ölçüde müdahale edici davranışlarını değil, özgürlüğü teşvik edici davranışlarını korumak istiyoruz. Gerçek liberal muhafazakârlar hiçbir zaman şiddet yanlısı olmadılar ama değişimden korkan ve çekingen insanlar de değillerdi. Tam tersine zor kullanma yoluyla olmadığı sürece değişimi, yeniliği ve kapsayıcılığı benimsiyorlardı. Bu zor kullanma yoluyla olmama koşulu ise diğerleriyle aralarında çok büyük bir fark yarattı.

Friedman’ın idealizmi hiçbir şekilde benmerkezci, bölünmez, atomistik ya da asosyal değildi. Aksine, Friedman’a göre özgürlük yalnızca diğer insanlarla ilişkili olduğu sürece anlamlıdır. Toplumsal düzenlemeleri değerlendirirken nihai hedef olarak bireyi ya da aileyi alırsak, özgürlük tek başına bir adada anlamsızdır. Dahası, siyasi demokrasi yalnızca bir seçim sistemi olarak anlaşılmamalıdır ki bu da küçük ölçekli değerlendirmeler dışında pratik faydadan yoksundur. Diğer toplumsal düzenlemeler ise bir temsili gerektirir. Dolayısıyla birçok yönden toplumsal düzenlemelerin en demokratik olanı, aslında her bireyin tercih ettiği ve karşılayabileceği mülkler için “oy kullanmasına” olanak tanıyan bir tür “nispi temsil sistemi” olarak hizmet eden piyasadır. Temelde politik özgürlük, bir insanın diğer insanlar tarafından herhangi bir zorlamaya maruz bırakılmaması anlamına gelir. Özgürlüğe yönelik temel tehdit; ister bir hükümdarın, ister bir diktatörün, ister bir oligarkın ya da anlık bir çoğunluğun elinde olsun, zorlama gücüdür. Bu yeterince açık görünmektedir, bunu anlamak için herhangi bir izm’e gerek yoktur.

Frank Chodorov da bu fikirdeydi. New York’taki Rus Yahudisi göçmen bir seyyar satıcının on birinci çocuğu olan Chodorov, 1944 yılında Analysis isimli yeni bir dergi çıkarmaya başladı. Bu dergi; “mevcut düzene tarihi liberalizmin gözüyle bakmakta, doğal haklar doktrinini utanmadan kabul etmekte, bireyin onurunu ilan etmekte ve Devletçiliğin her türünü insan köleliği olarak kabul ederek kımaktaydı”. Chodorov gerçeklikten uzak kariyeri boyunca bu duruşundan asla vazgeçmedi. Ona göre bireycilik dini inançla mükemmel bir uyum içindeydi. “Bireyin önceliğine ilişkin Yahudi-Hıristiyan ilkesine ne olacağını; evrensel devletçiliğin karanlığında ve durgunluğunda, bir zamanlar insanın kendisine ve Tanrısına olan inancı üzerine kurulu bir dünyanın var olduğunun fısıldanıp fısıldanmayacağını merak ediyordu.”

Bununla birlikte Chodorov, Hayek veya Friedman, İzlanda Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olan Hannes H. Gissurarson tarafından yakın zamanda derlenen ve “muhafazakâr liberalizm” etiketi altında iki düzine teorisyenin yer aldığı bir antolojiye dâhil edilmeye kuşkusuz itiraz etmezlerdi. Bu antolojide Aquinalı Thomas’tan David Hume’a, Frédéric Bastiat’dan Edmund Burke’e, William Graham Sumner’dan Robert Nozick’e uzanan rengârenk bir ekip ortak bir vizyonu paylaşmaktadırlar: “İlahi emir, insan aklı, toplumsal fayda, doğal evrim, ahlaki sezgi ve ortak rıza gibi çeşitli argümanlar sunsalar da, hepsi ortak bir tercihe dayanmaktadır. Bu da Yahudi-Hıristiyan Batı medeniyetine bağlılık, hatta bu medeniyetin yüceltilmesidir.”

Fransız Devrimi’nin rasyonalizmine karşı çıkan ve Mont Pèlerin’de toplananların çoğu, Hayek’e katılıyorlardı. Hayek şöyle yazacaktı: “Gerçek liberalizmin dinle hiçbir kavgası yoktur. Ben sadece on dokuzuncu yüzyıl Kıta liberalizminin temsil ettiği, militan ve esasen liberal olmayan din karşıtlığından ötürü üzüntü duyuyorum. Liberali muhafazakârdan ayıran şey; kendi manevi inançları ne kadar derin olursa olsun, bunları başkalarına empoze etme hakkını asla kendinde görmemesi ve onun için manevi olanla geçici olanın birbirine karıştırılmaması gereken farklı alanlar olmasıdır.” Hamilton kadar Jefferson da buna sevinirdi.

Louis Hartz bu sıra dışı bakış açısını “Seçilmiş Halk” fikrini ima eden İbranilik -ki “İbrani” kelimesinin aksine bir mezhep ya da dinle sınırlı değildir- olarak tanımlamaktadır. Çünkü Amerikalıların kendilerini, İbranilere benzer bir şekilde, ekstra cömertliğin alıcıları olarak değil, önemli sorumluluklarla görevlendirilmiş olarak eşsiz gördüklerine dair çok az şüphe vardır. Onlar Eski Ahit’in önermesine uygun olarak birbirlerine saygılı davranmanın barış ve refahı sağlamasının, aksi davranışın sağlamasından daha muhtemel olduğunu anlamışlardı. Başından beri köleliği yasaklamayı başaramayarak bu idealin çok gerisinde kalmak -kuşkusuz o zamanlar pratik bir imkânsızlıktı- sadece bu şüphenin doğruluğunu teyit etmiştir.

Hartz’a göre Avrupalı rasyonalistler, “Amerikan devrimci bakış açısının, sömürge yaşamında hüküm süren yüksek derecedeki dini çeşitlilikten [beslenen] ölçülü mizacını” hafife almışlardı. Hartz’a göre, “Amerikan görev duygusunu [neo-]Hıristiyan (Aydınlanma sonrası) bir evrenselcilikle değil, tuhaf bir şekilde İbrani bir ayrılıkçılıkla doyuran”, Tevrat’ın insanların dünyanın dört bir yanına yayılması ve birçok ulus yaratması emrinde saklı olan aynı çeşitlilikti. İronik bir şekilde, bu tutum “[Amerikalılara] Avrupa’nın hiç bilmediği tuhaf bir topluluk duygusu ilham etti… Tocqueville’in şu sözünü tekrar hatırlıyoruz: Amerikalılar ‘eşit doğarlar’.” Ayrıca Tevrat’tan da insanlığın tufandan sonra kurtulduğunu ve Nuh’un soyundan gelenlerden “tüm dünyanın dallanıp budaklandığını”, “her birinin kendi dili -klanları ve ulusları- olan” birçok ülkeye yayıldığını öğreniyoruz. (Yaradılış 9-10)

Gerçekten de doğal özgürlük sisteminin benimsediği paradoks, en temelde, toplumda hayatta kalmanın paradoksunu yansıtıyordu: Aynı anda hem muazzam bir meydan okuma hem de bir kurtuluş, empatinin sınırlarını test edecekti. Kendini sevmenin başkalarını sevmeyi dışlamadığını kavramak için azıcık sağduyu gerekir. Benmerkezcilik önce gelse de -her bebek içgüdüsel olarak kendi hayatta kalması dışında her şeyden habersizdir- olgunluk kısa sürede kendini aşmanın erdemini öğretir. Talihsiz Narcissus olan solipsist (tekbenci), er ya da geç dipsiz bir nihilizme batar. Ancak Yunan mitolojisindeki figür yalnızca kendini boğarken, psikopat solipsist bütün bir uygarlığı boğabilir. Medeniyeti hoşnutsuzluklarından kurtarmak için hem akla hem de duygulara, gerçeklere ve inanca saygılı orijinal liberalizme geri dönmek bu neslin başlıca görevidir.

Yazar: Juliana Geran Pilon

Çeviren: Ahmed Durak

Kaynak: https://lawliberty.org/classical-new-or-conservative-liberalism/

Önceki İçerikERDOĞAN SEÇİM BAŞARISINI HAK ETTİĞİNİ GÖSTERMELİ
Sonraki İçerikÖzgürlük Gündemi Sayı 38