Editörden,

Ankara’daki malum terör saldırısı dışında, geçen iki haftanın siyasî gündeminde öne çıkan başlıkları yine hukuk ve adalet sorunları oluşturuyor. Ekim ayının ilk gününde Ankara’da İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü binasına yapılan bombalı saldırıda bir yurttaş öldü, iki polis te yaralandı. Bu arada İçişleri Bakanı’nın açıklamasına göre, ‘’teröristlerden biri kendini patlatmış, diğer terörist etkisiz hale getirilmiştir.’’ 

Saldırının ardından Dışişleri Bakanı sert bir açıklama yaparak, PKK’lı teröristlerin Suriye’den geldiklerini, onun için Suriye ve Irak’taki  ‘’KK/YPG’’ye ait her türlü tesisin artık Türkiye’nin güvenlik güçlerinin meşru hedefi haline geldiğini duyurdu ve terörist örgütün bu eylemi gerçekleştirdiğine pişman olacağını söyledi. Nitekim bombalı saldırının ardından Türk hava kuvvetleri Kuzey Irak ve Suriye’deki PKK hedeflerine ardı ardına hava saldırıları düzenleyerek çok sayıda hedefi imha etti.

Başta Ankara ve İstanbul odaklı olmak üzere çoktandır PKK terörünün genel ve ana hedefi durumunda bulunan  Türkiye toplumu, öyle görünüyor ki, Kürt sorunu makul bir çözüme kavuşmadığı sürece, zaten alışkın olduğu terörle birlikte yaşamaya önümüzdeki yıllarda da devam edecek. Bu durum aynı zamanda Türkiye’nin Irak ve Suriye sınırları içinde askerî harekât -duruma göre, hava veya kara harekâtı- yapmak için neredeyse her zaman bahaneye sahip olacağı ve bu arada Kuzey Suriye’de ‘’fırsattan istifade’’ yaratmış oldğu nüfuz alanından kolayca geri çekilmeyeceği anlamına da gelmektedir.

Hukuk gündeminin baş sırasında ise Yargıtay’ın sanıkların çoğunun hapis cezalarını onaylamasıyla, Osman Kavala ve Gezi Davası’nın sonuçlanması yer almaktadır. Böylece iş insanı Kavala’nın “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkumiyeti ve bu suça yardım ettikleri gerekçesiyle milletvekili Can Atalay ile Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater Utku hakkındaki on sekizer aylık hapis cezaları kesinleşmiş oldu. Ne var ki, Kavala ve arkadaşlarıyla ilgili yargı süreci baştan itibaren esasa ve usule ilişkin birçok hukukî hatayla maluldür.

Bu süreçte adil yargılama esasları birçok bakımdan çiğnenmiş, yargı süreçlerinde normal olarak tanık olunmayan türden bazı dikkate değer tuhaflıklar yaşanmıştır.  Osman Kavala kendisine isnat edilen suçu işlediğine dair makul şüphe sebepleri var olmadığı halde tutuklanmış, bu durum Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce (AİHM) de tespit edilmesine rağmen kendisi serbest bırakılmayarak uzun süre tutuklu kalmıştır. Keza Kavala bir ara hükümeti ortadan kaldırma suçlamasından beraat edince bu sefer casusluktan tutuklanmıştır. Daha önce bir mahkeme tarafından ‘’hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs’’ suçundan beraat ettirilen Kavala daha sonra başka bir mahkeme tarafından aynı suçtan mahkum edilmiş ve sonunda bu mahkumiyet Yargıtay tarafından da onanmıştır.

Öte yandan, esasa ilişkin olarak ta, Gezi olayları her ne kadar AKP iktidarı tarafından ‘’Gezi kalkışması’’ olarak yaftalanmış olsa da, ortada Gezi sanıklarının anayasal düzeni veya hükümeti ‘’ortadan kaldırmaya teşebbüs’’ gibi ağır ithamlarla karşılaşmalarını gerektirecek bir suç yoktur.  Bu olaylar nihayet yurttaşların anayasal güvence altında olan toplantı ve gösteri yürüyüşü haklarını kullandıkları protesto gösterilerinden ibarettir ve olaylar esnasında vuku bulan kimi cüz’î kamu düzeni ihlalleri de aslında bildik ‘’polisiye olaylar’’dan başka bir şey değildir. Zaten ortada cebir ve şiddet yoluyla hükümeti ortadan kaldırmayı amaçlamış olan hiyerarşik olarak örgütlenmiş homojen bir grup ta yoktur.

Nitekim Yargıtay’ın Kavala ve arkadaşlarının cezalarını onaylayan kararı Avrupa’da da olumsuz etki yapmış, bu arada Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi Osman Kavala ve Gezi Davası kararını genel kurulun gelecek haftaki bir özel oturumda ‘’acil konular’’ başlığı altında görüşmek üzere gündeme almaya hazırlanmaktadır. Bu oturumdan Türkiye’yi kınayan ve/veya Kavala’yı serbest bırakmaya çağıran bir karar çıkması ihtimal dahilindedir.

Burada ortaya çıkan başka bir mesele de Gezi davasında hapis cezasına çarptırılan Can Atalay bu arada milletvekili seçildiği halde and içerek görevine başlamasına izin verilmemiş olmasıdır. Milletvekili seçildiği için yasama dokunulmazlığından yararlanacağı gerekçesiyle Yargıtay’a yapılan tahliye talepli başvuru da reddedilmiştir. Konu bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne iletilmiş olup, Mahkeme genel kurulunun 12 Ekim tarihli oturumunda başvuruyu inceleyerek bir karar vermesi beklenmektedir. 

Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş örneklerinde gözlediğimiz gibi, son yıllarda kişilerin sadece siyasî veya idarî kararlarla değil yargısal kararlarla da temel haklarından haksız olarak yoksun bırakılmasının örnekleri maalesef gitgide hem artmakta hem de daha da sık meydana gelmektedir. AİHM’nin 26 Eylül’de Yüksel Yalçınkaya’nın başvurusunu karara bağlaması dolayısıyla bunun yeni bir örneğini öğrenmiş olduk.   Nitekim Strasbourg Mahkemesi öğretmen Yalçınkaya’nın ByLock kullandığı için Türk yargı sistemi tarafından ‘’FETÖ üyeliği’’ suçlamasıyla hapse mahkûm edilmesinin başvurucunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde öngörülen ‘’kanunsuz suç ve ceza olmaz’’ güvencesi ile adil yargılanma ve örgütlenme haklarının ihlâli anlamına geldiğine karar verdi. Karar, benzer bir isnatla ve üç aşağı beş yukarı aynı gerekçeyle hapse mahkûm edilmiş veya davaları halâ devam etmekte olan binlerce başka vatandaşın durumu için emsal teşkil ediyor olması bakımından da önem taşımaktadır. Tahmin edilebileceği gibi, Erdoğan hükûmeti bu karardan fazlasıyla rahatsız oldu ve karara şiddetli tepki gösterdi. Bu arada Adalet Bakanı da AİHM’nin yetkisini aştığını ileri sürdü. (Bu kararın daha genişçe bir değerlendirmesini aşağıda A. Rıza Çoban’ın kaleminden okuyacaksınız.)

Bu seferki son gündem maddemiz önümüzdeki haftalar veya aylar boyunca da muhtemelen gündemden düşmeyecek olan anayasa değişikliği meselesi. Malum, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP yönetimi bir süredir muhalefet partilerine ‘’yeni ve sivil bir anayasa’’ yapımına katılma çağrısı yapıyor. Erdoğan en son Büyük Millet Meclisi’nin açılışında yaptığı konuşmada ‘’ülkeyi yeni ve sivil bir anayasaya kavuşturmak’’tan, ‘’ülkenin ve toplumun önünü açan, aydınlatan, ufkunu genişleten bir anayasa’’dan söz ediyor ama 2017’de kendi inisiyatifleriyle yapılan demokrasi-kusurlu anayasa değişiklikleri ve onu izleyen anayasacılığın ruhuna tamamen ters otoriter uygulamadan sonra, AKP-MHP ittifakının öncülük edeceği bir ‘’yeni’’ anayasadan kuşku duymaya hepimizin hakkı var. Özellikle de aynı konuşmada hedefin ‘’milletin temel değerlerine, kırmızı çizgilerine’’ ve (AKP’nin) ‘’Türkiye Yüzyılı hedefine uygun’’ bir anayasa olduğunun belirtilmesi ve ‘’cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi’’ dedikleri ucube modelin ‘’iki asırlık yönetim sistemi arayışımızın zirvesi’’ olarak nitelenmesi karşısında kuşkularımız daha da artmaktadır. Bu durumda, aynı konuşmada ‘’millî’’ anayasa vurgusu yapılmasının, merkezinde kadın-erkek eşitliğini zayıflatmanın ve kadınlar için başını örtmenin norm haline getirmenin yer aldığı,  muhafazakâr aile değerlerini veri alan bir anayasanın hedeflendiğinden korkulur. Ayrıca, pek muhtemeldir ki bu ‘’millî’’ anayasa girişiminin diğer amaçları arasında cumhurbaşkanlığını daha da güçlendirmek (bu arada belki sayın Erdoğan’a süresiz seçilme hakkı tanımak) ve denetim işlevi zaten büyük ölçüde zayıflamış olan Anayasa Mahkemesi’ni büsbütün etkisizleştirmek te vardır.

Yeni bir Özgürlük Gündemi’nde buluşmak üzere.

* Mustafa Erdoğan


Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Yalçınkaya Kararı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi darbe teşebbüsü sonrasında terör örgütü üyeliği iddiasıyla yürütülen yargılamalar sonucunda verilen mahkûmiyet hükümleriyle ilgili Yüksel Yalçınkaya başvurusuna ilişkin ilkesel kararını verdi.[1] Büyük Daire tarafından verilen bu karar benzer yargılamalar açısından emsal niteliği taşıyor ve bu yargılamaların akıbetini değiştirecek nitelikte. Öğretmen olan başvurucu, ByLock uygulamasını kullandığı, Bank Asya’ya para yatırdığı, KHK ile kapatılan bir dernek ve bir sendikaya üye olduğu ve sohbet toplantılarına katıldığı iddialarıyla silahlı terör örgütü üyeliğinden 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılmış ve cezası kesinleşmiştir.

Başvurucu suçlandığı eylemlerin işlendiği sırada suç teşkil etmediğini ve kanunların keyfî bir şekilde çok geniş yorumlanarak, hukuka uygun eylemlerinin suç sayıldığını, bu nedenle de Sözleşmenin 7. maddesinde güvence altına alınan ‘’kanunsuz suç ve ceza olmaz’’ ilkesinin ihlâl edildiğini ileri sürmüştür.  Ayrıca hukuka aykırı elde edilmiş delillerin yargılamada kullanılması ve hakkındaki delillerin, özellikle de ByLock ham verilerinin kendisine verilmemiş olması nedeniyle hakkındaki iddialarla ilgili olarak yeterli savunma yapamadığından adil yargılanma hakkının (m. 6) ve ByLock verilerinin hâkim kararı olmadan ve hukuka aykırı olarak ele geçirilmesi nedeniyle haberleşmenin gizliliği hakkının (m. 8) ihlâl edildiğini iddia etmiştir. Son olarak sendika ve derneğe üye olmasının mahkumiyeti için delil olarak kullanılması nedeniyle örgütlenme özgürlüğünün (m. 11) ihlâl edildiğini ileri sürmüştür.

Mahkeme, 7. maddeye ilişkin olarak, suç ve cezaların kanuniliği ilkesinin hangi fiillerin suç olduğunun önceden kanunla düzenlenmiş olmasını ve bu kuralların kişiler açısından öngörülebilirliği sağlayacak şekilde istikrarlı olarak uygulanmasını gerektirdiğini belirtmiştir. Bu çerçevede başvurucunun mahkumiyetine neden olan silâhlı terör örgütüne üye olma suçunun Türk Ceza Kanunu (m. 314/2), Terörle Mücadele Kanunu (m. 3,7) ve Yargıtay içtihatlarıyla düzenlendiğini tespit etmiştir. Buna göre cebir, şiddet ve tehdit yöntemleriyle siyasî amaçları gerçekleştirme hedefiyle kurulan bir örgütün bu amaçlarını bilerek ve isteyerek örgütün hiyerarşisine tâi olan ve iradesini örgüte teslim edenler, eylemlerinin örgütün amacı ve menfaatlerine katkısı itibariyle süreklilik, çeşitlilik ve yoğunluk koşullarını taşıması şartıyla örgüt üyeliğinden cezalandırılacaktır.

Mahkeme, başvurucunun terör örgütü üyeliğinden cezalandırılmasının 7. maddenin gereklerine uygun olarak Türk hukukunda öngörülen yukarıdaki standartlar çerçevesinde öngörülebilir olup olmadığını incelemiştir. Hükümet başvurucunun ByLock uygulamasını kullanmasının mahkûmiyetinin temel dayanağı olduğunu, diğer delillerin ise destekleyici delil niteliğinde olduğunu tespit etmiştir. Bu çerçevede, ByLock uygulamasının münhasıran örgüt üyelerince kullanılan şifreli bir haberleşme uygulaması olduğunu, bu nedenle uygulamayı kullanmanın tek başına örgüt üyeliğini gösteren delil niteliği taşıdığını savunmuştur.

Mahkeme yaptığı değerlendirmede, başvurucunun söz konusu uygulamayı kullandığı sırada “cemaat” denilen yapının terör örgütü olduğuna dair bir mahkeme kararı bulunmadığını hatırlatarak o tarihte bu uygulamayı kullanması nedeniyle terör örgütü üyeliğinden suçlanmasının başvurucu açısından öngörülebilir olup olmadığını ele almıştır. Mahkeme, yerel mahkemelerin ve hükümetin, uygulamayı indirmiş olmanın tek başına nasıl başvurucunun söz konusu tarihte bilinen bir şiddet eylemi ve hakkında mahkeme kararı bulunmayan terör örgütünün gizli amacını ve cebir şiddet yöntemlerini benimsediğini bilerek ve isteyerek örgüt hiyerarşine kendi iradesini teslim ettiğini gösterdiğini ortaya koyamadığını tespit etmiştir. Bu çerçevede mesaj içeriklerine ve kiminle mesaj teatisi yapıldığına bakmadan, salt uygulamayı indirmenin kesin delil olarak kabul edilmesinin, ByLock uygulamasını terör örgütü üyeliği suçunun maddi ve manevi unsuru haline getirdiğini ve kişilerin kendilerine yönelik suçlamalara cevap vermesine imkân vermeyecek şekilde bir suçluluk karinesi yarattığını tespit eden Mahkeme, böyle bir yargısal uygulamanın 7. maddenin gerektirdiği öngörülebilirliği sağlamaktan uzak ve kişilerin keyfi olarak cezalandırılmasına neden olduğunu belirterek 7. Maddenin ihlal edildiğine karar vermiştir.

Bu arada, Mahkeme delil değerlendirme konusundaki kendi yetkisinin sınırlarını kararın her paragrafında yeterince açıklamış olup hükümet üyelerinin bu yöndeki itirazları temelsizdir. Ayrıca Mahkeme, hükümetin ByLock uygulamasını kullanmanın suç olmadığı, aksine üyelik suçunun delili olduğu yönündeki iddiasını da Türk yargı pratiğinde uygulamayı indirmiş olmanın suçun maddî ve manevî unsurunu ikame edecek şekilde kullanıldığı tespitiyle çürütmüştür.

Adil Yargılanma hakkı bakımından Mahkeme, yargılama sırasından ByLock ham verilerinin başvurucuya verilmediğini ve bu nedenle hakkındaki iddialara etkili bir şekilde itiraz edemediğini ve diğer bazı usulî eksiklikler nedeniyle 6. madde kapsamındaki adil yargılanma hakkının ihlâl edildiğine karar vermiştir.  Mahkeme, bu arada, başvurucunun ByLock verilerinin hukuka aykırı şekilde elde edilmesi nedeniyle haberleşmenin gizliliği hakkını ihlâl ettiğine ilişkin şikâyetini ayrıca incelemeye gerek görmemiştir. Son olarak Mahkeme, başvurucunun KHK ile kapatılan dernek ve sendika üyeliği dolayısıyla cezalandırılmış olmasının Sözleşmenin 11. maddesinde güvence altına alınan örgütlenme özgürlüğünü ihlâl ettiğine karar vermiştir.

Bu karar, sonuçlanmış veya halen devam etmekte olan ‘’FETÖ/PDY’’ yargılamalarını etkileyecektir. Zira Strasbourg Mahkemesi 6. ve 7. maddelere ilişkin tespitlerinin, önündeki yaklaşık 8.500 başvurudaki benzer iddialar bakımından da sonuç doğuracağını ve potansiyel olarak yaklaşık 100.000 ByLock kullanıcısı hakkındaki yargılamalar açısından da geçerli olduğunu belirterek, bu sorunlara yol açan ihlâl bulgularının sistemik nitelikte olduğunu tespit etmiştir. AİHM kararlarının bağlayıcılığını düzenleyenSözleşmenin 46. maddesinin Türk Anayasasının 90/5. maddesi gereğince anayasal bir kural olduğunu hatırlatan Mahkeme,Türkiye’nin uygun şekilde genel önlemler alması gerektiğini ve ulusal mahkemelerin de AİHS standartlarını dikkate almalarının zorunlu olduğunu vurgulamıştır. 

Sözleşmenin ağır ihlâline neden olan uygulamaların sona erdirilmesi için Mahkemenin bu bulgularının devam eden yargılamalarda dikkate alınması, kesinleşmiş kararlar açısından ise yeniden yargılama nedeni kabul edilerek yeniden yargılama yolunun açılması gerekir. Aksi tutum hem mağduriyetleri ağırlaştıracak hem de Türkiye’nin Avrupa Konseyi ve hür dünya ile ilişkilerini daha da bozacaktır. Eğer kararın gereği yerine getirilmezse tüm toplum bunun yaratacağı olumsuz sonuçlardan etkilenecektir.

 * Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu

Sekiz Milletvekiline Ait Fezlekeler Meclis’e Sevk Edildi

Geçtiğimiz hafta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yeni yasama yılı başladı. TBMM’nin açılmasıyla birlikte 8 milletvekiline ait dokunulmazlıkların kaldırılmasına yönelik fezlekeler Meclis Başkanlığına iletildi. Fezlekeleri gönderilen kişiler arasında Yeşil Sol Partiden üç, CHP’den iki, Demokrat Parti’den bir ve MHP’den iki milletvekili yer alıyor. Fezlekeler arasında en çok dikkat çekeni Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Sezgin Tanrıkulu hakkında, “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik” ve “devletin askeri ve emniyet teşkilatını alenen aşağılama” suçlamalarıyla dokunulmazlığının kaldırılması istemiyle hazırladığı fezleke oldu. Bu fezleke Başsavcılık tarafından Adalet Bakanlığına gönderilmiş, Bakanlık da fezlekeyi, TBMM’ye iletilmek üzere Cumhurbaşkanlığına sunmuştu.

Bu fezlekelerle ilgili süreç TBMM Anayasa ve Adalet Karma Komisyonu’na sevk edilmesi ve Komisyon’un fezlekelerin gündeme alınması yönünde karar vermesi durumunda her bir fezleke için Hazırlık Komisyonu kurulacak. Hazırlık komisyonu kararını verdikten sonra Karma Komisyon bir ay içinde kararı görüşmek durumunda. Karma Komisyon, dokunulmazlığın kaldırılmasına veya kovuşturmanın milletvekilliği sıfatının sona ermesine kadar ertelenmesine karar veriyor. Karma Komisyonun dokunulmazlığın kaldırılması yönünde karar vermesi durumunda ise dosya TBMM Genel Kurulu’nda görüşülecek ve milletvekilleri nihai kararı verecek. Genel Kurulda dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin karar toplantıya katılanların salt çoğunluğunun oyuyla alınır, ancak bu sayı hiçbir halde 151’den az olamaz.

Bu sürecin söz konusu milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması ile sonuçlanmasının çok hızlı bir biçimde gerçekleşmediğini, 1000’den fazla fezlekenin Meclis’te bulunduğunu belirtmek gerekir. Buna karşın, bazı milletvekillerinin dosyalarının öne çekilerek sürecin hızlandırılması mümkün. Bunun ise büyük ölçüde komisyonlardaki iktidar ve müttefiki partinin hangi milletvekillerini ve partileri cezalandırmak ile ilişkili olduğunu belirtmek gerekir.

Türkiye’de uzun yıllardır gündemden düşmeyen ve siyasî iktidarın muhaliflerini cezalandırma tehdidine veya aracına dönüşen konuların başında milletvekilliği dokunulmazlıklarının kaldırılması girişimleri geliyor. Yargı bağımsızlığının iyice zayıfladığı son yıllarda Meclis’e gönderilen fezleke sayısının dramatik bir biçimde arttığını, başta iktidar partisi olmak üzere bazı partilerin de bu yöntemi agresif bir biçimde kullanmaya çalıştığını görüyoruz. Özellikle son iki dönemde milletvekilliği düşürülen vekil sayısı oldukça yüksek. Örneğin, 26. dönem milletvekillerinden 8, 27. dönem milletvekillerinden ise 5 tanesinin milletvekillikleri düşürülmüştü. Bunun dışında son örneğini Can Atalay’da gördüğümüz milletvekili seçilmesine rağmen tahliye edilmeyen ve yasama faaliyetlerine katılması engellenen milletvekilleri oldu. Türkiye’de milletvekillerinin, dokunulmazlıkların kaldırılması girişimleriyle sistematik bir biçimde karşı karşıya kalması hukukun üstünlüğüne ve demokratik kurum ve süreçlere zarar vermektedir. Zira dokunulmazlıkların kaldırılması tehdidi altında çalışan milletvekilleri, parlamentoda etkin bir şekilde görev yapma yeteneğini kaybedebilir, temsil ettikleri seçmenlerin taleplerini etkili bir biçimde dile getirmelerini kısıtlayabilir. Demokratik sistemler, farklı seslerin ve görüşlerin duyulduğu yerlerdir. Dokunulmazlıkların kaldırılması, özellikle muhalif sesleri susturarak demokrasinin çoğulculuk ilkesini tehdit eder. Öte yandan bu sürecin keyfi ve öznel bir şekilde yürütülmesi, hukukun üstünlüğü ilkesini zayıflatmaktadır. Adaletin tarafsız ve bağımsız bir şekilde işletilmediği algısı, toplumun halihazırda düşük olan adalet sistemine güvenini iyice düşürebilir.

* Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi

Merkez Bankası Başkanının Sunumunda Enflasyon Öngörüleri

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Hafize Gaye Erkan 3 Ekim 2023 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Plan ve Bütçe Komisyonu’nda bir sunum yaptı. Sunumun içeriği küresel ekonominin değerlendirmesi, enflasyon ve para politikalarından oluşuyordu. Sunumun TCMB’nin sitesinde yayınlanan versiyonuna baktığımızda küresel ekonomiye ilişkin verilerin oldukça kapsamlı bir şekilde değerlendirildiğini görüyoruz.[2] Sunumun bu kısmında küresel büyüme, Satın Alma Yöneticileri Endeksi (PMI-Purchasing Manager Index), emtia fiyatları gibi veriler değerlendirilmiş. Bünyesinden barındırdığı ekonomistlerin bilgisi, birikimi halen yüksek seviyede olan Merkez Bankasının bu tarz temel göstergeleri rasyonel bir şekilde incelemesi zaten olması gereken durum.

Sunumun Türkiye enflasyonunu içeren bölümü ise aylık enflasyon rakamlarının seyri ve bileşenleriyle başlıyor. Bu bölümdeki en önemli vurgu ise iç talebin halen canlı olduğunun vurgulanması. Sunumda arzın durağan olduğu, talebin ise canlı olduğu Sanayi Üretim Endeksi ve Perakende Satış Hacim Endeksi üzerinden incelenmiş. Aşırı canlı iç talebin nihayetinde cari dengeyi bozduğu belirtilmiş. Bunların yanı sıra dövizdeki artışın enflasyona geçişkenliğinin giderek arttığını gözlemlemiş Merkez Bankası. Buna bağlı olarak da akaryakıt fiyatlarının arttığı ve bunun da enflasyonun yayılımını artırdığı söylenmiş sunumda. Sunumun bu kısmında bizim hayatımızı doğrudan etkileyen bir başka konudan da bahsedilmiş: Vergi artışları. Fakat Merkez Bankası vergi artışlarının enflasyonu artırdığını söylese de bunu söylerken “vergi ayarlamaları” tabirini uygun bulmuş.

Sorunların tespiti sunumda tabii ki önemli yer tutuyor. Fakat sunumun üçüncü bölümü olan para politikası kısmı Merkez Bankasının esas söylemek istediklerinin yer aldığı bölüm. Hafize Gaye Erkan sadece sunumda değil soru-cevap kısmında da “sıkılaştırma” konusu üzerinde özellikle durdu. TCMB sıkılaştırmanın iki önemli bileşeni olarak miktarsal sıkılaştırma ve kredi sıkılaştırması üzerinde duruyor. Likidite fazlasının sterilizasyonu yani piyasadaki para tabanının küçültülmesi ve kredilerin çok seçici bir şekilde verilerek iç talepte daralma yaratmayı hedefliyor TCMB. Hedefledikleri şeye ulaşmak için özellikle kredi büyümesi çok önemli bir nokta. Şimdiden kredi büyümesinin dengelenmeye başladığı sunumdan anlaşılıyor. Tabii miktarsal sıkılaşma ve Türk Lirası’nın değerinin stabilizasyonu için KKM’den (Kur Korumalı Mevduat) çıkış önemli bir yer tutuyor. Sunumda da 22 Eylül 2023 itibariyle son 4 haftada KKM’nin azaldığı ve tasarruf sahibinin Türk Lirası vadeli mevduata yöneldiği özellikle belirtilmiş. Merkez Bankası rezervlerinin yükselmeye ve Türkiye’nin kredi risk priminin (CDS – Credit Default Swap) düşmeye başlaması da sunumun yine bir başka önemli vurguları olmuş. Tabii bu vurgulanırken brüt rezerv yani swaplar yoluyla elde edilen yabancı paralar üzerinden bir grafik hazırlanmış. Piyasaların dikkatle izlediği swaplar hariç net rezerv konusuna ise değinilmemiş. Nihayetinde sunumun sonundaki genel değerlendirme kısmında dezenflasyon için Haziran 2024’e kadar bir geçiş dönemi olacağı, takip eden bir yılda yani Haziran 2025’e kadar dezenflasyon sürecinin sonlanacağı belirtilmiş. Sonraki dönem ise istikrar dönemi olarak adlandırılmış.

* Enes Özkan – Ekonomist, İstanbul Üniversitesi


[1] Yüksel Yalçınkaya/Türkiye [BD], no. 15669/20, 26.09.2023, şuradan erişilebilir: https://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-227636

[2] https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/678cc359-d8bc-45c1-a3bd-a9d3b50d57c1/SunumB03_10_2023.pdf?MOD=AJPERES&CACHEID=ROOTWORKSPACE-678cc359-d8bc-45c1-a3bd-a9d3b50d57c1-oHRIg-S

Önceki İçerikİklim Değişikliğiyle Mücadelede Nükleer Enerjinin Rolü
Sonraki İçerikKorku mu, Sevgi mi? Vergilendirme Üzerine Bir Machiavelli İncelemesi