Editör’den,

Türkiye’nin başından felâketler hiç eksik olmuyor. Geçen yılki büyük deprem faciasından sonra geçen 13 Şubat’ta da Erzincan İliç’teki bir altın madeninde meydana gelen toprak kaymasında 9 işçi göçük altında kaldı ve büyük miktarda siyanürlü solüsyon çevreye yayıldı. İşçilerle ilgili arama-kurtarma çalışmalarından maalesef henüz bir netice alınabilmiş değil. Öte yandan, aktif fay hattı üzerinde yer alan bu faciada gerek maden işletmesine ruhsat verilmesi gerekse denetim aşamasında başta Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı ve Çevre Bakanlığı olmak üzere kamu idaresinin ciddî kusur ve ihmali olduğu iddia edilmektedir. Nitekim aynı maden daha önce de siyanür havuzundaki sızıntıyla gündeme gelmiş ve 2022 Haziran’ında bir aktarma borusunun kırılmasıyla iki saatten fazla bir süre boyunca Fırat nehrine siyanür karışımı akmıştı. Maden işletmesinin çevre için yarattığı tehdit maalesef devam etmektedir.

Bu facianın gerek sorumlularının tespiti ve cezalandırılması gerekse bu tür faciaların tekrarlanmaması için gereken tedbirlerin alınması ve kontrollerin yapılması konularında hükümetin üstüne düşenleri gerçekten yapacağı maalesef şüpheli görünmektedir. Nitekim Millet Meclisinin yasama gündeminde yer alan AKP iktidarınca hazırlanmış olan Maden kanunu hakkındaki değişiklik teklifinde 2014 Soma faciasından sonra yapılan düzenlemeyle getirilen standartların uygulama alanının daraltılması öngörülmektedir. 

Bu arada mahkemelerin tarafsızlığı ve siyasî iktidardan bağımsızlığı konusunda kamuoyunda şüphe uyandıran ve dolayısıyla yargısal adaleti tehdit eden gelişmelere de neredeyse her gün bir yenisi ekleniyor. Ezcümle, Cumhurbaşkanı Erdoğan verdiği hak ve özgürlüklerden yana kararlarla hükümetini ve iktidar ortağını rahatsız eden Anayasa Mahkemesi’nden sonra şimdi de Danıştay’ı hedef tahtasına koymuş bulunuyor. Nitekim kimi ‘’gazeteci’’lerin bu konuyla ilgili olarak kendisine yönelttikleri bir soru üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan şu açıklamayı yaptı:

‘’FETÖ denen bu şer şebekesinin, terör yapılanmasının belini kırdık. FETÖ bataklığını kuruttuk ancak sinekleri temizleme işimiz daha devam ediyor. Biz FETÖ’nün iç yüzünü anlatmaya, onlarla her alanda mücadele etmeye devam edeceğiz. Mücadelemiz bitmiş değil. Son kukla da Türkiye’ye zarar veremez hale getirilene kadar devam edeceğiz. Yüzlerindeki değişik maskeleri yırtıp atıyoruz ve bunlar böylece meydana çıkıyor. Her kılığa giren bu iradesiz şarlatanların ensesinde olacağız. Fakat Danıştay’ın aldığı bu karara da sessiz kalmamız mümkün değil. Nasıl ki Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bazı garip kararlarda Cumhur İttifakı olarak tepkisiz kalmıyorsak, bunda da sessiz kalamayız. Ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin almış olduğu bu kararları hazmedemiyorum. Danıştay zaman zaman yapıyor, bu tür kararlarla bizi rahatsız ediyor ama Anayasa Mahkemesi’nin sık sık bu tür kararları alması bizi ciddi manada rahatsız ediyor. Mesela Anayasa Mahkemesi bir de BTK’yla ilgili bir karar almış. Hani bunun neresinden gireceksin? Nasıl böyle bir karar alınır? Biz de bu işin üzerine üzerine giriyoruz, gideceğiz. Danıştay’da da bu işin yine aynı şekilde takipçisi olacağız.’’

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha önce gidişatından gayet hoşnut olduğu Danıştay’a bu şekilde birdenbire cephe almasının nedeni, 5. Dairesinin  ‘’FETÖ’cü’’ oldukları ithamıyla meslekten çıkarılmış olan dört yüz elli civarında hâkim ve savcı hakkında göreve iade kararları vermiş olmasıdır. Ancak, 2019’dan itibaren yıllara yayılan bir süreçte peyderpey verilmiş olan bu kararlar sanki birdenbire ve topluca verilmiş kararlarmış gibi bir hava yaratılmasından, Erdoğan hükümetinin gündemde olan ‘’yargı reformu’’ndan yakında yeni Başkan seçimi de yapacak olan Danıştay’ı da bir şekilde ‘’yararlandırmak’’ niyetinde olduğu sezilmektedir.  Bu arada, özellikle ‘’FETÖ’’ meselesinde acar polis rolü oynamakla maruf emekli amiral Cihat Yaycı’nın tam da bu sıralar ‘’FETÖ’’cülerin 2026 yılında yeniden darbe yapma hazırlığı içinde oldukları yolunda açıklamalar yapması da ilginçtir.

Ancak, yukarıda aktarılan beyanından da anlaşılacağı gibi, Cumhurbaşkanı’nı asıl kızdıran, başta Can Atalay olayındaki hak ihlâli tespit eden kararları olmak üzere, bir süredir iktidardaki siyasî koalisyonu kızdıran kararlar veren Anayasa Mahkemesi’dir. Bununla beraber, Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinin yok hükmünde olduğunun tespit edilmesi için yapılan başvuru üzerine Mahkeme’nin birkaç gün önce ‘’karar verilmesine yer olmadığı’’na hükmetmesi AKP-MHP koalisyonunun artık Anayasa Mahkemesi’nden endişe etmesine gerek olmadığını gösteriyor olabilir. Nisan ayında Anayasa Mahkemesi üyeliği sona erecek olan Zühtü Arslan’dan boşalacak olan Başkanlık için bugünlerde Mahkeme’de yapılmakta olan seçim de bu yöndeki önemli bir işarettir. Öyle anlaşılıyor ki, yakında devletin ve hükümetin Anayasa Mahkemesi’nden kaygılanmasına ihtiyaç kalmayacaktır.  

Son olarak, bağımsız ve tarafsız olması gereken yargı teşkilâtımızın içinde bulunduğu durumun vahametini göstermesi bakımından tipik olan bir olaya işaret etmek istiyoruz. Bu, geçen Mayıs’taki Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce Tayyip Erdoğan’ın bu makama üçüncü defa aday olmasının Anayasaya aykırı olduğunu savunan hâkim Ahmet Çakmak’ın meslekten çıkarılması olayıdır. Hâkim Çakmak Yüksek Seçim Kurulu’na başvurarak Erdoğan’ın adaylığının iptal edilmesini talep etmiş, ancak başvurusunun reddedilmesi ü-zerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapmıştı. Ne var ki, bu arada Hâkimler ve Savcılar Kurulu da kendisi hakkında soruşturma başlatmış, sonunda hâkim Çakmak daha önce iki defa almış olduğu ‘’yer değiştirme’’ (sürgün) cezası bahane edilerek meslekten çıkarılmıştır. 

Besbelli ki, hâkim Çakmak’ın meslekten çıkarılmasının gerçek nedeni, sözüm ona hâkime yakışmayan tutum ve davranışları olmayıp, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la ilgili bir konuda kanaat belirtmiş, zihinlerinde kişilerin siyasî iktidardan bağımsız olarak temel haklara sahip oldukları düşüncesinin yer etmediği çevrelerin deyimiyle, ‘’hadsiz’’lik yapmış olmasıdır. Oysa, söylemeye bile gerek yoktur ki, kişiler/yurttaşlar anayasal haklarını kullandıkları için hukukî müeyyideye maruz bırakılamazlar. İktidar sahiplerinin hoşuna gitmese de, yurttaşlar kendilerini ve kamuyu ilgilendiren konularda resmî makamlara başvurma hakkına sahiptirler ve cumhurbaşkanı seçilecek kişinin Anayasada öngörülen niteliklere sahip olup olmadığı şüphesiz bütün yurttaşları ilgilendiren bir konudur.

Hâkim Ahmet Çakmak’ın bu şekilde meslekten çıkarılması, sadece yargı bağımsızlığı ve hâkim teminatı gibi evrensel hukuk ve adalet prensiplerinin değil, aynı zamanda medenî bir siyasî toplum olmanın asgarî standartlarının bile Erdoğan-Bahçeli Türkiye’sinde alenen yok sayıldığının yeni ve hoyrat bir göstergesidir. Siyasî olarak ta bu olay, AKP-MHP koalisyonunun kendi iktidarları için tehdit olarak gördükleri hiçbir hak ve özgürlük kullanımına izin vermemek konusunda son derece kararlı olduklarının yeni bir teyidinden ibarettir.

İzleyen sayfalarda Ali Rıza Çoban yakında Millet Meclisi Genel Kurulu’nda görüşülmesi beklenen 8. Yargı Paketi’ni hak ve özgürlük perspektifinden analiz edip değerlendirmeye tâbi tutuyor. Ömer Faruk Şen de Gezi davasındaki son gelişmeleri ele aldığı yazısında bu davanın Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve demokrasi umudunu derinden yaralayan talihsiz bir örnek teşkil ettiğini hatırlatıyor. Çağın Eroğlu ise yerel seçimlerden sonra gündeme gelmesi beklenen kripto paralarla ilgili yasal düzenleme konusunda bazı uyarılarda bulunmaktadır.

Özgürlük Gündemi’nin bir sonraki sayısında yeniden buluşmak üzere.

* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan


8. Yargı Paketi Ne Getiriyor?

Hükümetin hazırladığı 8. Yargı Paketi[i] iktidar partisine mensup milletvekillerince Meclise sunuldu ve bu teklifin Komisyon görüşmeleri tamamlandı. Toplam 42 maddeden oluşan ve 15 Kanun ve bir KHK’da değişiklik öngören bu kanun teklifi, Türk yargısının kronik sorunlarını çözmekten uzak olmakla birlikte bazı kısmi iyileştirmeler içeriyor. Ancak bu teklifte yargı bağımsızlığını güvence altına alacak herhangi bir değişiklik yer almıyor. Aynı şekilde temel hak ihlâllerine neden olan uygulamalarla ilgili de herhangi bir iyileştirme ya da düzenlemeye de yer verilmemiş. Özellikle terör suçlarına ilişkin hükümlerin çok geniş yorumlanması, ifade özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri kapsamındaki fiillerin suç olarak kabul edilmesi dolayısıyla on binlerce kişinin haksız yere tutuklandığı ve cezalandırıldığı AYM ve AİHM kararları ile ortaya konulmuş durumda. Ancak bu teklif ne bu hususlarda bir iyileştirme ne de bu suçları kapsayacak bir af ya da infaz indirimi düzenlemesi içeriyor.   

Teklifte yer alan değişikliklerin önemli bir kısmının Anayasa Mahkemesi tarafından verilen iptal ve hak ihlâli kararlarının gereğini yerine getirmek amacıyla getirildiği anlaşılıyor. Ancak bu konuda da çok eksiklikler ve sorunlar olduğu görülüyor.

Kısaca özetlemek gerekirse, ilk olarak usul kanunlarında yapılan değişikliklerle istinaf ve temyiz başvuru süreleri yeknesak hale getiriliyor. Bu süreler gerekçeli kararın tebliğinden itibaren başlayacak ve iki hafta olacak. Bu düzenlemenin olumlu olduğu ve uygulamadaki bazı sıkıntıları ve tereddütleri gidereceği söylenebilir.

İkinci olarak makul sürede yargılanma hakkının ihlâli ve mahkeme kararlarının yerine getirilmemesi iddiasıyla ilgili başvuruların Adalet Bakanlığında kurulacak bir komisyona yapılmasına olanak tanınıyor. Bu düzenlemenin Anayasa Mahkemesinin verdiği pilot kararı ve sonrasında verdiği düşme kararlarının gereği olarak yapıldığı anlaşılıyor. Bu düzenleme de özünde olumlu olmakla birlikte Komisyona yapılan başvuruların haklı görülmesi halinde başvurucunun avukatı için vekâlet ücretine hükmedilmemesinin büyük bir eksiklik olduğu belirtilmelidir. Diğer taraftan Komisyon tarafından verilecek tazminat miktarlarının AİHM ve AYM tarafından verilen tazminat miktarına denk olması gerekir. Eğer Komisyon tazminat miktarını belirlerken bu hususta özenli davranmazsa çözümden ziyade sorunun bir parçası haline gelebilir.

Getirilen üçüncü değişiklik ise bazı haksız koruma tedbirleri (konutu terk etmeme, bir tedavi kurumuna yatırılma, muayeneyi kabul etme vb) için de tazminat hakkı tanınması. Ayrıca özellikle otomatik olarak tazminat ödenmesini gerektiren hususlarda (göz altı ve tutuklama tedbiri uygulandıktan sonra kişi hakkında takipsizlik veya beraat karar verilmesi, aynı şekilde konutu terk etmeme veya tedavi kurumuna yatırma tedbirleri uygulandıktan sonra kişi hakkında takipsizlik ya da beraat kararı verilmesi halinde) tazminat taleplerinin kurulacak tazminat komisyonuna yapılması öngörülüyor. Daha önce bu nedenlerle tazminat davasının ağır ceza mahkemelerinde açılması gerekiyordu. Eğer tazminat komisyonu AİHM ve AYM standartlarına uygun tazminat belirler ve başvurucuların avukatları lehine vekâlet ücretine hükmederse bu düzenlemenin de olumlu olduğu söylenebilir.

Dördüncü önemli değişiklik hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB) müessesesiyle ilgili ve bu değişikliğin nedeni de Anayasa Mahkemesi’nin verdiği hak ihlâli ve iptal kararları.[ii] Bu konuda en önemli değişiklik sanığa henüz yargılamanın başında HAGB’yi kabul edip etmediğinin sorulması uygulamasının sona erdirilmesi ve HAGB kararlarına karşı istinaf yolunun açılması. Yargılamanın başında sanığın HAGB’yi kabul etmesi mahkeme nezdinde sanık aleyhine bir önyargının oluşmasına neden oluyordu. Diğer taraftan istinaf yoluna başvurulamaması ve itirazda kararın esasının incelenmemesi de otomatik mahkûmiyet kararı verilmesine yol açıyordu. Getirilen değişikliklerle bu mahzurlar önemli ölçüde ortadan kaldırılıyor. Ancak HAGB kararının yanı sıra müsadereye karar verilebilmesi ve bu kararın hemen uygulanmasına olanak tanınması oldukça tartışmalı görünüyor.

Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme düzenlemesiyle ilgili AİHM[iii] ve AYM’nin[iv] ihlâl ve iptal kararlarından sonra yeni teklifte bu suç iki ayrı maddede (TCK m. 220 ve m.314) bağımsız birer suç olarak yeniden düzenleniyor. Ancak getirilen yeni düzenlemenin AİHM ve AYM kararları ile uyumlu olduğunu söylemek mümkün değil. Öncelikle 314. maddede terör örgütü üyeliği ile, örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemenin cezası aynı düzenlenmiş durumda. Üstelik bu durumda işlenilen suçun cezası ayrıca verilecek. Özellikle toplantıya katılma, gösteri yürüyüşü düzenleme, pankart asma gibi eylemlerin bu suç kapsamında değerlendirilmesi durumunda verilen cezalar örgüt üyeliğinden daha ağır hale gelebilecek. İhlâl kararlarına neden olan belirsizlik bu düzenleme ile daha da ağırlaştırılmış durumda.

Diğer taraftan AİHM ve AYM’nin ihlâl veya iptal kararı verdiği başka pek çok konuya ilişkin herhangi bir düzenleme bu teklifte yer almıyor. Meselâ, evli kadının soyadına ilişkin Medeni Kanun’un 187. maddesine ilişkin iptal hükmü yürürlüğe girmiş olmasına rağmen bu teklifte bu hususta bir düzenleme yer almamaktadır. AYM’nin iptal ettiği 5651 sayılı Kanun’un 9. maddesine ilişkin de bir düzenleme yapılmamış. AİHM’in Vedat Şorli/Türkiye kararında yeni düzenleme yapılması gerektiğine karar verdiği Cumhurbaşkanına hakareti düzenleyen TCK m. 299 ile ilgili de herhangi bir değişiklik öngörülmüyor. Başka onlarca örnek sıralanabilir. Sonuç olarak 8. Yargı Paketi kısmi iyileştirmelerin ötesinde Türkiye’nin yargı sorununa gerçek bir çözüm üretmekten çok uzak görünüyor.

 * Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu


Gezi Davası Sanıklarının Yeniden Yargılanması Devam Ediyor

Gezi Davasının Yargıtay’ın bozma kararı sonrasında davayı yeniden gören ilk derece mahkemesinde Yargıtay 3. Ceza Dairesinin beraat öngören kararına uyarak Ali Hakan Altınay, Yiğit Ali Ekmekçi ve Mücella Yapıcının yurt dışına çıkış yasaklarının kaldırılmasına karar verdi. Ayrıca kararda İstanbul Emniyeti’nden bu üç ismin Gezi eylemlerine katıldığına dair görüntü olup olmadığının sorulması gerektiği belirtildi ve duruşma 22 Mayıs 2024 tarihine ertelendi. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 18 yıl hapis cezasına çarptırdığı bu isimler yeniden yargılanmaya başlandı ve geçtiğimiz hafta alınan ara kararda adli kontrol tedbirleri kaldırıldı. Üst mahkemenin bozma kararının alt mahkeme tarafından hukuka aykırı bir biçimde göz ardı edilmemiş olmasını olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyoruz. Nitekim, son zamanlarda politik mahiyeti öne çıkan davalarda üst mahkeme kararlarına uyulmaması yönünde kararlar alınabildiğine şahit olduk.

Maalesef Türkiye’de hukukun tabiî işleyişine uygun ufak bir gelişme gördüğümüzde bile buna sevinir hale geldik. Gezi Parkı Davası, Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve demokrasinin temelleri üzerinde derin yaralar açan bir sürecin adı olmuştur. Zira Osman Kavala başta olmak üzere birçok sanık politik bir ajandanın ve adli yargılanma hakkını ihlal eden süreçlerin sonucunda ağırlaştırılmış müebbet veya 18’er yıllık hapis cezaları almış ve Yargıtay tarafından bu cezalar onanmıştı.

Maalesef Gezi Davası Türkiye’de hem hukukun üstünlüğünün hem de demokrasinin erozyona uğratıldığı temel eksenlerden birini oluşturuyor. Örneğin Can Atalay 18 yıl hapis cezasına çarptırılmış ve daha önceki bültenlerimizde de belirttiğimiz gibi emsallerine ve hukuka aykırı bir biçimde milletvekili seçilmesine rağmen cezaevinden çıkmamış ve geçtiğimiz ay milletvekilliği düşürülmüştü. Böylece Atalay’ın “seçilme ve siyasi faaliyetlere katılma” hakkı, AYM’nin lehte kararına rağmen İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararıyla elinden alınmıştı. Bunun üzerine CHP’nin ve Atalay’ın avukatlarının yaptığı iki başvuruda Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinin yok hükmünde olduğunun tespitinin yapılması talep edilmişti. Anayasa Mahkemesi ise geçtiğimiz hafta verdiği kararda iki başvuru hakkında da “karar verilmesine yer olmadığına” hükmetti.

Gezi Davası, başından itibaren, adil yargılanma hakkının ve ifade özgürlüğünün politik saiklerle nasıl gölgelenebileceğinin canlı bir örneğini teşkil etmiştir. Osman Kavala’nın ve diğer sanıkların aldıkları ağır cezalar, yargının bağımsızlığına ve tarafsızlığına duyulan güveni zedelemiştir. Bu durum, demokratik toplumlarda temel bir hak olan protesto ve ifade özgürlüğünü kısıtlayarak, toplumun demokratik katılımını engelleyen bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Gezi davasının getirdiği bu ağır miras, Türkiye’nin hukuk devleti olma yolundaki kararlılığını ve demokratik ilerlemesini sorgulamaya devam edecektir.

 * Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi


Kripto Yasasında Son Düzlük

2024 yılının başından beri, her ne kadar ekonomi yönetiminin en önemli konu başlıklarından biri olmasa da, Türkiye’de kripto varlıklara yönelik olarak yapılacak yeni kanunî düzenlemeye dair çeşitli açıklamalar gündeme geliyor.

Yakın zamanda gerçekleştirilen Ekonomi Koordinasyon Kurulu Toplantısı’nın ardından açıklama yapan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, kripto paralara yönelik çıkartılacak yeni yasaya dair çalışmaların sürdüğünü ifade ederken, aynı zamanda bir tarih verdi. Yılmaz, yaklaşan 31 Mart yerel seçimlerinin ardından, Nisan ayında, meclisin ilk gündem maddelerinden birinin söz konusu yasa olacağına işaret etti. Böylece müstakbel kripto yasası ufukta gözükmeye başladı.

Yasanın içeriğine dair kamuoyunun bilgisi ise hâlen daha son derece genel tanımlarla sınırlı. Şu an kamuoyu olarak bildiğimiz, kanunun nasıl bir düzenleyici görev üstleneceği. Kripto varlıkların hukukî tanımından da öte, bu düzenlemenin nereye kadar uzanacağı önemli bir soru işareti teşkil ediyor. Zira kripto yatırımcılarının bu alternatifi tercih etmesinin önemli sebeplerinden biri, kripto paraların ve piyasanın ademi merkeziyetçi niteliği. Dolayısıyla “merkezî denetim” anlayışı, kripto paraların doğasına aykırı bir yaklaşım. Belirli lisans yükümlülükleri ile bu şart gerçekleştirilebilir olsa da, düzenlemenin yatırımcıların hareket alanına en az derecede müdahale etmesi beklenir olmalı.

Kripto para düzenlemelerinin Türkiye için önemli bazı yol ayırımları teşkil ettiğini söylememiz gerekir. Bir taraftan, FATF’in “Gri Liste”sinden çıkma uğraşı, söz konusu yasal düzenlemelerin bir numaraları gerekliliği olarak değerlendiriliyor. Ve bu son derece meşru bir değerlendirme, zira kripto paraların FATF koşullarının güvenli bir biçimde sağlanabilmesi adına çeşitli güçlükler ve karanlık bölgeler yarattığı açık.

Ancak aynı zamanda kripto paralar, Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de pek çok ekonomik aktör için bir yatırım alternatifi olma niteliğini sürdürüyor.  Dolayısıyla yalnızca FATF gerekliliklerini tatmin etmek için atılacak adımlar, kripto piyasalarının doğası ve niteliğini gözden tamamen kaçırma riski taşıyor. Bu da, özellikle Türkiye’de yaşayan kripto yatırımcıların ekonomik hareket alanının daralması anlamına gelebilir. Bunu önleyebilmek için, düzenleme yapılırken belki en az FATF kadar yatırımcıların da koşullarının göz önünde bulundurulması gerekiyor. Dolayısıyla seçimden sonra, Türkiye’de yasa koyucuyu piyasa ve ekonomik hareketlilikleri doğrudan ilgilendirecek bir hassas terazi bekleniyor. Şimdilik ise bu hassas terazinin doğru tartmasını beklemekten başka yapabileceğimiz fazla bir şey yok.

* Çağın T. Eroğlu


[1] Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 659 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, şuradan erişilebilir:  https://cdn.tbmm.gov.tr/KKBSPublicFile/D28/Y2/T2/WebOnergeMetni/6e8b6477-2942-49d1-acf1-cfa13bcac252.pdf

[2] AYM, E.2022/120, K.2023/107, 01/06/2023.

[3] Işıkırık/Türkiye, no. 41226/09, 14.11.2017

[4] Hamit Yakut [GK], B. No: 2014/6548, 10/6/2021; AYM, E.2023/132, K.2023/183, 26/10/2023 

Önceki İçerikRIZAYA DAYANAN BASKICI YÖNETİM OLUR MU?
Sonraki İçerikTÜRKİYE’NİN KURTULUŞU PARADİGMA DEĞİŞİMİNE BAĞLIDIR