Editörden,

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir süredir Türkiye’yi ziyaret etmesi için davet ettiği ama davetine icabet etmediğinden yakındığı Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas nihayet geçen hafta Türkiye’ye gelerek Millet Meclisi’nde bir konuşma yaptı. Gazze’nin Filistin’in ayrılmaz bir parçası olduğunu ve yakında Gazze’ye gideceğini açıklayan Abbas konuşmasında ayrıca Filistin sorununun savaşla değil uluslararası hukuk çerçevesinde barışçı ve diplomatik yolla çözülmesi gerektiğini vurguladı. İsrail’in saldırılarını eleştiren Abbas’a göre, “güvenlik ve askerî yöntemler hiçbir sonuç getirmeyecektir; siyasi çözümler, adalet ve uluslararası hukuka dayalı yöntemler ile Filistin’in meşru haklarına dayalı yöntemler barışı getirebilir.” Abbas bu anlayışıyla tutarlı olarak, İsrail’e karşı Uluslararası Adalet Divanı’nda açılmış olan davaya işaret ederek, ‘’Netenyahu ve çetesinin’’ uluslararası mahkemelerde hesap vereceği günlerin yakın olduğunu söyledi. 

Davanın asıl sahibi olan Mahmud Abbas’ın Filistin ve Gazze meselesi hakkında barışçı çözümü vurgulayan makul ve nispeten soğukkanlı olan bu konuşmasının, Filistin davasıyla ilgili olarak her zaman ‘’yüksek perdeden’’ konuşan ve İsrail yönetimi hakkında kullanageldiği sert ve mübalağalı üslubuyla dikkat çeken, bu arada Hamas sempatisini de her vesileyle açığa vuran Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı pek te tatmin etmemiş olduğu tahmin edilebilir. Nitekim Abbas’ın konuşması sonrasında iki liderin herhangi bir ortak açıklama yapmamış olması bunun bir göstergesi sayılabilir.

Bu meseleyle ilgili başka bir ilginç nokta da Filistin Devlet Başkanı Abbas’ın ana muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanı Özgür Özel’i Filistin’e davet etmesi oldu. CHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yücel’in açıklamasına göre, ‘’Sayın Abbas, CHP’nin geçmişte de Filistin davasına verdiği destekten ve Sosyalist Enternasyonal Genel Başkan Yardımcılığı sıfatıyla Sayın Özgür Özel’in Filistin Davasını dünyaya duyurmasından memnuniyetini’’ dile getirmiş. Öyle görünüyor k, bütün yabancı gözlemciler ve devlet adamları gibi, CHP’nin Mart 2024 seçimleriyle başlayan yükselişini önemseyen Filistin Devlet Başkanı Abbas Sosyalist Enternasyonel’den ‘’yoldaş’’ı saydığı Özel’e yaptığı bu davetle Türkiye’nin geleceğine yatırım yapmaktadır. 

Bu arada, Türkiye İşçi Partisi milletvekili Ş. Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesine ilişkin Meclis kararının hukuken yok hükmünde olduğu yolundaki Anayasa Mahkemesi kararından sonra, cezaevinden Atalay’ın tahliye edilerek Meclis’te and içip göreve başlamasını sağlamak amacıyla muhalefet partilerinin yaptığı başvuru üzerine TBMM’nin 16 Ağustos’ta olağanüstü olarak toplanmasından beklenen sonuç maalesef çıkmadı. Can Atalay’ın milletvekilliği konusunda ortaya çıkan bu yargısal ve siyasî kriz hakkında genel görüşme yapılmasını talep eden CHP önergesi Meclis Genel Kurulu’nda AKP ve MHP oylarıyla reddedildi. Böylece, AKP-MHP koalisyonunun yönetimi altındaki Türkiye için hiç te şaşırtıcı olmayacak şekilde, Anayasa ve Anayasa Mahkemesi’nin kararı açıkça yok sayılarak milletvekili Ş. Can Atalay hapiste tutulmaya devam etmektedir. 

Buna karşılık, başta CHP olmak üzere muhalefet partileri bu işin peşini bırakmamaya kararlı görünüyor. Nitekim bu haksızlığı telâfi etme arayışı içindeki CHP yeni bir girişim olarak, tatile girmiş olan Millet Meclisi’ni Can Atalay sorununun çözümünü sağlayabilmek umuduyla yeniden toplantıya çağırmaya hazırlanmaktadır. Ancak iktidar partilerinin Anayasa ve hukuk tanımazlık konusundaki bilinen ısrarları dikkate alındığında, muhalefetin bu girişiminden de maalesef bir sonuç alınamayacak gibi görünmektedir. Bu meselenin daha ayrıntılı bir hukukî değerlendirmesini arkadaşımız A. Rıza Çoban’ın izleyen yazısında bulabilirsiniz.

Can Atalay meselesiyle bağlantılı başka bir önemli nokta da, 16 Ağustos’taki mezkur oturumda iktidar cephesinden bir muhalefet milletvekiline yönelik olarak meydana gelen müessif şiddet olayıdır. Bu konuda ‘’sicili bozuk’’ olmakla maruf bir AKP milletvekilinin Meclis kürsüsünde Can Atalay sorunu hakkındaki görüşlerini açıklayan TİP milletvekili Ahmet Şık’a tekme-tokat saldırmasıyla başlayan arbedede maalesef Mecliste kan akmıştır. Aynı zamanda kürsü dokunulmazlığını da ihlâl eden bu çirkin saldırı, böylelikle TBMM’nin kamusal meselelerin ‘’milletin temsilcileri’’ tarafından özgürce tartışıldığı bir platform olma konumunu da sakatlamıştır. Bu olayda bir de şöyle bir acı ironi var: Meclis Başkanlık Divanı saldırgan milletvekili yanında saldırıya uğrayan milletvekiline de ‘’kınama’’ disiplin cezası vermiş bulunmaktadır! Aşağıda Ömer Faruk Şen’in bu müessif olayın demokratik siyaset beklentisi açısından ifade ettiği anlam üzerinde odaklanan değerlendirmesini bulacaksınız.

Ekonomideki son gelişmelerin geniş ve uzmanca bir değerlendirmesi de arkadaşımız Can Gerek’in yazısında yer almaktadır. 

Özgürlük Gündemi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere.

* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan

AYM’nin Son Can Atalay Kararı

Bilindiği gibi Can Atalay, Gezi davasından tutuklu olarak yargılanırken 2023 yılında yapılan milletvekili genel seçiminde Türkiye İşçi Partisinden Hatay milletvekili olarak seçilmişti. Bunun üzerine Atalay, yasama dokunulmazlığı kazandığı gerekçesiyle hakkındaki yargılamanın durdurulması ve tahliyesine karar verilmesi talebiyle dosya temyiz aşamasında önünde derdest bulunan Yargıtay 3. Ceza Dairesine başvurmuş, ancak Daire, Anayasa Mahkemesinin benzer durumda daha önce verdiği ihlal kararlarını dikkate almaksızın Atalay’ın Anayasanın 83 ve 14. maddeleri gereği yasama dokunulmazlığından yararlanamayacağı gerekçesiyle talepleri reddetmişti. Bunun üzerine Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvuruda Anayasa Mahkemesi, Atalay’ın özgürlük ve güvenlik hakkı ile seçme ve seçilme haklarının ihlal edildiğine karar vermişti.[1]  AYM’nin bu kararına uymayı da reddeden Yargıtay 3. Ceza Dairesi, AYM’nin yetkisini aştığını belirterek AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. Ayrıca gezi davasında verilen mahkûmiyet hükümlerinden Atalay’ın da dahil olduğu bir kısmını onamıştı. 

Anayasa Mahkemesine yapılan ikinci başvuru sonucunda, AYM kendi kararına uyulmaması dolayısıyla bireysel başvuru hakkının yanı sıra seçme ve seçilme hakkı ile özgürlük ve güvenlik haklarının ihlal edildiğine yeniden karar vermiş[2] ve tespit edilen hak ihlallerinin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak kararın bir örneğinin başvurucunun yeniden yargılanmasına başlanması, mahkûmiyet hükmünün infazının durdurulması, ceza infaz kurumundan tahliyesinin sağlanması ve yeniden yapılacak yargılamada durma kararı verilmesi şeklindeki işlemlerin yerine getirilmesi için İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesine karar vermiştir. Ancak ilk derece mahkemesi AYM kararına uymak yerine dosyayı tekrar Yargıtay 3. Ceza Dairesine göndermiş ve Daire, AYM kararına uymayı tekrar reddederek davacının kesin hüküm giyme nedeniyle milletvekilliğinin düşürülmesine yönelik işlemlerin başlatılması için kararın bir örneğinin TBMM’ye gönderilmesine oybirliği ile karar vermiştir. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunun, AKP’li başkanvekili Bekir Bozdağ’ın başkanlığında yapılan 30 Ocak 2024 tarihli 54. Birleşiminde, Yargıtay 3. Ceza Dairesinin söz konusu yazısı okunarak TBMM Genel Kurula bildirilmiş ve Atalay’ın vekilliğinin düştüğü kabul edilmiştir. Bu işlemin eylemli içtüzük değişikliği niteliği taşıdığı ve yok hükmünde olduğunun tespiti amacıyla Cumhuriyet Halk Partisine mensup 125 Milletvekili Anayasa Mahkemesine başvurmuştur. Anayasa Mahkemesi, bu başvuruya ilişkin gerekçeli kararını 1 Ağustos 2024 tarihli Resmî Gazetede yayımladı.[3] 

Anayasa Mahkemesi, daha önce Atalay hakkında verdiği bireysel başvuru kararlarını hatırlatarak, AYM kararlarının yargı organları dahil bütün kamu otoriteleri açısından bağlayıcı olduğunu vurgulamış ve Can Atalay hakkında verilen mahkûmiyet kararının yok hükmünde olduğunu belirtmiştir. Anayasa Mahkemesine göre, “AYM’nin 25.10.2023 tarihinde verdiği hak ihlali kararı sonrasında Hatay Milletvekili Şerafettin Can ATALAY ile ilgili kesinleşen bir hükmün varlığından söz etmek hukuken mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin ihlal kararından sonra kararın hüküm fıkrasında belirtildiği şekliyle ihlale yol açan kararın ortadan kaldırılması anayasal bir zorunluluktur. Anayasa Mahkemesince Anayasa’yı ihlal ettiği tespit edilen bir yargısal kararı mahkemeler dâhil hiçbir kamu otoritesi esas alamaz ve Anayasa’ya aykırılığı sabit olan bir karara hukuken geçerlilik tanınamaz.” AYM kararlarının bağlayıcılığını hatırlatan Mahkeme, bu kararlara uyma konusunda diğer mahkemelerin ve kamu otoritelerinin takdir yetkisi bulunmadığını vurgulamıştır.

AYM’nin ihlal kararının yasama organı açısından da bağlayıcı olduğunu belirten Mahkeme, Yargıtay’ın AYM kararına uyulmamasına ilişkin kararının yok hükmünde olduğunu bu işleme dayanarak yaratılan fiili durumun hukuki bir sonucunun bulunmadığını vurgulamıştır. Ancak AYM, Yargıtay kararının “yok hükmünde” olduğunu vurgularken, yok hükmündeki bu karara dayanarak yapılan “TBMM işleminin” yok hükmünde olduğuna karar vermemiş, fiili durum olarak nitelendirdiği bu işlem hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar vermiştir.  Kanaatimizce AYM, eğer işe yarar bir karar vermek istiyorduysa “TBMM işleminin” de yok hükmünde olduğuna karar vermeliydi.

Nitekim bu kararın bir sonucu olmamış, AYM kararının etkilerini tartışmak üzere muhalefet partilerince 16 Ağustos 2024 tarihinde olağanüstü toplantıya çağrılan Meclis, AYM kararını tartışmaya açmadan çıkan şiddet olayları nedeniyle toplantıya son vermiştir. Esasen TBMM Başkanının yapması gereken, AYM’nin yukarıda sözü edilen 21.12.2023 tarihli Şerafettin Can Atalay (3) kararını Genel Kurulda okutmak ve Can Atalay’ın milletvekilliği statüsünün devam ettiğini tespit ederek özlük haklarından yararlandırılmasını sağlamaktır. Yasama organının Anayasanın ihlaline alet olmaması gerekir. Yasama dokunulmazlığı, milletvekillerinin şahsi çıkarları için değil, milli iradeyi eksiksiz temsil etmeleri için tanınmıştır. Meclis Başkanlığının illet iradesine sahip çıkma yükümlülüğü vardır.

* Doç. Dr. Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu 


Mecliste Olağanlaşan ve Tasdik Edilen Şiddet

TBMM’de yaşanan şiddet olayları, son dönemlerde demokratik değerler ve hukuk devleti anlayışını derinden sarsan gelişmeler olarak karşımıza çıkıyor. AK Parti Milletvekili Alpay Özalan TBMM’de kürsüde konuşan TİP Milletvekili Ahmet Şık’a saldırdı. AYM’nin “Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi yok hükmündedir” kararı gündemiyle olağanüstü toplanan, yani Can Atalay için düzenlenen özel oturumda, Şık’ın “Sizde hiç utanma yok. Zerre miktar utanmanız yok. Haysiyetiniz yok” sözlerinin ardından yaşanan arbedede kavgayı ayırmaya çalışan iki milletvekili de darbeler aldı ve meclis basamaklarına kan sıçradı. DEM Partili Gülistan Kılıç Koçyiğit’in kaşı açıldı ve Meclis hastanesine kaldırıldı. CHP’li Okan Konuralp de yaralandı. Mecliste çıkan kavga sonrasında Şık ve Özalan’a kınama cezası verildi.

Birçok siyasetçi bu saldırıyı kınarken iktidar kanadından ortalığı sakinleştirecek açıklamalar yapmak yerine saldırıyı tasdik eder ifadeler kullanıldı. Örneğin Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Ahmet Selim Köroğlu “Burası TBMM dingonun ahırı değil, hakaret edersen cevabını da alırsın. Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve Can Atalay teröristtir” dedi.[4] AKP İnsan Hakları Başkan Yardımcısı Ceren Tuncer, olayın hemen ardından X platformunda Özalan’ın Şık’a saldırdığı anı gösteren bir videoyu “Anlayana, anladığı dilden” ifadesiyle paylaştı. Daha sonra, Özalan’ın 2018’de çekilmiş başka bir videosunu paylaşarak “Kral gereğini yaptı” dedi. MHP lideri Devlet Bahçeli kavgayla ilgili olarak “Cumhur İttifakı’nın kurucularından AK Parti, Milliyetçi Hareket Partisi olmadan da gereğini yapmış, takdire şayan bir duruşla haksızlığa, hukuksuzluğa ve eşkıyalığa müsaade etmemiştir. ‘Küçük ortak nerede?’ diyenler ağızlarının payını almış, biz olmadan da milletimizin beklentisine müzahir bir karar alınmıştır.” ifadelerini kullandı.[5] Yaşanan olaylar sonrasında iktidar kanadından yapılan bu açıklamalar şiddetin olağanlaşmasına ve toplumsal kutuplaşmayı artırmaya katkıda bulunmuştur.

CHP lideri Özel ise yaşanan şiddeti eleştirdi ve Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’u duruma müdahale etmeye çağırdı. Ayrıca, Kurtulmuş’tan inisiyatif alarak siyasi parti temsilcileriyle yapılacak toplantıya başkanlık etmesini istedi. Ayrıca Ahmet Şık’ı da ‘üslubu üzerinden’ eleştirmiş, Ahmet Şık da “Grup başkanı Özgür Özel ile CHP Genel Başkanı Özel arasında bir uçurum olduğunu söylemek istiyorum. Özgür Özel, Alpay Özalan’ın yaptığı saldırıyı kınamak için önce beni kınaması gerektiğine inanıyor. Zaten iktidarın çizdiği siyasi hat da bu.” diyerek Özel’i karşılık vermişti.

Bu olayın ihlal ettiği en önemli kurumlardan biri yasama dokunulmazlığının bir unsuru olan yasama sorumsuzluğu (veya kürsü dokunulmazlığı) olmuştur. Anayasanın 83. Maddesince güvence altına alınan yasama sorumsuzluğu kurumu milletvekillerinin “meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden” sorumlu tutulamayacaklarını öngörmektedir. Bu, milletvekillerinin baskı ve tehdit altında kalmadan, halkın temsilcisi olarak görev yapabilmelerini sağlamaya yönelik bir güvencedir. Ancak, milletvekillerinin kürsüde ifade ettikleri görüşler nedeniyle fiziksel saldırıya maruz kalmaları, bu dokunulmazlıkların anlamını yitirmesine ve demokratik sistemin işleyişine ciddi zarar vermektedir. 

Mecliste yaşanan bu olay, sadece bireysel bir saldırı olarak görülmemelidir. Bunun olağan hale gelmesi ve bazı partilerce tasdik edilmesi, toplumun genelinde şiddetin normalleşmesine ve halihazırda erozyona uğrayan Türk demokrasisinin daha da zayıflamasına neden olacaktır. Bu bakımdan kürsü dokunulmazlığının korunması, milletvekillerinin beden bütünlüğünün tehdit altında olamaması demokratik sistemin asgari koşularına sahip olmak açısından elzemdir. Meclis Başkanlığı ve siyasi partiler, şiddeti önlemek ve demokratik tartışma kültürünü yeniden inşa etmek için gerekli adımları atmalıdır.

 *  Dr. Ömer Faruk Şen – Missouri Üniversitesi

Cari Denge Üzerinden Kura Müdahale Tartışması

Türkiye, Eylül 2021’de faiz düşürme kararıyla başlayan ve iktidarca ‘’Türkiye Ekonomi Modeli’’ olarak adlandırılan iktisadi deneyle birçok iktisadi ezberle yüzleşmek durumunda kaldı. Bunlardan birisi düşük faiz politikasıyla üretim maliyetlerinin düşmesi ve artan yatırımlarla ekonominin daha hızlı büyüyeceği ve refahın artacağı düşüncesi idi. Bu deneyin döviz kurundaki hızlı artış, devamında gelen yüksek enflasyon, varlık fiyatlarında hızla yükselme, piyasa şartlarının bozulması ve bozulan piyasa şartlarında yatırım koşullarında öngörülemez bir durumun ortaya çıkması gibi birçok olumsuz sonucu oldu. Gelinen son nokta ise ekonomiyi yavaşlatmak için yüksek faiz ortamının oluşturulması ve kredilerin kısıtlanması oldu. Türkiye Ekonomi Modeli’nde ihracatta önemli bir ivmelenme yakalananamamakla birlikte ithalatın hızla artmasıyla değersiz TL ile yüksek ihracat gerçekleştirme fikrinin de temelsiz olduğu ortaya çıktı. Bugün ise kur üzerinden tartışmalar devam etmekte fakat tartışma artık TL’nin değersizleştirilmesi üzerinden değil aşırı değerli olması üzerinden dönmekte.

Aşırı değersiz TL tartışmasının aşırı değerli TL tartışmasına dönmesinin tohumları, Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi döviz kurunun kontrol edilerek belli bir seviyede tutulması ile atıldı. Seçim sonrası kurun bir miktar yukarı doğru hareketine izin verilmesinden sonra 32 TL civarlarında uzun süreli bir yatay hareketle atıldı. Merkez Bankası kurdaki artışın enflasyonu tetiklemesi nedeniyle kurun belli bir süre fazla yükselmeyeceğini açık açık beyan etti. Fakat enflasyonun bu dönemde dövizdeki artışa göre çok daha fazla artması TL cinsi mal ve hizmetlerin pahalı olduğuna dair tartışmaları alevlendirdi. Geliri dövize bağlı olan ihracatçılar ve turizmciler bu durumun devam ettirilemez olduğunu beyan ederken sıklıkla da lobi faaliyetlerinde bulundular. Beklentiler bu sefer tersi yönde oluşmaya başladı ve Türkiye’nin değerli TL ile hızla artan ithalata sürüklenirken ihracatının düşüş göstereceği ve bunların sonucu olarak yüksek cari açık vereceği beklendi. Fakat şu ana kadar bu durum da gerçekleşmedi.

Türkiye Haziran ayında cari fazla verdi

Kurun yüksek enflasyon ortamında yatay seyrettiği ekonomik koşullarda Haziran ayında cari denge uzun süre sonra ilk kez fazla verdi. TCMB verilerine göre Türkiye Haziran ayında 407 milyon dolarlık bir cari fazla verdi. Altın ve enerji harici cari hesaplar ise 4,55 milyar dolar fazla verdi. Gidişat yakın zamanda ithalat tarafında yüksek bir artış yaşanmayacağını gösteriyor. Buradan çıkarılabilecek sonuçlardan birisi, kur seviyesinin dış ticarette ve cari dengede asıl belirleyici olmadığı olsa gerek. TL’nin değerlenmesinin elbette ithalatı belirli miktarda artırıcı bir yönü var. Kur seviyesi serbest piyasaya bırakıldığında bu etki de zamanla azalan döviz kaynağı nedeniyle artan kurla dengelenecektir. Fakat serbest piyasaya bırakılmadığı ve enflasyonun yüksek seyrettiği dönemde ithalatı belli miktarda artırması normal olacaktır. Şu ana kadar TL’deki değerlenmenin ithalatı artırmamasının ana nedeni ise iç piyasadaki ekonomik aktivitelerin yavaşlaması.

Merkez Bankasının kademeli faiz artışlarının etkisi yavaş da olsa artık etkisini göstermekte. Artan faizlerle ekonomik aktivite daralırken bu daralan ekonomik aktivite Türkiye’nin ithalatını da olumsuz etkilemekte. Kurun ithalatı artırıcı etkisine rağmen iç piyasadaki daralma ithalat tarafında daha baskın bir etki göstermekte. Türkiye’de ekonomik aktiveler hızlandıkça ithalat artmakta, yavaşladıkça ithalat azalmaktadır. Bu nedenle de TL değer kazansa bile iç piyasanın daralması nedeniyle bu etki ithalâtta açıkça kendisini göstermemektedir. Dolayısıyla da TL’nin seviyesi mevcut koşullarda ithalatı belirlemede ana faktör olmamakta. Ekonomik aktivitenin tekrar canlandığı dönemde kurun tutulmaya devam edilmesi ise ithalat talebini artıracaktır.

Bu şartlarda Merkez Bankasına ve hükümete düşen görev ise enflasyonu bir an önce düşürerek belirli dönemlerde piyasaya yaptıkları müdahaleleri sonlandırmak olacaktır. Müdahale süreleri uzadıkça diğer iktisadi göstergelerde anomaliler oluşmakta ve bu anomaliler zaman geçtikçe derinleşmekte. Merkez bankası yönetimi bu yönüyle risk almakta ama aldığı riskin de farkında, bu durumu ideal bir durum olarak görmemekteler. Halbuki iktidar piyasaya yaptığı müdahaleleri bir risk olarak görmekten ziyade bir ideal durum olarak görüyordu ve sonuçları da ekonomiyi bu duruma getirdi. Bundan sonrası ise iktidarın Merkez Bankası yönetiminin anlayışına ne kadar yakınsayacağına bağlı. Sözlü desteğin ötesine geçip uygulamada da yardımcı olması gerekir. Bunu yapsalar bile başarıya ulaşmak kolay değil.

* Dr. Caner Gerek



[1] Şerafettin Can Atalay (2) [GK], B. No: 2023/53898, 25/10/2023, karara şuradan erişilebilir:

https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2023/53898

[2] Şerafettin Can Atalay (3) [GK], B. No: 2023/99744, 21/12/2023, karara şuradan erişilebilir: https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2023/99744

[3]  AYM, E.2024/45, K.2024/61, 22/02/2024, karara şuradan erişilebilir: https://normkararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/ND/2024/61

[4] https://x.com/aselimkoroglu/status/1824427577206870500

[5] https://x.com/onediocom/status/1824783121830527371

Önceki İçerikNE ‘’HUKUKSUZ DEMOKRASİ’’ NE DE ‘’DEMOKRASİSİZ HUKUK’’