Editör’den,

AKP iktidarının 2017 Anayasa değişikliğiyle getirdiği otoriter başkanlık sisteminin liberal-demokratik bir sistem için uygun bir çerçeve oluşturmadığı ve ayrıca bunun Türkiye’nin parlamenter hükümet sistemi geleneğiyle de uyuşmadığı baştan beri konunun uzmanlarınca dile getirilmişti. Tasarlayıcılarının ona verdikleri ‘’cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi’’ adının da ima ettiği gibi, bu model merkezinde genel oyla seçilen cumhurbaşkanının (‘’Başkan’’ın) yer aldığı, yasama organını ikincil konuma indiren ve yargıyı da cumhurbaşkanının vesayeti altına koyan otoriter bir tek adam rejimi öngörmekteydi. Yaklaşık altı yıllık uygulama bu teşhisi maalesef doğrulamış; uluslararası bağımsız gözlemci kuruluşların bulgularıyla da teyit edildiği üzere, 2011’den itibaren demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü standartlarında zaten başlamış olan gerileme süreci 2018’den sonra daha da hızlanarak Türkiye’yi tamamen ‘’özgür olmayan ülke’’ konumuna sürüklemiş bulunuyor.

Belirtmek gerekir ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın resmî yetkilerini kendi eseri olan Anayasanın bile cumhurbaşkanlığı için öngördüğü sınırları aşarak kullanması bu gerilemede önemli bir rol oynamıştır. Cumhurbaşkanının anayasal yetki sınırlarının dışına çıkmasının tipik bir yöntemini kararname çıkarma yetkisini sık sık ‘’yasama’’ aleyhine ‘’işlev gasbı’’ oluşturacak şekilde kullanması oluşturmuştur. Anayasa Mahkemesi, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilân edilen olağanüstü hal rejiminin özel şartlarının etkisiyle olsa gerek, başlarda bu duruma sessiz kalırken, nihayet son haftalarda verdiği kararlarla Cumhurbaşkanının anayasal sınırlarını aşmasına ‘’dur’’ demiş görünüyor. Nitekim Anayasa Mahkemesi 26 Ekim 2023 ile 18 Ocak 2024 tarihleri arasında verdiği bir seri kararda, 2018’den itibaren çıkarılan 1, 34, 48, 64 ve 101 No.lu Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinde yer alan Cumhurbaşkanlığı teşkilâtı ve Adalet Akademisi’ne ilişkin çok sayıda hükmü yasama yetkisinin gasbı niteliğinde olduğu veya başka bir şekilde yetki tecavüzü oluşturdukları gerekçesiyle iptal etti.

Anayasa Mahkemesi’nin bu tespit ve değerlendirmeyi yapmakta bir hayli geç kalmış olduğu bir yana, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın devlet sistemi içindeki manevra alanını daraltan bu kararların tam da Mahkeme’deki güç dengesinin tamamen iktidardan yana değişmek üzere olduğu bir zamana rastlamış olması da ilginçtir.

Ülke gündeminde dikkati çeken başka bir önemli gelişme de, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri’nin son Türkiye Raporu’nun Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu kararlarının ardından gelmesidir. Aslında bu Raporun nahoş bulguları biz TC yurttaşları için bilinmeyen şeyler değildir. Rapor esas olarak Türkiye’nin ifade ve basın özgürlüğü, kadın ve LGBT hakları ile yargı bağımsızlığı konularındaki sicilinin gitgide daha da kötüleştiğini tespit etmektedir. Ama daha da ilginci, Komiser’in medyanın tamamına yakınının (%90’ının) hükümetin kontrolünde olduğunu tespit etmesi ve bu durumla Türkiye’nin insan hakları konusundaki kötü performansı arasında ilişki kurmasıdır.

Bu arada, İnsan Hakları Komiseri Dunja Mijatoviç‘in Türkiye’yi ziyaret talebinin ilgili makamlarca reddedilmiş olduğunu da öğreniyoruz ki, bu öncekinden daha az ilginç olmasa gerektir. İnsan hakları konusunda çalışan uluslararası sivil örgütlerin Türkiye hakkındaki tespit ve değerlendirmelerinin iktidardaki AKP-MHP koalisyonunu ‘’ilgilendirmediği’’ni zaten biliyorduk, ama bu iktidarın Avrupa Konseyi’nden gelen benzer uyarılara bile kulak vermesi de maalesef ihtimal dahilinde görünmüyor. A. Rıza Çoban aşağıda bu Rapor’u daha etraflı bir şekilde gözden geçirmektedir.

Malum, mahallî idare seçimleri arifesindeyiz. Bu arada, yaklaşan seçimlerin güncel siyaseti domine etmesi yüzünden, ülkenin bu ve benzeri temel sorunları ne kadar hayatî öneme sahip olurlarsa olsunlar sadece iktidar partilerinin değil muhalefetin de yeterince ilgisini çekmiyor.
Seçimlerin yapılacağı 31 Mart’ yaklaştıkça hem siyasî partilerin aralarındaki hem de partilerin kendi içlerindeki tartışma ve çekişmeler daha fazla su yüzüne çıkıyor. Bu konuda son günlerde öne çıkan olay, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Afyon belediye başkanı adayı Burcu Köksal’ın yaptığı bir açıklama ve onun neden olduğu parti içi gerilimler ve genel kamuoyunda yol açtığı şaşkınlık oldu. Afyonkarahisar Seçim Koordinasyon Merkezi açılışı öncesinde konuşan Burcu Köksal “seçildiğimde Afyonkarahisar Belediyesi’nin kapıları DEM Parti hariç her siyasi partiye açık olacak” diye konuşmuştu. Bu açıklamanın neden olduğu yaygın tepkiler üzerine Köksal yeni bir açıklamayla önceki ifadesini düzeltti ve kastının Belediye vatandaşlara yönelik bir ayrımcılık olmadığını ima eder şekilde, niyetinin DEM Partilileri belediye yönetimine karıştırmamak olduğunu söyledi. Fakat bu düzeltmenin Köksal’ın ilk açıklamasındaki ayrımcılık imasının doğurduğu rahatsızlığı gidermeye yetmediği anlaşılmaktadır. 

Bu arada Burcu Köksal’ın yaptığı ‘’gaf’’ı düzeltme sadedinde, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Köksal’ın dilinin sürçtüğünü söylemekle yetinirken, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu bu olaya sert bir tepki verdi ve Köksal’ın bu sözlerden sonra ya kendine başka bir iş bulması ya da başka bir partiye geçmesi gerekeceğini söyledi. Burcu Köksal’a yönelik bu eleştirel beyanında yer alan, “Öyle ‘Ben belediye başkanı olursam şu partilileri belediyeye almam, şu partiler hariç şunlarla görüşürüm’ diyen’’ ifadesi, ilk bakışta, İmamoğlu’nun bu sert tepkisinin nedeninin Köksal’ın Kürt hemşehrilerine yönelik bir siyasî bir ayrımcılık peşinde olduğundan kaygılandığını akla getirmektedir. Fakat galiba İmamoğlu’nu asıl endişelendiren, kendi partisine mensup ve üstelik Partinin Meclisteki Grup Başkanvekili de olan bir belediye başkan adayının talihsiz beyanının kendisine oy vermesi muhtemel İstanbul’daki Kürt seçmenleri bundan caydırması ihtimalidir. Kamuoyu yoklamalarının İmamoğlu’nun rakibi olan Murat Kurum ile arasında muhtemel seçmen desteği bakımından ‘’açık ara’’ bir fark olmadığını gösterdiği de hatırlanırsa, İmamoğlu’nun Burcu Köksal’a neden sert tepki verdiğini anlamak kolaylaşır.

Bu arada, Cumhurbaşkanı Erdoğan da yaptığı ilginç bir açıklama da bu seçimin kendisi için ‘’son seçim’’ olacağını belirtti.  Bu aslında ilginç olmaktan da öte tuhaf bir açıklama, çünkü ortada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın herhangi bir makam için aday olduğu bir seçim yok. Kaldı ki, kendisinin de kabul ettiği gibi, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına yeniden aday olması da anayasal olarak mümkün değil.

Bu durumda öyle görünüyor ki, Erdoğan partisinin adayının seçilmesini garanti altına alma davasına o kadar bağlanmış ve ayrıca İstanbul’un kazanılmasını o kadar istiyor ki bir cumhurbaşkanı olarak bu kampanyayı kendi seçim kampanyası gibi algılamaktan kendisini alıkoyamamış.

Gerçi bu açıklamada şöyle bir ima da var gibi: Erdoğan’ın ‘’yasanın verdiği yetkiyle bu seçim son seçimim’’ demesi, ‘’Anayasa ve yasa değişmediği sürece bir daha seçilemeyeceğimi biliyorum’’ anlamına geliyor olabilir.  Eğer böyleyse, Erdoğan bunun için ’gereken’ anayasal ve yasal değişikliği yaparak yeniden cumhurbaşkanı seçilmenin hesabını yapıyordur. Mamafih bu zayıf bir ihtimal olarak görünüyor.

Galiba asıl mesele başka. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Murat Kurum’un seçilmesini bu kadar önemsemesinin sırrı belki de aynı konuşmada geçen şu ifadede saklıdır: Bu seçimden ‘’çıkacak netice benden sonra gelecek kardeşlerim için bir emanetin devri olacak.’’ Yani, Erdoğan Murat Kurum’u kendinden sonra AKP genel başkanlığına hazırlıyor olabilir. Seçim kampanyasına atfen, ‘’adeta nefes almaksızın koşturduğu’’nu ve “ardı arkası kesilmeyecek şekilde’’ çalışmakta olduğunu söylemesi de bu ihtimali güçlendirmektedir.

Bu sayıda ayrıca Enes Özkan AKP iktidarında ‘’seçim ekomomisi’’ uygulamalarının incelenmesine giriş olarak, 2017 yılında yapılan ve hükümet sistemini değiştiren Anayasa referandumundan bugüne uzanan ‘’seçim maratonu’’nu özetliyor, Ömer Faruk Şen de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 31 Mart seçimlerinin kendisi için ‘’final’’ olduğuna ilişkin açıklamasının siyasî anlamını yorumluyor.

Özgürlük Gündemi’nin gelecek sayısında buluşmak üzere, esen kalın.

* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan


Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Türkiye’de İfade Özgürlüğüne İlişkin Memorandum Yayınladı

AK İnsan Hakları Komiseri Dunja Mijatovic, 5 Mart 2024 tarihinde Türkiye’de ifade ve medya özgürlüğü ile insan hakları savunucuları ve sivil toplumun durumuna ilişkin bir memorandum yayımladı.[1] Memorandum üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde ifade ve basın özgürlüğüne ilişkin durum incelenirken ikinci bölüm insan hakları savunucuları ile sivil toplumun durumuna ayrılmış. Üçüncü bölümde ise ilk iki bölümde değinilen hususları da kapsamak üzere insan haklarının yargısal korumadan yoksun olmasının temelinde yer alan ve uzun süreden beri devam eden Türk yargısının tarafsızlığı ve bağımsızlığına ilişkin sorunlara yer verilmiş. Bu Memorandum, bir anlamda Komiserin 2020 yılında yayınladığı raporun devamı niteliğinde. Memorandumda bu konulardaki her meseleyi ele almayı amaçlamadığını belirten Komiser, bazı önemli hususlara işaret etmekle yetinildiğini vurguluyor.

Bilgileri insan hakları savunucuları, hukukçular, gazeteciler, ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ile yürüttüğü bir dizi istişari toplantılardan elde ettiğini ifade eden Mijatovic, 2022 yılının Kasım ayından beri bu hususları kapsamak üzere Türkiye’ye bir iş ziyaretinde bulunma niyetini Türk yetkililere iletmesine rağmen böyle bir ziyaretin gerçekleşemediğini özellikle belirtiyor.  

Memorandumun ifade ve basın özgürlüğüne ilişkin kısmında gazetecilerin, insan hakları savunucularının, akademisyenlerin, muhalif siyasetçilerin, sivil toplum kuruluşlarının yargısal tacizine neden olan bazı ceza normlarının, AİHM kararları ve Venedik Komisyonunun raporlarına rağmen değiştirilmediği, aksine kamusal tartışmayı ve kamu otoritelerinin eleştirilmesini engelleyecek, fikirlerin çoğulculuğunu baltalayacak ve kişilerin kendi kendini sansürlemesine yol açacak şekilde daha yoğun olarak kullanıldığı vurgulanıyor.

Ayrıca internet sansürü konusunda durumun daha da kötüye gittiği, 2022 yılında çıkarılan 7418 sayılı kanun ile sosyal ağ sağlayıcılar ve şebekeler üstü hizmet sağlayıcılara ilişkin yeni kısıtlamaların ve ağır yaptırımların getirildiği, dezenformasyonu suç haline getiren hükmün yoğun eleştirilere rağmen Anayasa Mahkemesince iptal edilmediği hatırlatılıyor. Diğer taraftan, RTÜK tarafından idari yaptırımların keyfi olarak uygulandığı ve eleştirel yayıncılığı bastırmak için bir araç olarak kullanıldığı belirtiliyor.

Türkiye’de gazetecilerin, insan hakları savunucularının ve sivil toplumun sistemik baskıya maruz kaldığı ve hukuki yaptırım tehdidi altında hasmane bir ortamda faaliyetlerini yürüttükleri ve ifade özgürlüğünün tehlike altında olduğu vurgulanıyor. Gazetecilerin, hukuki baskıların yanı sıra fiziki saldırılara ve hükümet kontrolündeki medyanın karalama kampanyalarına maruz kaldığına da dikkat çekiliyor.

Türkiye’de ifade özgürlüğü alanında yaşanan kötüleşmenin şimdiye kadar görülmemiş bir seviyeye ulaştığı ve büyük endişe yarattığı belirtilerek yetkililer, bu ihlalleri önlemek için gereğini yapmaya davet ediliyor. Mevcut durumun gazetecilerin ve bağımsız medyanın kendi kendine sansür uygulamasına yol açtığı, bunun başta gençler olmak üzere bütün toplum için geçerli olduğu hatırlatılarak kamusal tartışma ortamının tahrip edildiği vurgulanıyor.

İnsan hakları savunucuları ve sivil toplum örgütlerinin durumunun olağanüstü hâl ilanından bu yana giderek daha da kötüleştiği, OHAL’in kaldırılmasının herhangi bir iyileşme sağlamadığı vurgulanan Memorandumda, Gezi davasına ilişkin gelişmelere ve Kavala hakkındaki AİHM kararının hala uygulanmamış olmasına değiniliyor. Hak temelli derneklerin denetimler, idari yaptırımlar, üyelerine yönelik soruşturmalar ile sürekli baskı altında tutulduğu özellikle vurgulanıyor.

Barışçıl toplantı ve gösteri hakkının sistemik yasaklarla, aşırı güç kullanımı da dahil olmak üzere sert polis tedbirleriyle, toplu göz altılarla ve göstericilere karşı sık sık açılan ceza davalarıyla ciddi biçimde erozyona uğradığı dile getiriliyor. Yasakların, özellikle, LGBTİ bireyler, kadınlar ve çevre hakları savunucuları tarafından veya onları desteklemek için düzenlenen etkinlikleri hedef aldığı belirtiliyor.

Komiser, ayrıca, Türk yargısının bağımsızlığına ve tarafsızlığına ilişkin uzun süredir devam eden sorunların, hukukun üstünlüğü ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile teminat altına alınan insan hakları için varoluşsal bir tehdide dönüştüğüne işaret ediyor. 

Memorandumda, anlamlı bir değişim meydana getirmek için Türk yetkililerin sivil toplumla yapıcı bir ilişki kurması, kısıtlayıcı yasaları gözden geçirip değiştirmesi, insan hakları savunucularını, gazetecileri, aktivistleri ve ifade özgürlüğünü kullanmaları nedeniyle mahkûm edilmiş kişileri serbest bırakması, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına saygı göstermesi ve uyması, yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını sağlaması gerektiği vurgulanıyor.

 * Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu


Cumhurbaşkanı Erdoğan 31 Mart Seçimleri İçin “Benim için bu bir final’’ Dedi

Seçimlere yaklaşık üç hafta gibi kısa bir süre kaldı. AKP ile MHP’nin kurduğu ittifak haricinde birçok parti seçime hemen hemen bütün seçim bölgelerinde tek başına giriyor. Seçim “bölgelerinde bir önceki seçime kıyasla daha çok adayın yarıştığı bu yerel seçimlerde kimin kazandığı, o seçim bölgesinin kim tarafından yönetileceğinden çok ülke siyasetine etkisi bakımından merak ediliyor. Bu hususta tabii bütün gözler İstanbul’da. İstanbul’un önemi yalnızca şehrin büyüklüğünden ve belediyeyi kazananın kavuşacağı kaynaklardan gelmiyor. Mesele daha çok Ekrem İmamoğlu’nun siyasi kariyeri ve bunun 2028 seçim sonuçlarına yapması muhtemel etki bakımından değerlendiriliyor.

Öngörülmesi zor bir seçime doğru ilerlerken Cumhurbaşkanı Erdoğan beklenmedik bir hamle yaptı. TÜGVA temsilcileri ile buluştuğu bir toplantıda yerel seçimleri kastederek “Benim için bu bir final, yasanın verdiği yetkiyle bu seçim benim son seçimim, çıkacak netice benden sonra gelecek kardeşlerim için bir emanetin devri olacak” ifadelerini kullandı. Erdoğan’ın bu ifadelerinin gerçek niyetini ne kadar yansıttığını bilemiyoruz. Birçok kişi bunu Erdoğan’ın yerel seçimlere yönelik son hamlesi olarak yorumladı. Zira Erdoğan ve kurmay ekibi başta ekonomi olmak üzere birçok alanda gösterdiği kötü performanstan dolayı seçmenini tatmin edemediğinin farkında. Bir önceki seçimde Cumhurbaşkanlığını kazanmakta zorlanmadıysa da bunun muhalefetin gösterdiği adaydan kaynaklı olduğunun da bilincinde. Bu durumda AKP’den uzaklaşan seçmenlerini iknaya, son bir “vefa” hamlesine ihtiyaç duymuş olabilir. Ayrıca, genel seçimlerin aksine yerel seçimler parti liderlerinin “coattail” etkisi, yani kendi popülerliklerini partilerinin adaylarına yarayacak bir biçimde kullanabilme yetileri oldukça kısıtlı. Bu da AK Parti’nin yerel seçimlerde dezavantajlı olduğu hususlardan bir tanesi.

Erdoğan’ın bu söyleminin gerçek niyetini mi yansıttığını yoksa yerel seçimlere yönelik bir strateji mi olduğunu henüz bilemiyoruz. Bilindiği üzere Erdoğan daha önceki yıllarda da benzer söylemler geliştirmişti. Son adaylığının da anayasaya aykırı olduğu birçok hukukçu tarafından belirtilmesine rağmen Erdoğan herhangi bir engelle karşılaşmadan aday olabilmişti. 2028 yılına yaklaştığımızda da Erdoğan’ın tekrar aday olmak istemesi durumunda hükümet sistemi değişikliği dahil bazı siyasi manevralar yapabileceğini kestirmek güç değil.


 * Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi


Türkiye’de Seçim Maratonu ve Seçim Ekonomisi (I)

Türkiye’de seçim ekonomisi uygulamalarını anlamak ve anlatmak oldukça zor. Çünkü çok sık seçim oluyor, dolayısıyla seçimler arasında da çok kısa zaman dilimleri oluyor. Bu durum Türkiye’de her türlü ekonomik konjonktürde seçimlerin yapılmasıyla sonuçlanıyor. Yani Türkiye bir ekonomik kriz içerisindeyken de seçim yaptı, her şey yolunda görünürken de seçim yaptı. Bu müthiş(!) deneyim yanında seçim ekonomisi uygulamaları konusunda tecrübeyi de beraberinde getirdi. Bültenimizin bu kısmında tüm bu uygulamaları hakkıyla anlatmak mümkün değil ama geniş bir çerçevede biraz yüzeysel de olsa anlatmaya çalışacağız. Fakat öncesinde 2017 yılında yapılan hükümet sistemi değişikliği referandumundan başlayarak baş döndürücü seçim takvimine bir göz atalım.

Türkiye 16 Nisan 2017’de yapılan referandumla parlamenter sistemden ‘’cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi’’ne geçti.[2] Yaklaşık bir yıl sonra 24 Haziran 2018’de Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı.[3] Bu seçim aynı zamanda milletvekili seçimi de oldu.[4] Bu seçimin üzerinden henüz bir yıl dahi geçmemişken 31 Mart 2019’da yerel seçimler yapıldı.[5] Bu seçim özellikle İstanbul’da çok tartışmalı geçti. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisinin (CHP) İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı Ekrem İmamoğlu sürpriz yaparak sadece 16 bin oy farkla (İstanbul’da 10 milyon 500 bin civarı seçmen vardı o dönemde) seçimi kazandı.[6] Fakat oy farkı çok az olduğu için Adalet ve Kalkınma Partisi kurmayları seçime hile karışmış olabileceğini ileri sürerek Yüksek Seçim Kuruluna (YSK) başvurdu ve seçimin tekrarlanmasını talep ettiler. 

Bu talep YSK tarafından kabul edildi. Tam bu noktada Erdoğan’ın seçimlere yaklaşımı konusunda bir parantez açmak gerekebilir. Erdoğan seçimleri halkın iradesinin yansıması olarak değil, kendi gücünün meşruiyetini sağlama aracı olarak gören bir siyasetçi. Bu durum her ne kadar seçimlerin yapılma şeklini vs. değiştirmese de, seçim öncesindeki siyasi atmosferi ve seçimlerin doğasını derinden etkilemekte. Erdoğan’ın seçimlere saygıyı sürekli vurgulaması ve seçimleri toplumsal iradenin tek yansıması olarak görmesi uzunca bir süre onun seçim sonuçlarını her ne olursa olsun kabul edeceğine ilişkin inancı pekiştiren bir unsurdu. Fakat 2019 İstanbul seçimlerinin oldukça siyasallaşan YSK tarafından iptal edilmesi bu inancı derinden sarstı. Hatta 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde Erdoğan’ın seçilememesi durumunda kendisinin seçim sonuçlarını kabul etmeyeceğine ve yönetimi bırakmamak için farklı yollara başvuracağına ilişkin söylentiler ayyuka çıktı. Tabii bu söylentilere seçimlere şaibe karıştırıldığı iddiaları da eşlik etti. Çünkü seçimlerin sonuçlarına saygı duyan Erdoğan imajı büyük ölçüde yıkılmıştı. Bu parantezi burada kapatıp, baş döndürücü seçim takvimine göz atmaya devam edebiliriz.

Türkiye’nin en büyük şehri ve bir dünya metropolü olan İstanbul’da 31 Mart’ta yapılan ilk seçimlerin iptal edilmesi sonrası 23 Haziran 2019 tarihinde ikinci bir seçim yapıldı. CHP adayı Ekrem İmamoğlu bu sefer oy farkını artırarak 700 bin civarı oy farkıyla yeniden İstanbul büyükşehir belediye başkanı seçildi.[7] Bu seçimlerden sonra 14 Mayıs 2023’te Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri yapıldı.[8][9] 

Yani 2017 ve sonrasında Türkiye hükümet sistemi değişikliği maratonuyla birlikte tam dört kez sandığa gitti ve bu süreçte üç farklı türde altı farklı seçim yaptı. Yani neredeyse her sene bir seçim yapmış gibi oldu. Şimdi de 31 Mart 2024 tarihinde yerel seçimlere hazırlanıyor. Yani seçim maratonu son hızla devam ediyor. Gelecek bültenimizde bu maratona eşlik eden seçim ekonomisi uygulamalarını 2024 seçimlerine de odaklanarak ele alacağız.

 * Enes Özkan – Ekonomist, İstanbul Üniversitesi



1 Dunja Mijatovic, “Memorandum on freedom of expression and of the media, human rights defenders and civil society in Türkiye”, şuradan erişilebilir: https://rm.coe.int/memorandum-on-freedom-of-expression-and-of-the-media-human-rights-defe/1680aebf3d

2 https://www.ysk.gov.tr/tr/16-nisan-2017-anayasa-degisikligi-halkoylamasi/5002

3 https://www.ysk.gov.tr/tr/24-haziran-2018-secimleri/77536

4 https://www.ysk.gov.tr/tr/24-haziran-2018-secimleri/77536

5 https://www.ysk.gov.tr/tr/31-mart-2019-mahalli-i%CC%87dareler-secimi/77916

6 https://acikveri.ysk.gov.tr/secim-sonuc-istatistik/secim-sonuc

7https://www.ysk.gov.tr/doc/dosyalar/docs/2019MahalliIdareler/KesinSecimSonuclari/2019Mahalli-IBB.pdf

8 https://www.ysk.gov.tr/tr/14-mayis-2023-secimleri/82491

9 https://www.ysk.gov.tr/tr/14-mayis-2023-secimleri/82491

Önceki İçerikÖzgürlükler Raporu’nda Türkiye ve Uzun Vadeli Sorunlar
Sonraki İçerikTÜRKİYE’DE ‘’HAK YOK VAZİFE VARDIR’’