Editörden,
En son bir ay önce sizlere ulaştırdığımız Özgürlük Gündemi’nin 74. sayısından bu yana, PKK’nın silahsızlandırılmasını ve tasfiyesini amaçlayan AKP-MHP girişiminin etrafında oluşan ülkenin ana siyasî gündemi değişmedi. MHP genel başkanı Devlet Bahçeli’nin geçen Ekim ayında PKK lideri Öcalan’a yaptığı silâhları bırakma çağrısıyla oluşan gündemin değişmesi bir yana, girişimin başlattığı süreç Aralık ayı sonlarından itibaren daha da hızlı seyretmeye başladı.
Ancak, süreç içinde ortaya çıkan son gelişmeler -aşağıda açıklanacağı gibi- bu girişime bir ölçüde muhteva kazandırmış olsa da, girişimin kapsamı ve nihaî hedefi henüz tam olarak açıklığa kavuşmuş değil. Daha açık bir deyişle, PKK’nın silâh bırakması çağrısıyla başlayan bu sürecin amacının terörün sona erdirilmesiyle sınır kalmayıp, kendisinin de bir yan ürünü olduğu asıl sorunun, yani ‘’Kürt Sorunu’’nun demokratik yoldan çözümüne götürecek yeni bir Sürece evrilip evrilmeyeceği konusundaki belirsizlik varlığını koruyor.
Önce konuyla ilgili son gelişmelere kısa bir göz atalım: Bahçeli’nin 26 Kasım’daki revize edilmiş çağrısına uygun olarak, Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan’dan oluşan DEM Parti heyeti Adalet Bakanlığı’ndan aldıkları izin üzerine 28 Aralık’ta İmralı Adasına giderek Abdullah Öcalan’la görüştü ve ertesi gün ondan aldıkları mesajı açıkladı. Tahmin edildiği gibi, Öcalan kendisine yapılan çağrıya olumlu karşılık vermiş bulunuyor. Öcalan’ın mesajı gayet kısa: “Sayın Bahçeli ve Sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya, ben de pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil [ehliyet] ve kararlılığa sahibim. Heyet bu yaklaşımımı gerek devletle gerek de siyasi çevrelerle paylaşacaktır. Bunlar ışığında gereken pozitif adımı atmaya ve çağrıyı yapmaya hazırım.”
Öcalan’ın mesajını alan DEM Partililer önce Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş ve MHP lideri Devlet Bahçeli’yle yaptıkları görüşmenin ardından siyasî partileri de ziyaret ederek onlara hem bilgi verdi hem de onların konuya ilişkin görüşlerini aldı. Bu arada Bahçeli yayımladığı yeni yıl mesajında ilginç bir şekilde, ortada “yeni bir çözüm süreci olmadığı’’nı, bu girişimin ‘’terörün bitmesi için attıkları bir adım olduğu”nu ifade etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bunu izleyen açıklamalarının da aynı temel yaklaşımı yansıttığı dikkat çekti. Nitekim Erdoğan 4 Ocak’ta Samsun’da partililere hitaben yaptığı konuşmada “Teröristler ya silahlarını gömecekler ya da silahlarıyla birlikte toprağa gömülecekler. Bunun dışında üçüncü bir yol yok.’’ Erdoğan, 10 Ocak’taki başka bir konuşmasında da benzer şekilde “Ya teröre tövbe edip silah bırakacaklar ya da tasfiye olmaktan kurtulamayacaklar. Bizim temennimiz daha fazla kan akmamasıdır’’ dedi.
Her ne kadar iki lider bu girişimden güdülen amacın esas olarak ‘’terörün sona erdirilmesi’’ olduğunda mutabık olsalar da, Bahçeli’nin girişiminin amacının ‘’yeni bir çözüm süreci’’ olmadığını kesin bir dille belirtmesine karşılık, Erdoğan’ın açıklamalarının daha nüanslı olduğu gözlerden kaçmadı. Nitekim Cumhurbaşkanının her iki konuşmasında da Bahçeli’nin dokunmadığı, terörün bitirilmesi meselesini aşan ve Kürt sorununun barışçı çözümünü kolaylaştırabilecek bazı tedbirlerin de alınabileceğine ilişkin imalar var. İlk konuşmadaki ‘’Bölücü örgütün milletimiz fertleri arasında açtığı nifak çukurlarını kardeşlik ile dolduracağız, karşılıklı saygı ile kapatacağız’’ ve ikinci konuşmadaki ‘’İç siyasetimizde atılan adımlarla Türkiye’yi bu hedefe daha kısa sürede götürecek bir imkân doğmuştur. Bu fırsat heba edilmemeli” şeklindeki ifadeleri böyle bir ihtimali çağrıştırmaktadır. Aynı ima Erdoğan’ın 12 Ocak tarihli gazetelere yansıyan ve ‘’kalıcı çözüm’’e atıfta bulunan en son konuşmasında da vardır: ‘’Tabii biz kalıcı çözüm arayışımızdan vazgeçmedik. İç siyasetimiz ve bölgede yaşanan bazı kritik değişikliklerden sonra ülkemizin önüne yeni bir fırsat penceresi açıldı. Bunun heder edilmesini doğru bulmuyoruz.’’
Bahçeli’nin PKK’ya silah bıraktırma çağrısıyla başlayan sürecin asıl amacının AKP-MHP ikilisinin yapmayı tasarladığı Anayasa değişikliği veya bir erken seçim kararı için DEM Parti’nin desteğini sağlamak olduğuna dair kuşku ve kaygıların seslendirilmeye devam ettiği bir konjonktürde, PKK’nın tasfiyesini sağlama girişiminin Kürt Sorunu’nun barışçı-demokratik bir çözümüne dönüşme ihtimalinin belirmesi elbette sevindirici bir gelişmedir.
Öte yandan, hükümetin -ilk hedef olarak- PKK’nın tasfiyesini sağlamaya dönük projesinin bir yanının Suriye’deki gelişmeler ve oluşumlarla ilgili olduğu da bilinmektedir. Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti PKK’nın bir uzantısı olarak gördüğü YPG’nin Kuzey Suriye’deki varlığını kendisi için bir tehdit saydığından, bu oluşumun ABD’nin de desteğiyle yeni Suriye’de özerk bir siyasî birim haline gelmesini önlemeye çalışmaktadır. Nitekim, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 7 Ocak’ta CNN Türk televizyonuna yaptığı açıklamada YPG’ye yönelik bir askerî harekâttan söz etmiştir. Fidan’nın açıklaması şöyle: ‘’PKK’lı kadroların ülkeyi terk etmeleri gerekiyor…. Eğer askeri harekât olmasını istemiyorsanız, bunun şartları bellidir. Uluslararası başka ülkelerden gelen terörist savaşçıların ülkeyi terk etmesi. PKK’lı yönetim kadrosunun ülkeyi terk etmesi. Terör örgütünün üst düzey yöneticilerinin Suriye’yi terk etmesi gerekiyor.’’
Beklenebileceği gibi, ABD yetkilileri bu harekâtı engellemek için Türkiye’yi teskin etmeye dönük açıklamalar yapmaya başladılar. ABD Dışişleri Bakanı Blinken ‘’PKK’lıların ülkeden çıkması zaman alacak, ancak bunun gerçekleşmesi için tüm gücümüzle çalışacağız’’ diye açıklama yaparken, Türkiye’ye gelen Dışişleri Bakanın Yardımcısı da ‘’SGD bizim için iyi müttefik oldu. Bir noktada Suriye ordusuyla entegrasyonu sağlanabilir’’ dedi. Bu arada SGD’den de ‘’Şara yönetimiyle Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda anlaştık’’ açıklaması geldi.
Ayrıca, ‘’Türkiye’nin güvenlik endişelerini anlıyoruz’’ diyen ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Kirby de Suriye’de bulunma sebeplerini şu şekilde açıkladı: ’’Biz oradayız çünkü IŞİD’le mücadele koalisyonunun bir parçasıyız. IŞİD büyük ölçüde zayıflatılmış olsa da hala aktif bir tehdit olmaya devam ediyor. Bu yüzden askerlerimiz IŞİD’e karşı harekete geçmek için SDG ile işbirliği halinde. Orada yaptığımız şey bu. Bu misyonda herhangi bir değişiklik yok.”
ABD adına yapılan bu açıklamaların gösterdiği gibi, ABD Kuzey Suriye’deki varlığını sürdürmeye ve bu arada SDG’nin arkasında durmaya kararlı, ama bunu Türkiye’yi tamamen göz ardı etmeden yapmaya çalışıyor. Ancak, Kirby’nin Suriye’nin kuzeyindeki durumu “olduğundan daha istikrarsız hale getirecek” herhangi bir adımı görmek istemediklerini ifade etmesine bakılırsa, ABD Türkiye’nin bu bölgede bir ‘’oldu-bitti’’ yapmasına göz yumacak gibi görünmüyor. Bu demektir ki, Türkiye Suriye’de her ne yapmak istiyorsa bunu ABD’nin açık veya zımnî onayı olmadan yapma ihtimali düşüktür.
Bu arada, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, şaşırtıcı biçimde, PKK’nın Öcalan’ın talimatıyla silah bırakacağı beklentisinin gerçekçi olduğundan kuşku uyandıran 11 Ocak tarihli son bir açıklama yaptı. Fidan PKK örgütünün liderinin (Öcalan) talimatlarına karşı güçlü bir refleks göstermesi ihtimalini gündeme getirerek, ‘’varsayımsal değil, gerçekçi hesaplarla ilerliyoruz’’ dedi. Aslına bakılırsa, burada şaşırtıcı olan konuya aşina olanların zaten farkında olduğu bu ihtimalin varlığı değil, bunun kariyerinde MİT Başkanlığı da olan resmî bir şahsiyet tarafından dile getirilmiş olmasıdır. Bunun politik olarak ne anlama geldiğimi kestirmek için henüz elimizde yeterli veri yok.
Son olarak, AKP-MHP’nin Öcalan’ın merkezinde olduğu PKK’nın silahsızlandırılması girişimi ve bu girişimin yeni bir ‘’Çözüm Süreci’’yle tamamlanma ihtimalinin kamuoyunda konuşulmaya başlaması muhalefetteki İYİ Parti’yi fazlasıyla rahatsız etmiş görünüyor. Fakat bundan daha önemli olan, ana muhalefet partisi CHP’nin bu girişimle ilgili çekimser ve kuşku uyandırıcı bir tutum izlemekte olmasıdır. CHP genel başkanının bu girişimin arkasında AKP-MHP’nin bir ‘’gizli ajanda’’sının var olduğuna, yani bunun iktidar koalisyonunun Anayasa değişikliği ve/veya erken seçim için DEM Parti’nin desteğini sağlamak amaçlı bir manevrasından ibaret olduğuna dair kuşkuları dayanaksız olmamakla beraber, böyle bir temel meselede ana muhalefet partisine yakışan, izlenmesi gereken doğru politika ve alınması gereken somut tedbirler üzerinde yoğunlaşan pozitif bir projeyle ortaya çıkmak olurdu.
Gerçi Özgür Özel Meclis’in devreye sokulmasını istemekte de, bu süreci başlatmış olan iktidarın öbür yandan da kayyım uygulamasına devam etmesindeki çelişkiye dikkat çekmekte de haklıdır. Ancak CHP liderinin kurulmasını önerdiği ‘’icracı’’ (!) komisyonda şehit ailelerinin de temsil edilmesini istemek gibi meseleyi çıkmaza sokabilecek popülizmi için aynısı söylenemez. Daha da tuhaf olan, Özel’in çözüme ilişkin olarak Mecliste CHP’nin ‘’kurucu değerlerine saygı’’ temelinde bir mutabakat oluşmasını önermesidir. Oysa Kürt sorununun temelinde tam da o ‘’kurucu değerler’’in vaktiyle tavizsiz bir biçimde uygulamaya geçirilmiş olması yatmaktadır.
Bu sayımızda ayrıca A. Rıza Çoban Venedik Komisyonu’nun Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun yapısı hakkında hazırladığı eleştirel Raporu ele almakta, Ö. Faruk Şen hükümetin kayyım politikasındaki çelişkiler ve hukuksuzluklara dikkat çekmekte, Caner Gerek ise hükümetin enflasyonla mücadele politikasını ve bu çerçevede alınan tedbirleri ekonomik açıdan değerlendirmektedir.
Özgürlük Gündemi’nin yeni sayısında buluşmak üzere.
* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan
Venedik Komisyonu’nun HSK’ya İlişkin Görüşü
Hukuk devletinin en temel güvencelerinden biri kuşkusuz tarafsız ve bağımsız bir yargı mekanizmasının bulunmasıdır. Hukukun bütün vatandaşlar için eşit bir şekilde uygulanması ancak bağımsız bir yargı ile güvence altına alınabilir. Türkiye’de yargı bağımsızlığı her zaman sorun olmakla birlikte son on yılda, özellikle de 2017 Anayasa değişikliklerinden sonra, yürütmenin yargı üzerindeki kontrolü giderek daha görünür hale gelmiştir. Türkiye, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) tarafından yeniden izleme altına alındıktan sonra üzerinde önemle durulan hususlardan birisi de yargı bağımsızlığı olmuştur.
Bu çerçevede AKPM İzleme Komitesi Başkanı, 18 Nisan 2024 tarihli mektubuyla, Venedik Komisyonu’ndan Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) oluşumuna ve üyelerinin seçim usulüne ilişkin görüş talep etmiştir. Venedik Komisyonu, raportörler tarafından hazırlanan görüşü 6-7 Aralık 2024 tarihinde yapılan 141. Genel Kurulunda kabul etmiştir.[1] 123 paragraftan oluşan görüş, HSK’nın yapısını, üye kaynakları ve seçim usullerini, işleyişi ve yetkilerini, Teftiş Kurulu ve Genel Sekreterliğin oluşumu ve yetkilerini etraflı bir şekilde incelemiştir.
Venedik Komisyonu, Avrupa standartlarına göre, yargı konseyi üyelerinin en az yarısının “meslektaşları tarafından seçilen” hâkimlerden oluşması gerektiğini hatırlatarak, HSK’nın hiçbir üyesinin hakimler ve savcılar tarafından seçilmemiş olmasının Avrupa standartlarıyla bağdaşmadığını vurgulamıştır. Konsey üyelerinin yine yargıçlarca seçilmesinin nedeninin yargıyı siyasi müdahalelere karşı korumak olduğunu vurgulayan Komisyon, Konseyin yargı mensubu üyelerinin sadece hakim ve savcılar topluluğunun bakış açısını temsil etmesi gerektiğini belirtmiştir. Konseye meslekten olmayan üyelerin seçilmesinin amacının, konseyin dış meşruiyetini güçlendirmek ve korporatizmin olumsuz etkilerini azaltmaya yardımcı olmak böylece çoğulcu, demokratik meşruiyete sahip bir kompozisyon elde etmek olduğu ifade edilmiştir.
Komisyon, Türk HSK’sının sekiz üyesinin hâkim veya savcı olmasına rağmen, bunların meslektaşları tarafından değil yürütme ve parlamento tarafından seçildiklerini belirterek, bu sekiz üyenin siyasal tercihle belirlendiğini bu nedenle yargıçları temsil ettiğinin söylenemeyeceğini kabul etmiştir. Cumhurbaşkanının 2017 anayasa değişikliğinden sonraki konumunu dikkate alan Komisyon, HSK’nın 13 üyesinden en az onunun fiilen yürütme tarafından seçildiği ve böylece yargı üzerinde güçlü bir siyasi etki yarattığını vurgulamıştır. Bu nedenle Venedik Komisyonu, HSK üyelerinin en az yarısının yargı sisteminin farklı kademelerinde çalışan hâkim ve savcılar tarafından seçilmesini, cinsiyet, azınlıklar ve coğrafi kapsam açısından uygun bir çeşitlilik düzeyinin sağlandığı bir sistemin kurulması için ilgili anayasal ve yasal değişikliklerin yapılmasını tavsiye etmiştir. Komisyon ayrıca Adalet Bakanı ve Adalet Bakanlığı Müsteşarının HSK’dan çıkarılmasını önermiştir.
Komisyon, HSK’nın toplam üye sayısının ve Millet Meclisi tarafından seçilen yargı mensubu olmayan üyelerin sayısının artırılmasını, yürütme ve yasama erkleri mensupları ile açık bir siyasi bağlantısı olan adayların seçiminin yasaklanmasını ve Barolar Birliği ve üniversiteler gibi diğer organların Millet Meclisi’nden önce Karma Komite tarafından seçilecek adaylar için bir ön seçim yapmasını sağlayacak bazı mevzuat değişikliklerinin yapılmasını tavsiye etmiştir.
HSK üyelerinin görev süresi güvencesinin ve işlevsel dokunulmazlıklarının anayasal ve yasal güvenceye kavuşturulmasını, görevden alma ve yaptırım nedenlerinin çok sınırlı bir şekilde ve açık olarak düzenlenmesini ve yargı görevinin yerine getirmeleriyle ilgisi olmayan disiplin ve görevden alma gerekçelerine yer verilmemesini önermiştir.
HSK Başkanı’nın üyeler tarafından seçilen tarafsız bir kişi olmasının sağlanmasını, başkanın yetkilerinin azaltılmasını ve Kurulun tüm kararlarının yargı denetimine açılmasını öneren Komisyon, Adalet Bakanlığı ile Kurul arasındaki personel geçişkenliğinin ortadan kaldırılmasını, genel sekreter, müfettiş ve tetkik hâkimi atamalarının siyasi etkiye kapatılmasını ve Kurulun iç işleyişinin şeffaflaştırılmasını tavsiye etmiştir.
Komisyonun bu tespit ve önerileri bağımsız bir Kurul ve bağımsız bir yargı için zorunlu olmakla birlikte, bugün itibariyle Türkiye’de bu değişiklikleri yapacak bir siyasi iradenin mevcut olduğunu söylemek mümkün değildir.
* Doç. Dr. Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu
Kayyum, Gözaltı ve Öcalan’ın Serbest Kalması
10 Ocak Cuma günü Mersin’in Akdeniz ilçesinde, 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde yüzde 37 oy alarak belediyeyi kazanan DEM Partili Belediye Eş Başkanları Nuriye Arslan ve Hoşyar Sarıyıldız gözaltına alındı ve yerlerine kayyum atandı. Böylece Türkiye’nin demokratik siyaset ortamında bir kez daha kayyım uygulamaları gündeme taşındı. Gözaltılar, “terör örgütü propagandası yapmak” ve “terörizmin finansmanına aykırılık” gibi suçlamalarla başlatılan soruşturmanın kapsamında gerçekleşti. Daha önce de Hakkari Belediyesi ve CHP’li Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atanmış, ardından Mardin Büyükşehir, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyum atanmasıyla bu süreçte görevden uzaklaştırılan belediye başkanı sayısı beşe yükselmişti. Akdeniz Belediyesiyle de bu sayı altıya yükselmiş oldu.
DEM Parti, yaptığı açıklamada göz altıların bir siyasi operasyon olduğunu belirterek, halkın iradesine yapılan bu müdahalenin “kayyımcı anlayışın” devamı olduğunu vurguladı. Aynı şekilde, CHP ve diğer muhalefet partileri de olayı bir “zorbalık” olarak nitelendirip demokrasiye darbe olarak değerlendirdi.
Peki, DEM Parti ile iktidar bloğu arasında Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması ve PKK’nın silah bırakması yönünde müzakerelerin sürdüğü bir dönemde kayyım atamaları ve gözaltılar devam etmesi nasıl açıklanabilir? Bu bir çelişki değil midir? Şimdiye kadar yaşananlar bir yandan Devlet Bahçeli’nin başlattığı ve halkla ilişkilerini yürüttüğü müzakerelere devam edileceğini, bir yandan da bu süreçte DEM Parti üzerinde baskıyı artırarak iktidarın pazarlık gücünü artırmaya çalıştığını gösteriyor. Bir başka olasılık da, başından beri bu süreci canı gönülden sahiplenmeyen ve kamuoyu nezdinde tartışmayan Erdoğan’ın ve AK Parti’nin yürütülen müzakerelere rağmen bu hamleleri yapıyor olması. Nitekim, Devlet Bahçeli’nin saygı duyduğunu belirttiği Ahmet Türk’ün yerine kayyum atanması sonrasında yaptığı konuşmanın pozitif içeriğine baktığımızda da bu süreçte olan biten her şeyin tek bir plan dahilinde yapılmadığını ve yeknesak ilerlemediğini söyleyebiliriz.
Yürütülen müzakerelerin neresine konumlandığından bağımsız, şunu belirtmekte fayda var: Demokratik siyaset alanını daraltan kayyum pratikleri, Türkiye’de halk iradesine yönelik müdahaleleri olağanlaştırarak demokratik değerlerin daha fazla erozyona uğramasına neden olmaktadır.
* Dr. Ömer Faruk Şen – Missouri Üniversitesi
Enflasyonla Mücadele Döneminde Artan Vergiler
Türkiye ekonomisi, 2021 yılı Ekim ayından bu yana enflasyon ve onun yarattığı ekonomik tahribatla mücadele ediyor. Zaman zaman dış politika gibi farklı konular gündeme gelse de, enflasyonun neden olduğu (özellikle toplumun en düşük gelir grubunun) alım gücündeki sert düşüş en önemli mesele olarak tartışılmaya devam etmekte. Enflasyonla mücadelede iki temel araç bulunuyor: para politikası ve maliye politikası. 2024 yerel seçimlerinden sonra para politikası sıkı bir şekilde uygulanmaya başlasa da, maliye politikasında enflasyonla mücadeleye yönelik yeterli adımlar atılmadığı gözlenmektedir. Bu iki aracın uyum içinde hareket etmemesi ise enflasyonla mücadele çabalarını olumsuz etkilemektedir. Bu uyumsuzluğun temelinde, maliye politikasında bütçe harcamalarının kontrol altına alınamaması yatıyor.
Her ne kadar yukarısıyla çelişkili görünse de, bütçe konusunda disiplinli bir ekonomi yönetiminin var olduğu söylenebilir. Bu mali disiplin, AK Parti döneminin ekonomik anlamda en belirgin özelliklerinden birisi. Bozulan ekonomi ve deprem gibi olumsuz etkilere rağmen, bütçe disiplini sağlanmaya devam edilmekte. Bu devamlılık sayesinde 2025 yılı için kamu bütçesi açığının milli gelire oranı %3,1 olarak beklendi. Bu oran, bir dönem Türkiye’nin katılmayı hedeflediği Avrupa Birliği’nin Maastricht Kriterlerinde belirtilen %3 seviyesine oldukça yakın bir oran. Bu çelişkili durumu açıklayan temel faktör, kamu harcamalarının yüksek olmasına rağmen, aynı oranda yüksek vergiler toplanarak dengenin sağlanmasıdır. Daha düşük bir kamu harcaması ve gelir seviyesi mümkün olmasına rağmen, ekonomi yönetimi bu seviyeyi yukarıda tutmayı tercih etmektedir. Bu dengenin yükselmesindeki temel neden ise kamu harcamalarının kontrol altına alınamamasıdır. Harcamaları kısamayan iktidar, gelirleri artırmak için vergi oranlarını yükseltmek zorunda kalmaktadır.
Vergilerdeki artış ise enflasyon üzerinde iki olumsuz etki yaratmakta. Birincisi, artan kamu harcamaları talepte yeterli bir düşüşe yol açamamakta, bu da enflasyonun hızlı bir şekilde düşmesini engellemektedir. İkincisi, yüksek vergi oranları mal ve hizmet fiyatlarını artırarak enflasyonu yukarı doğru itmektedir. Bu doğrultuda, kamu hizmetlerinin fiyatlarında yeniden değerleme oranının %43,93 gibi yüksek bir seviyede tutulması enflasyondaki düşüşü sınırlamaktadır. Bunlara ek olarak, daha önce dolaylı ve dolaysız vergilerle finanse edilen bazı kamu hizmetleri yeni kararlarla ücretlendirilmeye başlandı. Bunun en yakın örnekleri, geçtiğimiz hafta alınan iki yeni kararda görülmektedir.
Bu kararlardan ilki, Gelir İdaresi Başkanlığı’nın şirketler, odalar, barolar ve noterler gibi tüzel kişilerce yapılacak sorgulamalardan artık ücret talep etmesidir (2). Örneğin, bilanço sorgulaması için alınacak ücret 518 TL’ye kadar çıkmakta. Böylelikle, bu zamana kadar mevcut vergilerle finanse edilen ve edilmesi gereken sorgulamalar için kamu vergisi ödenmiyormuşcasına ek ücret istenmektedir. İkinci karar ise bazı sağlık raporlarının artık ücret karşılığında verilmesiyle ilgili. Örneğin, ehliyet raporu almak isteyen vatandaşlar, ödedikleri vergilere ek olarak ehliyet raporuna özgü ayrı bir hizmet bedeli ödemek zorunda kalacaklar (3). Kamu harcamalarını finanse etmek için getirilen yeni vergilerin adeta her hizmetin yeniden vergilendirilmesi anlayışıyla hayata geçirildiğini düşündürmektedir. Ekonomi yönetimi, vergi artışları ve yeni vergilerle 2025 yılı için vergi gelirlerinin beklenen enflasyonun oldukça üzerinde artacağını öngörmekte ve bu gelirlerin %46,5’lik bir artışla 11 trilyon 139 milyar TL’ye ulaşacağını tahmin etmektedir.
Kamu gelir ve giderlerindeki bu yüksek artışlar, yukarıda belirtildiği gibi enflasyonla mücadeleyi zorlaştırmakta ve Merkez Bankası’na daha ağır bir yük yüklemekte. Kamudan yeterli destek alamayan Merkez Bankası ise dolar kurunu daha uzun süre mevcut seviyelerde tutmak zorunda kalarak enflasyonla mücadele etmeye çalışmakta. Bu durum, dolar-bazlı ürünlerin değer kazanmasıyla oluşan fiyat anomalilerinin ekonominin daha geniş alanlarına yayılmasına ve dengenin bozulmasına yol açmaktadır. Ayrıca, kamu harcamalarının kısılmaması, enflasyon beklentilerini de olumsuz etkilemektedir. Ancak kamu harcamalarının bu denli yüksek oluşu yalnızca enflasyonu etkilemekle kalmamaktadır. Kamu gelirleri, vergi ödeyenler için bir harcama kalemi iken, kamu harcamaları başka gruplar için bir gelir kaynağıdır. Kamu harcamalarının verimsizliği göz önünde bulundurulduğunda, bu kaynak aktarımının etkinliği de oldukça sorunludur. Tüm bu sorunlar, bizi piyasa ekonomisinden daha da uzaklaştırarak, gelirin ve gelir dağılımının merkezî bir şekilde en tepeden belirlendiği bir sisteme doğru yöneltmektedir.
* Dr. Caner Gerek
1 Venice Commission, Türkiye – Opinion on the composition of the Council of Judges and Prosecutors and the procedure for the election of its members, adopted by the Venice Commission at its 141st Plenary Session (Venice, 6-7 December 2024) CDL-AD(2024)041-e
https://www.venice.coe.int/webforms/documents/?pdf=CDL-AD(2024)041-e
2 https://www.ekoturk.com/haberler/gelir-idaresindeki-sorgular-ucretli-oldu-iste-en-dusuk-sorgulama-ucreti/
3 https://www.ekonomim.com/gundem/ayakta-tedavide-katki-payi-10-kat-artirildi-aile-hekiminden-alinacak-bazi-raporlar-artik-ucretli-haberi-791970