Editör’den,

Geçen Bülten’de olduğu gibi bu sefer de siyasî gündemin ön sırasında iktidarla muhalefetin gergin ilişkileri yer alıyor. En azından seçimlere kadar da bu durum değişmeyecek gibi. Ama bu konuya geçmeden önce, Türkiye yurttaşları olarak hepimizi ilgilendiren yeni bir gelişmeye temas etmemiz gerekiyor.

Kuzey Amerika’da yerleşik iki düşünce kuruluşu (Cato Institute ve Fraser Institute) tarafından hazırlanan son ‘’İnsanî Özgürlük İndeksi’’ 27 Ocak günü açıklandı. Buna göre, Türkiye genel özgürlük düzeyi bakımından en yüksek skoru yakaladığı 2010’daki 7.06 puandan gitgide gerileyerek, 2022 itibariyle 5.71 puana ve 165 ülke arasında 130. sıraya düşmüş bulunuyor.

Türkiye’nin (2017 verilerini yansıtan) 2018’deki skoru da neredeyse aynı (5.72) olduğuna göre, 5.71 olan güncel verinin bir anlamı, resmen kaldırılmış olsa da olağanüstü halen fiilen devam etmekte olduğudur. Türkiye bu skorla 26. sıradaki Ermenistan’ın, 28. sıradaki [Güney] Kıbrıs’ın, 43. sıradaki Gürcistan’ın, 87. sıradaki Kırgızistan’ın, 107. sıradaki Kazakistan’ın, 113. sıradaki Tunus ve Kuveyt’in, 119. sıradaki Rusya’nın ve 129. sıradaki Katar’ın gerisinde kalmıştır.

Ayrıca, bu verilere göre, Türkiye en düşük notu -genel ortalamasının da altında olan- 3.0 puanla ‘’ifade ve enformasyon’’ özgürlüğünden almış. Türkiye’nin ‘’hukukun üstünlüğü’’ skoru da benzer şekilde 3.8 puanla yerlerde sürünüyor.

Ülkemizin özgürlük ve insan hakları konusundaki bu utandırıcı kötü sicili yurttaşlar olarak bizim için elbette şaşırtıcı değil. Bunu teyit eden olayları zaten hemen hemen her gün yaşıyoruz. En son Türk Tabipleri Birliği Başkanı adlî tıp uzmanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın başına gelenler bunun bir örneği. Malum, Prof. Fincancı Türk ordusunun Kuzey Irak’ta gerçekleştirdiği operasyonlarda kimyasal silah kullanıldığı iddialarının bağımsız heyetlerce araştırılması gerektiğini söylediği için ‘’terör örgütü propagandası yapma’’ suçundan yargılandığı davada nihayet 2 yıl 8 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldı.

Öte yandan, geçen yıl Ekim ayında Mecliste kabul edilen ve sözümona ‘’gerçeğe aykırı bilgi’’ yayanların 1 yıldan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılmasının öngören 7418 sayılı ‘’Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’’ da ifade ve basın özgürlüğüne yeni bir ciddî kısıtlama getirmiş bulunmaktadır. Bu ve benzeri düzenlemeler ile onlara dayalı yargısal kararlar, Türkiye’de ifade özgürlüğünün yerlerde süründüğüne ilişkin uluslararası kuruluşların yukarıda aktarılan tespitinin maalesef doğru olduğunu göstermektedir. Bu Kanun ayrıca kendi platformlarında dile getirilen düşünceler nedeniyle sivil toplum kuruluşlarını da üç yıla kadar hapis istemiyle yargılanma riskiyle karşı karşıya bırakmaktadır.   

Türkiye’nin sicilini bozan diğer gelişmelerin başında Tayyip Erdoğan’ın 3. defa cumhurbaşkanlığına aday olma ve bunun için TBMM’nin seçimlerinin yenilenmesine karar verme niyetinin gündeme getirdiği anayasaya aykırılıklar serisi gelmektedir. Gerçekleşmesi halinde bu girişim, Anayasanın hem bir kişinin cumhurbaşkanlığına ‘’en fazla iki defa’’ aday olabileceğine ilişkin hükmünü, hem de istisnaî olarak 3. defa adaylığın ancak cumhurbaşkanı ikinci görev dönemindeyken yasama organının seçimlerin yenilenmesi kararı alması halinde mümkün olduğuna ilişkin hükmünü ihlâl etmiş olacaktır.

Yürürlükteki sistemde bütün anayasal güçler cumhurbaşkanının kontrolü veya vesayeti altında olduğu için de, öyle görünüyor ki, bu anayasa ihlâllerini engelleyecek -yargısal olanı dahil- hiçbir anayasal organ, mevki veya makam da bulunmamaktadır. Muhalefet ise, Tayyip Erdoğanı seçimlerde yenebileceği umuduyla -ve siyaseten bunun daha isabetli olduğu düşüncesiyle- olsa gerek, bu aykırılığı dile getirmekle beraber onu engellemek için herhangi bir girişimde bulunmak istemiyor gibidir.

‘’Altılı Masa’’da bir araya gelen muhalefetin ana kanadının genel seçimlere giden yolda karşılaşması muhtemel engel bundan ibaret te değildir. İktidar bloğu ‘’başörtüsünü özgürleştirmek’’ aldatmacası adı altında muhalefet için hazırladığı tuzağı da devreye sokulmak üzeredir. Nitekim, muhalefetin iktidar partilerinin teklifini insan haklarına uygun hale getirmek amaçlı önergesi Anayasa Komisyonu’nda iktidar temsilcileri tarafından reddedilmiştir. Bu durumda öyle görünüyor ki, kendi tekliflerinin hiç değiştirilmeksizin referanduma götürülmesini sağlamak ve kampanya esnasında muhalefetin ‘’başörtüsü özgürlüğü’’ne karşı çıktığı propagandası yapmak suretiyle, AKP-MHP ekseni cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefet adayını dezavantajlı duruma düşürmeyi planlamaktadır.   

Bu arada Halkların Demokratik Partisi’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde açılan dava da görünüşe göre iktidar partilerinin beklentileriyle uyumlu bir şekilde devam etmektedir. Yüksek Mahkeme, davalı partinin davanın yargılama faaliyetlerinin seçim sonrasına bırakılmasına ilişkin talebini oy birliğiyle reddetmiş bulunuyor. Bu arada, davalı Partinin 14 Mart’ta sözlü savunma yapacak olmasına bakılırsa, davanın seçimlerden önce karara bağlanması ve ‘’devlet yardımından yoksun bırakma’’ kararıyla sonuçlanması kuvvetli bir ihtimal gibi duruyor.

Yargıdan söz etmişken, Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca’nın Anayasa Mahkemesi’nin ‘’bireysel başvuru’’ları bir tür temyiz incelemesine döndürerek yetkisini aştığını ve ‘’yargısal aktivist’’ bir tutum izlediği yolundaki eleştirilerine de işaret etmek gerekiyor. Yargıtay Başkanının bu çıkışının sadece politik anlamı bakımından değil, Başkan’ın kendi saygınlığı açısından da hoş olmadığını belirtelim. Yargıtay Başkanı böyle yapmakla, rakip olarak gördüğü Anayasa Mahkemesi’ne karşı siyasî iktidarın yanında durduğunu belli etmek ister gibidir. Bu çıkışı Başkanın kendi hukukçu kimliğine de zarar verebilir; çünkü hukukî dayanağı bulunmayan iddialar ileri sürmek suretiyle, hakkında konuştuğu meselenin hukukî mahiyeti hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığı izlenimi vermektedir.

Bu arada, son yıllardaki baskıcı ve kayırmacı siyasetin yol açtığı yozlaşmanın en fazla etkilediği kurumların başında -özellikle açıkladığı güvenilmez enflasyon oranları nedeniyle- Türkiye İstatistik Kurumu’nun geldiği bir süredir yaygın bir kanaat halindeyken, şimdi de Merkez Bankası adına yapılan açıklamalar bu kurumun da aynı kategori içine girmeye aday olduğunu düşündürmektedir. Nitekim, Başkanının 26 Ocak’taki inandırıcılıktan yoksun açıklamasına bakılırsa, Merkez Bankası ana görevi olan fiyat istikrarını sağlamayı tamamen bir yana bırakarak, tam da genel seçimler arifesinde siyasî iktidara destek olma görevi üstlenmiş durumdadır. Gerçekten de Başkan Kavcıoğlu’nun açıklamasına bakılırsa, enflasyon 2023 sonunda %22’ye, 2024 sonunda ise % 9 civarına inecek; öte yandan enerji maliyetleri de hem fiyatların düşmesi nedeniyle, hem de yerli doğal gaz kaynaklarının Mart ayında hizmete girmesinin sonucu olarak enerji ithalatımız da azalacağı için 2023 yılında Türkiye’nin enerji maliyetleri düşecek, hatta bu sayede bütçe carî fazla verebilecektir!

Gelecek Bülten’de buluşmak üzere. 

Erdoğan’ın üçüncü kez aday olması

MHP lider Bahçeli’nin 17 Ocak’taki grup toplantısında seçimleri kastederek “Mayıs ayı içinde bu işi biterelim” demesiyle tekrar gündeme gelen seçimlerin öne çekilmesiyle ilgili tartışmaların üzerinden çok geçmeden Cumhurbaşkanı Erdoğan son noktayı koydu. Erdoğan yaptığı açıklamada cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimlerinin 18 Haziran’dan 14 Mayıs’a çekilmesinin uygun olduğunu dile getirdi. Bu açıklamadan sonra Erdoğan’ın tekrar cumhurbaşkanı adayı olup olamayacağı, seçimin öne çekilmesinin hukukiliği ve 6 Nisan 2022’de kabul edilen seçim yasasının 14 Mayıs’ta yapılması planlanan seçimlerde uygulanıp uygulanmayacağı ile ilgili tartışmalar alevlendi.

2017’de yapılan anayasa değişikliği ile yürürlüğe giren anayasa hükmü açık bir biçimde bir kimsenin “en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” (md. 101/2) olduğunu belirtmektedir. Bu durumda Erdoğan’ın üçüncü kez aday olmasının önünde anayasal bir engel görünmektedir. Yine de anayasada Erdoğan’ın ikinci kez cumhurbaşkanı icra ettiği bu dönemin sonunda üçüncü kez aday olmasını mümkün kılan bir olanak bulunmaktadır. İktidar, 2017 referandumunda bu ihtimali göz önünde bulundurarak Erdoğan’nın üçüncü cumhurbaşkanlığının önünü açan bir hüküm eklemişlerdi. Ne var ki, bu olanağın kullanılabilmesi için anayasada var olan bir hüküm ile sınırlandırılmaktadır: “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir” (md. 116/3). Meclisin mevcut kompozisyonu göz önünde bulundurulduğunda bunun düşük bir ihtimal olduğu söylenebilir. Zira seçimi erken bir tarihe çekmek için TBMM’nin 5’te 3 çoğunlukla, yani en az 360 milletvekilinin kabul oyu kullanması ile mümkün olduğunu belirtmek gerekiyor. Ne var ki, AKP ve MHP’nin muhalefet partilerinin desteğini almadan bunun gerçekleşmesi mümkün görünmüyor.

Mecliste nitelikli çoğunluğun sağlanmadığı bu durumda Erdoğan’ın 14 Mayıs’ta gerçekleşmesini istediği seçim ancak doğrudan Cumhurbaşkanının meclisi feshetme kararıyla gerçekleşebilecektir. Meclisin değil de cumhurbaşkanının seçimlerin yenilenmesi kararını vermesi bu senaryoda ise Erdoğan’ın üçüncü kez aday olması anayasaya aykırılık teşkil edecektir.

Seçim tarihinin öne çekilmesi ile ilgili diğer bir tartışma da 6 Nisan 2022’de seçim kanununda yapılan değişikliklerin 14 Mayıs 2023’te yapılması planlanan seçimlerde uygulanıp uygulanmayacağı ile ilgili. Bazı hukukçular seçim kanununun yalnızca seçim gününü değil seçim sürecini düzenleyen bir kanun olduğunu, dolayısıyla mevcut seçim kanunun uygulanacağı bir seçimin ancak 6 Nisan 2023’ten sonra Resmi Gazetede ilan edilebileceğini dile getirmektedir. 60 günlük seçim takvimi de göz önünde bulundurulduğunda bu senaryoda seçimlerin 14 Mayıs’ta gerçekleşmesi mümkün olmamaktadır. Eğer iktidar seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılmasında ısrarcı olur ise Cumhurbaşkanının seçim yenileme kararını en geç 9 Mart’ta alıp Resmî Gazetede yayımlanması gerekmektedir. Bu durumda ise, 6 Nisan 2022’de seçim kanununda yapılan değişiklikler 14 Mayıs’ta yapılacak seçimlerde uygulanması hukuka aykırı olacaktır.

Bu çekinceler muhalefet partileri ve birçok hukukçu tarafından dile getirilmesine rağmen iktidar çevreleri bu eleştirileri ciddiye almıyor. Nitekim, AKP grup başkanvekili Turan eleştirilere yönelik olarak “Bırakın Erdoğan’ın adaylığını YSK tartışsın, siz adayınızı açıklayın” yanıtını verdi. Şunu belirtmek gerekir ki, demokratik ülkelerde bu tür hukuki tartışmaların yüksek yargı organlarının ekseninde dönmesi normdur. Ne var ki Türkiye’de yakın geçmişte başta YSK olmak üzere birçok yargı kurumunun siyasi iktidarın çıkarlarına hizmet eden kararları, bu konuyu siyasetin eksenine hapsetmekte ve bundan sonra verilecek kararların güvenilirliğini zedelemektedir.

TTB Başkanı Prof. Korur Fincancı’ya hapis cezası verildi

Türk Tabipleri Birliği Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’ya terör örgütü propagandası yapma suçundan yargılandığı davada 11 Ocak 2013 günü yapılan duruşmada İstanbul 24. Ağır Ceza Mahkemesince 2 yıl 8 ay 15 gün hapis cezası verildi.  Adli tıp uzmanı olan Fincancı, Ekim ayında Türk ordusunun Kuzey Irak’ta gerçekleştirdiği operasyonlarda kimyasal silah kullanıldığı iddiaları ile ilgili olarak katıldığı bir televizyon programında iddiaların bağımsız heyetlerce araştırılması gerektiğini söylemiştir. Kendisine gösterilen görüntülerde kasılmaları ve istemsiz hareketleri olduğu görülen kişiler bulunduğunu belirten Korur Fincancı, uluslararası sözleşmelerin uygulanması gerektiğini hatırlatmıştır. Kimyasal Silahların Kullanımını Yasaklayan Sözleşme kapsamında böyle bir iddia ortaya çıktığında yapılacak araştırmanın Minnesota Protokolü’nün ilkelerine uygun olması gerektiğini belirtmiştir.

Bu sözlerinin ardından iktidara yakın medyada Fincancı aleyhine karalama kampanyası başlatılmış ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca hakkında soruşturma açılmıştır. Söz konusu programa Almanya’da bulunduğu sırada katılan Fincancı, Türkiye’ye dönmüş ve avukatları aracılığıyla savcılığa ifade vermeye hazır olduğunu bildirmiştir. Buna rağmen Fincancı İstanbul’da göz altına alınarak Ankara’ya götürülmüş ve 26 Ekim tarihinde tutuklanmıştır. Ayrıca Türk Tabipleri Birliği hakkında da inceleme başlatılmıştır.

Fincancı’nın avukatlarının tutukluluk koşullarının oluşmadığı, hakkında kuvvetli suç şüphesi bulunmadığı ve tutuklama nedenlerinin bulunmadığı gerekçesiyle tutuklama kararına karşı yaptığı itirazlar reddedilmiştir. Savcılıkça hazırlanan iddianamede Fincancı’nın, “ulusal düzeyde ve resmi sıfatı ile gayri resmî bir haber kanalında canlı bağlantı yaparak, bulunduğu makamı, mesleki konumunu propaganda faaliyetinde kullandığı” iddiasıyla “terör örgütü propagandası yapmak” suçundan 7,5 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılması talep edilmiştir.  Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından Fincancı’nın ikamet adresinin İstanbul olduğu gerekçesiyle yetkisizlik kararı verilmiştir. İstanbul 24. Ağır Ceza Mahkemesince kabul edilen iddianame çerçevesinde yapılan yargılamanın ilk duruşması 23 Aralık tarihinde gerçekleştirilmiştir. Fincancı’nın duruşmaya fiilen katılmak istemesi nedeniyle Ankara’dan İstanbul’a nakli karayoluyla gerçekleştirilmiştir. Fincancı’nın sağlık sorunları nedeniyle uçakla nakil talebi Adalet Bakanlığınca reddedilmiştir.

Milli Savunma Bakanlığı yargılamaya müdahil olarak katılma talebinde bulunmuş, mahkemece müdahillik talebi reddedilmiştir. Mahkemenin savunmanın en fazla üç avukatla yapılmasına ilişkin sınırlama kararına itiraz edilmiş, bu itiraz mahkemece reddedilmiştir. İddianameye karşı savunmanın ardından savcılıkça verilen mütalaada üst hattan cezalandırma talep edilmiştir. Mütalaaya karşı savunma için süre istenerek tahliye talep edilmiş, mahkemece tahliye talebi reddedilmiş ve savunma için bir hafta süre verilmiştir.

29 Aralık’ta yapılan ikinci duruşmada bütün taleplerin gerekçesiz bir şekilde reddedilmesi dolayısıyla mahkeme heyetinin reddi talep edilmiştir. Esas hakkındaki savunmada terör örgütünün cebir ve şiddet içeren yöntemlerinin propagandasını yapma suçunun unsurları oluşmadığı, bir adli tıp uzmanı olarak Fincancının kimyasal silah kullanıldığına ilişkin iddiaların uluslararası hukuk standartlarına uygun olarak bağımsız organlarca araştırılması gerektiğini söylemesinin propaganda olarak nitelendirilmesinin mümkün olmadığı, ifade özgürlüğü kapsamında korunduğu belirtilmiştir. Mahkemece, heyetin reddi talebi ve tahliye talebi reddedilmiş ve duruşma 11 Ocak tarihine ertelenmiştir. 

11 Ocak tarihli üçüncü duruşmada Mahkemece Fincancı’ya terör örgütünün propagandasını yapma suçundan mahkûmiyet hükmü verilmiş ve 2 yıl 8 ay 15 gün hapis cezasına çarptırılmıştır. Mahkûmiyet hükmünün ardından Fincancı’nın tahliyesine karar verilmiştir. Karar istinaf ve temyiz incelemesine tabidir.

Bir adli tıp uzmanı ve Türk Tabipleri Birliği Başkanı olan Fincancı’nın kimyasal silah kullanıldığına ilişkin iddiaların bağımsız organlarca araştırılması gerektiği yönündeki beyanları nedeniyle tutuklanması ve hakkında mahkûmiyet kararı verilmesi Türkiye’nin ifade özgürlüğü standartları açısından açık bir gösterge niteliği taşımaktadır. Ayrıca tüm yargılama sürecinin yargının bağımsızlığı konusundaki kaygıları güçlendirdiği açıktır.   

TCMB Enflasyon Sunumu ve Gerçeklerden Kaçmak

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Şahap Kavcıoğlu 26 Ocak tarihinde orta vadeli enflasyon tahminlerini de içeren enflasyon raporunu açıkladı. TCMB Başkanı “Enflasyon tahmin aralığımızın orta noktaları, önceki Rapor’da açıkladığımız tahminlerimizle uyumlu olarak 2023 yılı sonunda yüzde 22,3; 2024 yılı sonunda, yüzde 8,8 seviyelerine tekabül etmektedir” şeklinde konuştu. Konuşmasında azalan enerji ve emtia fiyatlarına vurgu yapan Kavcıoğlu ödemeler dengesinde önemli yer tutan enerji maliyetlerinin 2022 yılında 2021’e göre 43 milyar dolar civarında bir artış gösterdiğini, ancak 2023 yılında enerji fiyatlarının düşeceğini öngördüğünü söyledi.[1] Kavcıoğlu’nun sunumunun en ilginç yanı, bu sayede Türkiye’nin 2023 yılında cari fazla verebileceğini söylemesi idi.  

Türkiye’nin uzun zamandır “Liralaşma Stratejisi” adı altında ihracatın artırılmasına yönelik bir para politikası geliştirdiği tüm ekonomi çevrelerince biliniyor. Kavcıoğlu da sunumunda bu stratejinin ne kadar başarılı olduğunu anlatmak için enerji fiyatları örneğini özellikle çok güçlü bir şekilde vurguladı. Merkez Bankasının uzun zamandır ana görevi olan fiyat istikrarı konusunu bir kenara bırakıp, hükümetin popülist hamlelerine temel oluşturacak politikalar geliştirdiğini gözlemliyoruz. Fakat enerji maliyetlerinin azalacağını söyleyerek cari fazla vereceğimizi iddia etmek kurumun rasyonaliteden gittikçe daha fazla uzaklaştığını gösteriyor.

Bu söylemin sorunlu birkaç yanı var. Öncelikle “Liralaşma” hamlesi ABD dolarının yapay yollarla bastırılması nedeniyle hali hazırda sekteye uğradı. Türkiye’deki enflasyon oranında değerlenmeyen hatta son birkaç aydır sabit tutulan Dolar nedeniyle Türkiye artık ihracatta kur avantajını kaybetti. Türkiye’nin önde gelen ihracatçı sektörleri neredeyse her gün Türk lirasının değerinin düşürülmesi için Erdoğan’ın ve ekibinin kapısını çalıyor. Bu durum nedeniyle Türkiye gittikçe büyüyen bir cari açıkla karşı karşıya. İthalat ihracattan daha fazla artıyor ve cari açık her geçen gün büyüyor.

Bu durum “Liralaşma” stratejisinin altını oyuyor. Liralaşma stratejisinin temelinde bu gerçekliğin tersine döndürülmesi vardı. Yani Türk lirası o kadar değersizleşecek, Türk malları o kadar ucuzlayacaktı ki Türk üreticiler yurtdışına daha çok mal ve hizmet satabilecekti. Fakat Türk Lirası aşırı değersizken bile cari açık artmaya devam etti. Şimdi ise enflasyondaki artış nedeniyle Türk mallarının fiyatları arttı. Durum böyleyken sadece enerji ithalatından kaynaklanan fiyat avantajının dolar-TL kuru bu şekildeyken bir faydası olacağını ummak oldukça irrasyonel bir durum.

Kavcıoğlu bunlara ek olarak enerji ile ilgili enteresan bir bilgi daha verdi: Yerli doğalgaz Mart’ta devreye girecek ve böylece enerji ithalatımız daha da azalacak. Açıkçası bu çok iyimser bir tahmin. Yerli doğalgazın hangi limandan nasıl dağıtılacağı bile henüz belli değil. Karadeniz kıyısına yapılan Filyos Limanı’nın bu işler için kullanılacağı söylense de altyapısının buna uygun olup olmadığı da henüz bilinmiyor.

Sunumdaki sorunlu yanlar tabii ki enerji meselesiyle sınırlı değil. Gıda enflasyonu tahminlerinin yaşanan kuraklık neticesinde yukarı yönlü revize edilmemesi ayrıca tartışılmayı hak ediyor. Fakat Kavcığlu burada da çok farklı bir tahmin yaparak Şubat’tan sonra yağmurların başlayacağından bahsetti. Bu konuda da oldukça emin konuştu.[2] Bu tahmini yaparken hangi meteoroloji uzmanından fikir alındığını öğrenmek sanırım hepimizin hakkı. Öte yandan emtia fiyatlarındaki düşüşten çok fazla bahsedildi. Fakat Çin’in “sıfır vaka” politikasından çıkıp, büyüme hedefini 2023 için yüzde 5,5 belirlemesinden bahsedilmedi. Bu durum dahi emtia fiyatlarında bir artışa sebep olacaktır.

Yapılan enflasyon sunumunda para politikasının çerçevesinin finansmana ucuz erişim olduğunun vurgulanması ise Merkez Bankasının kendi görev tanımı konusunda oldukça kafasının karışık olduğunun çok açık bir göstergesi. Ayrıca vergi afları, yüksek oranlı zamlar, açılan kredi muslukları, erken emeklilik planları gibi seçim ekonomisi faaliyetlerine karşı Merkez Bankasının hangi önlemleri alacağından hiç bahsedilmedi. Hatta seçim ekonomisinin enflasyon üzerinden pek etkisi olmayacağı dahi söylendi. Özetle; Merkez Bankası ana görevi olan fiyat istikrarını tamamen bir köşeye atmış ve iktidarın popülist politikalarına destek olma görevi üstlenmiş durumda. Ülkedeki kurumsal çöküşün ve demokratik gerilemenin en büyük örneği olarak karşımızda duruyor TCMB.

7418 Sayılı ‘Sansür Yasası’ ve 7262 Sayılı ‘Yeni STK Yasası’

2022 yılı Türkiye sivil toplumu üstünde artan baskının korkutucu seviyelere ulaştığı bir yıl oldu. Henüz sonuçlarını yaygın şekilde yaşamaya başlamamış olsak da, kamuoyunda ‘’sansür yasası’’ olarak bilinen ve ‘’gerçeğe aykırı bilgi’’yi yayanların 1 yıldan 3 yıla kadar cezalandırılmasının öngören 13.10.2022 tarihli ve 7418 sayılı Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 2023 seçimlerinden sonra sivil toplumu daha da zor duruma sokacak gibi görünmektedir.[3] Bu yıl sıkça konuşacağımız bu Kanun, bültenlerde takip edeceğimiz sivil toplum konularının başında gelecek.

Hükümet, 7418 Sayılı Kanun’un siyasî kaygılarla hazırlanmadığını ve sansür niteliği taşıyan herhangi bir düzenleme içermediğini savunsa da,[4] bu Kanun geçen yıl sıkça üzerinde durduğumuz 7262 sayılı Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun’la (yeni ‘’STK Yasası’’) beraber düşünüldüğünde, Türkiye’de sivil toplumun halihazırda ne ölçüde yoğun bir baskı altında olduğunu ve eğer yasa düzeltilmezse bu durumun önümüzdeki yıllarda da devam edeceğini anlamak kolaylaşır.

Nitekim, 7418 Sayılı Kanun sivil toplum kuruluşlarını, kendi platformlarında dile getirilen fikirler ve yayımladıkları çalışmalarda yer alan veriler nedeniyle sözümona ‘’gerçeğe aykırı bilgi’’ yaydıkları gerekçesiyle üç yıla kadar hapis istemiyle yargılanma riskiyle karşı karşıya bırakmıştır. 7262 sayılı Kanun ise muğlak bir terörizm tanımı, belirsiz yaptırımları ve denetimleri ile sivil toplum kuruluşları üzerinde bir ‘’Demokles Kılıcı’’ gibi durmaktadır. Bu nedenle, sivil toplum kuruluşları faaliyetlerini iş birliği yaptıkları kişi ve kurumlar, yayımladıkları raporlar veya aldıkları hibelerle terörizmi desteklemiş olma suçlamasıyla karşı karşıya kalma riski altında sürdürmek durumundadırlar.

Görülüyor ki, “ilgili alanlarda hak ve özgürlükleri koruyan ve geliştirmeye çalışan düzenlemeler” olmadıkları açık olan bu kanunlar aslında Türkiye’de hukuk devletini daha da aşındıran girişimler olarak nitelendirilebilir. Bu arada, Venedik Komisyonu’nun da 7262 sayılı Kanun’a, öngördüğü cezaî yaptırımların ölçüsüzlüğü ve gerekliliklerinin kuşkulu olduğu yönünde eleştiriler yöneltmiş olduğunu da belirtelim. Bu ve başka kanunlarda ifadesini bulduğu üzere; son yıllarda yaygınlaşan tarafsız, somut ve şeffaf veriye dayanmayan, çeşitlilik ve katılımcılığı dikkate almayan kanun yapım süreçleri ve yeteri kadar tartışılamayan torba kanunlar, olağan yasama süreçleri haline gelmiştir ve bu durum liberal demokrasi, hukukun üstünlüğü ve toplumsal barış ve uzlaşıda onarılması güç yaralar açmaya devam etmektedir.[5]


Kaynakça:

[1]https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/tr/tcmb+tr/main+menu/duyurular/baskanin+konusmalari/2023/konusmab26_01_2023

[2] https://www.youtube.com/watch?v=Ck1zP1gU96k

[3] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2022/10/20221018-1.htm

[4] https://t24.com.tr/haber/akp-li-mahir-unal-dan-sansur-yasasi-elestirilerine-yanit-bes-kriterin-besi-de-varsa-suca-girer,1065907

[5] https://www.mlsaturkey.com/tr/sansur-yasasi-ve-stklerde-son-durum/

Önceki İçerikNeoliberalizm ve liberteryenizm
Sonraki İçerikMilliyetçiliğin Patolojisi