Editör’den

Bülten’in bu sayısını maalesef büyük bir felâketin yakıcı sonuçlarının ülkeyi kavurduğu olağanüstü bir zamanda hazırlıyoruz. İlki 6 Şubat’ta Kahramanmaraş’ta meydana gelen ve toplamda 10 ili etkileyen depremler serisi, halâ devam eden artçı sarsıntılarla, ülkenin bu bölgesinde hayatı altüst etti ve çok büyük maddî ve manevî zarara yol açtı.  Bölgede günlerdir devam eden arama-kurtarma ve ilk müdahalelerden sonra ölü sayısı 41 bine ulaşmış, 110 binden fazla insan ise yaralı olarak kurtulmuş bulunuyor.  

Ne yazık ki, iki büyük fay hattının üzerinde bulunan Türkiye’nin bir ‘’deprem ülkesi’’ olduğu bilinmesine, yakın geçmişte 1999 büyük Düzce depremi ve 2020 Elâzığ depremi olmak üzere birçok depremlerle sarsılmış olmamıza ve bilim insanlarının bitmek-tükenmek bilmeyen uyarılarına rağmen siyasî ve idarî yetkililerin muhtemel bir depreme karşı gerekli tedbirleri almadıkları, depremin yıkıcı sonuçlarının azaltılmasını sağlayacak hazırlıkları yapmakta ihmal gösterdikleri bir kere daha ortaya çıkmış bulunuyor. Konut ve işyerleri yanında okul ve hastane gibi kamu binalarının depreme dayanıklı olarak inşa edilmesini sağlayacak düzenleme ve denetimler merkezî ve yerel yönetimlerce maalesef ihmal edilmiş, dahası bir rant kaynağı olarak kullanılan ‘’imar afları’’ gibi yasal düzenlemelerle adeta felâkete davetiye çıkarılmıştır.  

Aynı hazırlıksızlığın bir sonucu olarak, kamu kurumlarının eğitim, donanım ve personel bakımından yetersizliği de deprem sonrasında arama-kurtarma ve ilk yardım çalışmalarının yeterince hızlı, etkin ve koordineli bir şekilde yürütülmesini engellemiş bulunuyor. Bunda, büyük ölçüde, siyasî iktidarın AFAD’da -ve Kızılay’da- ehliyet ve liyakat gözetmeksizin yaptığı partizan kadrolaşma etkili olmuş görünmektedir.

Bu arada hükûmet deprem felâketi nedeniyle bölgede ‘’olağanüstü hal’’ ilân etmiş bulunmaktadır. Karşı karşıya kaldığımız felâketin büyüklüğü düşünüldüğünde, anayasal bir müessese olan olağanüstü hal rejimine başvurulmasında prensip olarak bir yanlışlık olmamakla beraber, bu iktidar döneminde yaşadığımız daha önceki kötü tecrübe yüzünden bugün de topluma benzer bir durumla karşılaşabileceğimiz yolunda yaygın bir endişe hâkimdir. Gerçekten de, AKP iktidarı 2016’daki darbe girişimi sonrasında ilân ettiği olağanüstü hali, anayasaya aykırı olarak, parlamento içi ve parlamento dışı muhalefeti ve her türlü eleştirel sesleri bastırmak, kamu idaresi ve yargı bürokrasisini partizan kadrolarla doldurmak, kısaca otoriter bir rejime geçmek için bir araç olarak kullanmıştı.  

Depremin yıkıcı sonuçlarının etkisinin azaltılmasıyla ilgili olarak alınan bir tedbir de Cumhurbaşkanının bahar yarı yılında üniversitelerde uzaktan eğitime geçilmesine ilişkin kararı oldu. Ne var ki, geçen COVİD pandemisi döneminde iki yıldan fazla bir süre uygulanan benzer tedbirin üniversite öğrencilerini eğitim-öğretime yabancılaştırdığı ve onları okul ortamında hem hocalarıyla hem de kendi arkadaşlarıyla yüz yüze ilişkide bulunmanın insanî ve pedagojik avantajlarından yoksun bıraktığı hatırlanacaktır. Bu durumda, bütün ülkede aynı öğrenci kuşağını bir kere daha böyle ciddî bir dezavantaja maruz bırakacak olan bu kararın isabeti son derece kuşkuludur. Bu konuda belki daha uygun bir çözüm, bütün üniversitelerde yüz yüze eğitime ara vermek yerine, ne tür tedbirler alınacağını deprem bölgesiyle sınırlı olarak her bir üniversite yönetiminin kendi özel şartlarına göre alacağı kararlara bırakmak olurdu. 

Buna karşılık, sivil toplum bu felâket karşısında oldukça iyi bir sınav vermiştir. Nitekim, AHBAP gibi örgütlü girişimler yanında, önceden örgütlenmiş olmayıp afet üzerine kendiliğinden bir şekilde ortaya çıkan diğer sivil girişimler arama-kurtarma ve afetzedelere ilk yardım ve psikolojik destek için büyük bir isteklilikle harekete geçmişlerdir. Bu arada ülkenin her yerindeki insanlar kendi imkânlarıyla felâketzedelere destek için seferber oldu ve güçleri yettiğince bölge halkına aynî ve parasal yardım yaptılar. 

Umulur ki, başta siyasî ve idarî sorumlular olmak üzere hepimiz, yaşanan bu son acı tecrübeden de ders çıkararak, gelecekte karşılaşacağımız kesin olan yeni depremlerin bu ölçüde ağır hasar doğurmasını önleyecek her türlü tedbiri almak basiretini gösteririz.

Umulur ki, gelecek Bülten’de daha iyi şartlarda ve sevindirici gelişmelerle karşınızda oluruz. 

* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan 

Türkiye En acı Günlerini Yaşıyor

6 Şubat tarihinde Kahramanmaraş merkezli 7.7 ve 7.6 büyüklüğünde iki deprem yaşandı. Birbirine yakın mesafede ve zamanda gerçekleşen bu iki büyük deprem 10 ilde yaklaşık 13 milyon vatandaşın hayatını etkiledi. Hatay ve Kahramanmaraş başta olmak üzere birçok il neredeyse yerle bir oldu. Resmi veriler enkaz çalışmaları henüz tamamlanamamış olmasına rağmen 40 binden fazla kişinin hayatını kaybettiğini ve 100 binden fazla kişinin enkazdan yaralı olarak çıkarıldığını göstermektedir. Hayatını kaybeden insan sayısı ve maddi hasar bakımından Türkiye tarihinin en büyük doğal afetini yaşadı.

Bu kadar dramatik düzeydeki kayıpların en büyük sorumlusunun depremden önce ve sonra yapılması gerekenleri yapmayan siyasetçi ve idareciler olduğunu belirtmek gerekir. Yerbilimciler özellikle Elazığ depreminden sonra Doğu Anadolu Fay hattının uykudan uyandığını, depreme karşı hazırlık yapılması gerektiğini buldukları her fırsatta dile getirdiler. Binaların depreme dayanıklılık testlerinin yapılması gerektiğini ve riskli ve acil dönüştürülmesi gereken konutların tespit edilmesi gerektiğini dile getirdiler. Bu hususta hükümetin gerekli adımları atmadığını söyleyebiliriz. Dahası, 2019’da imar affı olarak bilinen yasa ile yüzbinlerce kaçak konuta legal meşruiyet sağlanmış ve riskli konutların dönüştürülmesinin önündeki engelleri artırmış oldu. İmar affı, inşaat odaklı ekonomik büyüme gibi siyasetçilerin kısa vadeli çıkarlarına hitap eden politikaların sonuçlarını bir kez daha acı bir biçimde yaşıyoruz.

Doğal afetlere hazırlık bakımından da hükümetin başarılı bir performans ortaya koymadığını belirtmek gerekir. Her ne kadar deprem geniş bir alanı etkilemiş olsa da böyle bir senaryoya karşı lojistik planlamalarının yapılmamış olması birçok enkaza ilk günlerde hatta ilk haftada erişilememesine ve birçok insanın hayatını kaybetmesine neden oldu. Öte yandan, hemen her ilçede örgütlü olan disiplinli ve dayanıklı insan gücü olarak TSK’nın kurtarma çalışmaları ve asayişin sağlanması için ilk birkaç günde sahaya gönderilmemesi ciddi bir hata olarak görülüyor. Belli ki AKP hükümetinin afet yönetimini sivilleştirme arzusu, buna karşın AFAD’ın imkânlarını büyük doğal afetlere hazırlıklı kapasite düzeyine getirememesi bu yaşadığımız yıkımın temel sebeplerinden birisi. AFAD’ın gönüllülerle birlikte personel sayısının ancak 10 bin olduğu, bunun ise binlerce binanın yıkıldığı bir afette arama kurtarma çalışmaları bakımından yetersiz kalacağı tahmin edilebilirdi. Öte yandan hükümetin ilgili kurumlarının ciddî bir koordinasyon sorunu yaşadığını ve bunun da zamana karşı yarışta birçok insanın hayatını kaybetmesine neden olduğunu belirtmek gerekir.

* Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi

Deprem Nedeniyle Olağanüstü Hal İlan Edildi

6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen ve on ili etkileyen iki büyük deprem nedeniyle on binlerce insan hayatını kaybederken on binlerce bina da ya yıkıldı ya da ağır hasar gördü. Depremin ilk saatlerinden itibaren müdahale konusunda büyük aksaklıklar ve organizasyonsuzluklar yaşanırken, Cumhurbaşkanı depremin üçüncü günü 8 Şubat 2023 tarihinde depremden etkilenen on ili kapsayan bölgede üç ay süreyle olağanüstü hâl ilan etti.[1] Türkiye Büyük Millet Meclisi de bu kararı 9 Şubat tarihli toplantısında onayladı.[2]

Anayasanın 119. maddesine göre tabiî afet nedeniyle olağanüstü hâl ilan edilmesi mümkündür. Bu durumda vatandaşlar için para, mal ve çalışma yükümlülükleri getirilebilir. Anayasanın 119/5 maddesine göre, getirilecek bu yükümlülükler kanunla düzenlenir. Nitekim 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu tabiî afet nedeniyle ilan edilen olağanüstü hâl durumunda getirilecek yükümlülükleri ve alınacak tedbirleri 5 ila 9. maddeleri arasında düzenlemiştir.  Ayrıca Anayasanın 119/6 maddesi Cumhurbaşkanına olağanüstü hallerde olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, Anayasanın 107. maddesinin on yedinci fıkrasının ikinci cümlesindeki sınırlamalara tabi olmaksızın Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarma yetkisi tanımaktadır. Bu kararnameler eski Kanun Hükmünde Kararnamelerin muadili olup parlamentonun denetimine tabidirler. Bu nedenle yayınlandıkları gün TBMM onayına sunulmaları gerekmektedir. TBMM bu kararnameleri üç ay içinde onaylamazsa kendiliklerinden yürürlükten kalkacakları düzenlenmiştir.

Milyonlarca insanın hayatını etkileyen büyük çaplı bir deprem felaketinden sonra, hayatın mümkün olduğunca kısa süre içinde normale döndürülmesi için kamu otoritelerinin bazı olağanüstü yetkileri kullanmaları gerekli olabilir. Ancak bu yetkilerin Anayasa ve kanunlara uygun olarak ve olağanüstü halin gerektirdiği konularda ve olağanüstü halin gerektirdiği ölçüde kullanılması zorunludur.

Özellikle 2016 yılında 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilân edilen ve 45 gün uygulanacağı söylenen, ancak iki yıl süren OHAL döneminde yapılan uygulamalar, OHAL yetkilerinin bu sefer de kötüye kullanılacağına ilişkin endişeleri artırmaktadır. Nitekim Cumhurbaşkanının basına yaptığı açıklamada olağanüstü halin deprem bölgesinde meydana geldiği iddia edilen asayiş sorunlarına müdahale etmek amacıyla ilân edildiğini açıklaması[3] bu endişelerin hiç de yersiz olmadığını göstermiştir. Zira afet ve salgın hastalık nedeniyle ilân edilen olağanüstü hallerde alınabilecek tedbirler OHAL Kanununun 9. maddesinde sayılmıştır ve bu tedbirler arasında yağmalama gibi asayişe ilişkin konularda alınabilecek özel bir önleme yer verilmemiştir.

Ayrıca çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ve alınan kararlar da ‘’olağanüstü halin gerekleri’’ konusunun çok geniş yorumlanacağını ve uygulanacağını göstermektedir. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı, olağanüstü hâl kapsamında ilk kararnameyi 11 Şubat günü yayınlamıştır.[4] Bu arada, olağanüstü hâl kapsamında yargı alanında alınan tedbirlere ilişkin 120 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin 5. maddesi ile olağanüstü hâl ilan edilen yerlerde hırsızlık ve yağma suçları ile ilgili olarak gözaltı süresi dört güne çıkarılmış ve savcılıklara üç gün uzatma yetkisi tanınmıştır. 

Oysa OHAL Kanununun 9. maddesinde gözaltı sürelerine ilişkin bir kural bulunmamaktadır.  Ayrıca Anayasanın 119/6 maddesi de böyle bir yetki tanımamaktadır. Zira beşinci fıkra olağanüstü hallerde temel haklara ilişkin sınırlamaların kanunla yapılacağını belirtmektedir. Altıncı fıkrada OHAL kararnamelerinin 104. maddenin on yedinci fıkrasının ikinci cümlesinden istisna tutulması bu kararnamelerle temel hakların sınırlandırılabileceği anlamına gelmemektedir. Çünkü söz konusu hükümde “sınırlama” dan değil “düzenleme” den söz edilmektedir. Yani bu kararnamelerle ancak OHAL kanununda öngörülen sınırlamaların uygulanması düzenlenebilir, kararnameler başlı başına sınırlayıcı hüküm koyamaz. Ne var ki, bu tür düzenlemelerin Anayasa Mahkemesince denetlenmesi de Anayasa Mahkemesinin 2016 yılındaki içtihadı doğrultusunda mümkün görünmemektedir.

Diğer taraftan Cumhurbaşkanı 12 Şubat 2023 tarihinde tüm üniversitelerin ikinci dönem eğitimlerini uzaktan gerçekleştireceğini, KYK yurtlarına depremzedelerin yerleştirileceğini açıklamıştır.[5] OHAL Kanununun 9. maddesinin (b) fıkrasında her derecedeki resmi ve özel okullarda eğitime ara verme yetkisi tanınmış olmakla birlikte, bu yetkinin olağanüstü hâl kapsamında olmayan bölgeler için kullanılmasının gerekli ve ölçülü olduğunu söylemek mümkün değildir.

Deprem nedeniyle ilan edilen olağanüstü hâl yetkilerinin, depremle ilgisi olmayan konularda ve ölçüsüzce kullanılarak birey haklarına müdahale edilmemesi gerekir.

* Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu

Deprem ve Kamu Bağışları

Türkiye 6 Şubat sabaha karşı büyük bir depremle sarsıldı. Daha bu depremin ne olduğunu anlamadan aynı gün öğle saatlerinde ikinci bir depremle büyük bir kez daha sarsıldı. Tüm bu sarsıntıların yarattığı sonuçlardan insanların dayanışması sayesinde kurtulmaya çalışıyoruz. Birçok yardımsever kurum [charity], sivil toplum kuruluşu [ngo] ve kamuya hizmet etmesi için kurulan kamu kurumları yıkıntıların arasından sivilleri kurtarmaya çalıştı. Bu süreçte koordinasyon kurumlarının başarısız olması birçok cana mâl oldu. Bu kısımda ise deprem sonrası yapılan bağış programında yaşanan gariplikleri konu alıyoruz.

Tüm bunlar yaşanırken bazı tuhaf gelişmeler de oldu. Nitekim, depremden 9 gün sonra 15 Şubat günü Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının organizasyonuyla “Türkiye Tek  Yürek” ismiyle bir bağış programı yapıldı. Programda 115 milyar Türk Lirası yani 6 milyar dolar bağış toplandı. Bu bağışların deprem gibi anlarda koordinasyon kurulu olarak çalışan Afet ve Acil Durum Başkanlığı (AFAD) ve Türk Kızılay’ına yönlendirileceği söylendi. Böyle büyük afetler sonrasında bağış programları yapılması oldukça önemlidir. İnsanların bir arada yaşama reflekslerinden birisidir bu tarz programlar. Zaten böyle olduğu için de genellikle bireyler bu programlara güçleri nispetince bağışlarda bulunurlar. “Türkiye Tek Yürek” yayınında ise biraz farklı ve ekonomik açıdan kafa karıştırıcı şeyler yaşandı. Bağış programına yapılan bağışların sıralı büyüklüklerine baktığımızda sorunun ne olduğunu rahatça anlayabiliriz.

Bu programda;

  • Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) 30 Milyar TL yani 1,6 milyar dolar
  • Ziraat Bankası 20 milyar TL yani 1,05 milyar dolar
  • Vakıfbank 12 milyar TL yani 635 milyon dolar
  • Halkbank 7 milyar TL yani 370 milyon dolar
  • Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) 2 milyar TL yani 106 milyon dolar
  • Borsa İstanbul 2 milyar dolar yani 106 milyon dolar
  • Türkiye Sigorta ve Türkiye Hayat Emeklilik 2 milyar TL yani 106 milyon dolar
  • Emlak Katılım (İslami bankacılık yapan bir devlet bankası) 2 milyar TL yani 106 milyon dolar
  • Ziraat Katılım (Ziraat Bankasının İslami bankacılık yapan iştiraki) 1 milyar TL yani 53 milyon dolar

tutarlarında bağışta bulundular. Bu yukarıdaki listede yer alanların hepsi birer anonim şirket olsa da devletin kontrolünde olan finans ve sigorta kurumlarıdır. Ayrıca, Turkcell, Türk Telekom, Türk Hava Yolları gibi kamuya açık olsa da doğrudan hükümetin kontrolünde olan kurumlar da 7,5 milyar TL yani 400 milyon dolar bağış yaptılar. Hatta Diyanet İşleri Başkanlığı, RTÜK, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Savunma Sanayii Başkanlığı, ASELSAN gibi yine doğrudan kamu kurumu olan ve hükümetin kontrolü altında bulunan kurumlar da yüklü bağışlar açıkladılar. Böylece bağış kampanyasında toplanan toplam miktarın yaklaşık yüzde 80’i doğrudan kamu kurumlarından ya da hükümetin kontrol ettiği kurumlardan gelmiş oldu.

Burada dikkati çeken nokta şu: Bu kurumların neredeyse hepsi merkezî bütçe ile bağlantılı kurumlar; kâr ettiklerinde Hazine’ye [Turkish Treasury] aktarıyorlar, zarar ettiklerinde ise Hazineden destek alıyorlar. Zaten yukarıdaki üç kamu bankasına (Ziraat, Vakıfbank, Halkbank) sene başında merkezî bütçeden toplam 60 milyar TL kaynak aktarımı yapılmıştı. Şimdi bu bankalar bu miktarın yarısından fazlasını AFAD ve Kızılay’a geri aktardılar. Merkez Bankası’nın yaptığı bağışın niteliğini ise ancak bilançoya işlediğinde öğreneceğiz. Merkez Bankaları bilindiği üzere sıkıntılı ekonomik dönemlerde yaptıkları para tabanı artırma, kamuya borç verme gibi işlemlerden dolayı (daha birçok işlem de var kâr yaratan ama ayrıntısına girmeyeceğiz) yüksek kârlar açıklarlar ve bu istenmeyen bir durumdur. Tüm bu olanlar düzenlenen yardım programını tartışmaya açtı.

Merkezî bütçeye bağımlı bu kurumların bağış açıklamaları aslında merkezî bütçeden yapılan katkılara eşdeğer. Oysa, merkezî bütçede yapılan değişikliklerin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde alınan kararlarla yapılması ve denetlenmesi gerektiğinden, hükümetin bu bağış programını denetimden kurtulma amacıyla düzenlediği yolunda kuşkular doğmaktadır.

* Enes Özkan – Ekonomist, İstanbul Üniversitesi


Kaynakça:

1 https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2023/02/20230208-1.pdf

2 https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2023/02/20230210-1.pdf

3 https://www.youtube.com/watch?v=dPvX1KF3tXk

4https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2023/02/20230211M1-1.pdf

5 https://www.aksam.com.tr/trend/universiteler-online-mi-olacak-universiteler-2-donem-yuz-yuze-olmayacak-cumhurbaskani-acikladi/haber-1342948

Önceki İçerikDEPREM DÜŞÜNCELERİ: DAYANIŞMA, GÜVEN VE MORAL OTORİTE
Sonraki İçerikDİYANET KİLİSESİNE DOĞRU MU?