Özgürlük Araştırmaları olarak Freedom House desteğiyle hazırladığımız ‘Özgürlük Gündemi’nin on üçüncü sayısı çıktı!

Aşağıdaki linke tıklayarak Özgürlük Gündemi’nin 13. sayısına ulaşabilirsiniz.

https://bit.ly/2SfefpE

Editör’de

Geçen iki haftada öne çıkan siyasal ve toplumsal gelişmeler Türkiye’nin genel performansı itibariyle normalleşme yoluna girmekten maalesef henüz çok uzak olduğunu göstermektedir. Bu gelişmeler içinde ülkemizin normal bir demokratik hukuk devleti olma ümidine en büyük darbeyi vuran, Sedat Peker adlı bir mafya figürünün halen görevde olan bir bakan ile emniyet kökenli eski bir bakanın mafyayla bağlantıları konusunda yaptığı dudak uçuklatan ifşaatları oldu.   

Aslına bakılırsa, Türkiye’de devlet-mafya ilişkileri, en azından Kasım 1996’da patlak veren ‘’Susurluk Skandalı’’ndan buyana bilinmeyen bir şey değildi. Nitekim, o tarihte Bursa-İstanbul karayolunda trafik kazası yapan bir otomobilde bir milletvekili ve emniyet bürokratı, daha sonra ‘’Devlet için’’ çalıştığı öğrenilen bir kanun kaçağıyla birlikte yakalanmış ve bu olay sivil toplumda yaygın protestolara konu olmuştu. ‘’Devlet için’’ çalışan kanun kaçağı ifadesi tuhaf görünse de, daha sonra başka bir kanun kaçağı ve önde gelen mafya figürü de (Alâttin Çakıcı) yurt dışında kaçak olarak bulunduğu yıllarda Millî İstihbarat Teşkilâtı için çalıştığını belirtmişti. 

Bu son olay Türkiye’de, “derin devlet’’in varlığına ilişkin kuşkuları doğrularcasına, devletin görünen (resmî) yüzü yanında bir de görünmeyen, dolayısıyla hukuk dışı ilişkilere bulaşan ve ‘’gerektiğinde’’ suç işleyen başka bir (gizli) yüzünün daha olduğunu ortaya koydu. Bu kirli işlere bulaşanların daha çok emniyet teşkilâtı ve MİT kökenli olmaları ise şaşırtıcı olmasa gerektir. Fakat bu olayda sıradan yurttaşların bile dikkatini çeken başka bir tuhaflık, söz konusu ifşaatın henüz yargıyı harekete geçirmemiş olmasıdır. Nitekim, bu satırların yazıldığı sırada konu hakkında henüz adlî bir soruşturma açılmış olmadığı gibi, adı geçen bakanla ilgili olarak TBMM tarafından anayasal soruşturma süreci başlatılmış değildir. 

Evet, bir yandan devletin yozlaşmasına ve hukukun dışına çıkmasına işaret eden mafyatik ilişkileri ortaya serilirken, öbür yandan ifade özgürlüğü üstündeki son yıllarda doruğa çıkan devlet baskısını daha geniş alanlara yayma amaçlı yasal düzenlemeler de yargı eliyle konsolide edilmektedir. Nitekim, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Kanunu’na 2018 yılında eklenen, internet üzerinden yayın yapan radyo ve televizyonların RTÜK denetimine alınmasına ilişkin hüküm geçenlerde Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasaya uygun bulundu. Bu arada, özellikle iktidara muhalif veya eleştirel olan siyasetçiler dâhil herkesin ifade özgürlüğünü cezalandıran yargı uygulaması devam etmektedir.  

Nihayet, medenî dünyadaki genel uygulamaya da aykırı olarak, Türkiye Cumhuriyeti pandemi sürecinde uygulanan kapanma tedbirleri yüzünden mağdur olan geniş kitlelere yeterince malî destek sağlamaktan kaçınmaya devam etmektedir. Bu arada, devletin, Mayıs ayındaki ‘’tam kapanma’’ sürecini de facto alkol yasağı getirmek için bir bahane olarak kullanma girişimindeki kurnazlığını da kayda geçirmeyi unutmayalım. 

Mafya-Siyaset İlişkileri Tekrar Gündemde

Suç örgütü yöneticiliği ve üyeliği gerekçesiyle hakkında kırmızı bülten çıkarılan Sedat Peker YouTube’da yaptığı yayınlarla geçtiğimiz iki hafta boyunca siyasi gündemi belirledi. Bu videolarda Peker, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun da aralarında bulunduğu birçok siyasetçi, emniyet personeli ve iş insanıyla birlikte girdiği veya şahit olduğu çıkar ilişkilerine ve hukuk-dışılıklara dair önemli iddialar ileri sürüyor. Sözgelimi Peker, Soylu’nun kendisine koruma polisi görevlendirdiğini, kendisi hakkında herhangi bir yakalama kararı çıkarılmadan Soylu’nun kendisine haber vereceğini söylediğini ve Soylu’nun Silivri Emniyet Müdürü Hakan Çalışkan’ın intiharıyla ilişkisi olduğunu ileri sürdü.  

Peker’in iddiaları 1990’lı yıllara damgasını vuran mafya-siyaset ilişkilerini hatırlatıyor. Kurumsal devlet yapısının zafiyetine ve şeffaf olmayan ilişkilere işaret eden bu iddialarla ilgili olarak muhalefet partileri iktidarın ve özellikle Soylu’nun tatmin edici bir açıklama yapması gerektiğini belirttiler. Buna karşın Bakan Soylu ise söz konusu iddialara yönelik doğrudan bir açıklama yapmadan muhalefet partilerinin iddiaları sorgulamasını eleştirmeyi tercih etti ve “Kırmızı Bülten talep edilen organize suç örgütü yöneticisinin, güvenlik güçlerimize yönelik iftira ve akla sığmayan ithamlarına sığınarak siyaset yapar mı? Acizlik, çürümüşlük…” dedi.

Öte yandan, bu iddialardan bağımsız olarak, Peker’in AKP ile olan yakın ilişkisi bilinen bir gerçekti. Nitekim, 2007 yılında suç örgütü liderliğinden mahkum edilen ve 2014 yılında serbest bırakılan Sedat Peker, cezaevinden çıktıktan sonra iktidara yakın bir siyasal pozisyon almış, 1 Kasım 2015’de AKP için seçim kampanyası ve Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin oylandığı 2017 referandumunda evet kampanyası yürütmüştü. AKP’ye sağladığı destekten başka, Peker AKP’nin muarızı olarak gördüğü kişi ve grupları sıklıkla tehdit etmesine rağmen herhangi bir mahkumiyet almadı. Sözgelimi, 2016 yılında Güneydoğu illerinde polis şiddetinin durdurulması çağrısında bulunan ve “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi yayımlayan Barış Akademisyenlerine yönelik olarak “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve kanlarınızla duş alacağız” tehdidinde bulunmuştu. Bunun üzerine hakkında açılan davadan ise “ifade özgürlüğü” kapsamında beraat etmişti.

AKP’nin mafyayı bitirme vaadiyle geldiği iktidar koltuğunu mafyayı bitirmek bir kenara onunla yakın ilişkiler kurarak sürdürmesi Türkiye demokrasisi ve hukuk devleti açısından büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bu bakımdan muhalefet partilerinin söz konusu iddialar üzerine gitmesi ve açıklığa kavuşturulması için baskı yapmasının oldukça isabetli olduğunu belirtmek gerekir. Ne var ki, Peker’in iddiaları karşısında Soylu’nun muhalefet partilerini hedef alması mafya-siyaset ilişkilerine dair kamuoyunda artan kaygıları gidermemekte tam tersine güçlendirmektedir.

Anayasa Mahkemesi İnternet Üzerinden Yayın Yapan Radyo ve Televizyonların RTÜK Denetimine Alınmasına İlişkin Yasayı Anayasaya Uygun Buldu

2018 yılında 7103 sayılı Kanunla 6112 sayılı RTÜK Kanunu’na eklenen 29/A maddesiyle internet üzerinden yayın yapan radyo ve televizyonların RTÜK denetimine alınmasına ilişkin bir kural getirilmişti. Buna göre karasal ya da uydu yayını yapmayan, yani geçici kanal lisansı olmayan, sadece internet üzerinden yayın yapan radyo, televizyon ve isteğe bağlı yayın hizmeti sağlayıcılarının Üst Kurul’dan yayın lisansı almaları gerekmektedir. Ayrıca yurt dışından yayın yapan, dolayısıyla başka ülkelerin yargı yetkisine tabi olan radyo ve televizyonların internet üzerinden Türkçe ve Türkiye’ye yönelik yayınları için yayın lisansı almaları zorunlu tutulmuştur. Yurt dışından Türkiye’ye yönelik olarak yabancı dilde ticari yayın yapan radyo ve televizyonlar da lisans yükümlülüğüne tabi tutulmuştur.  Bireysel iletişim bu yükümlülükten istisna tutulmuştur. Lisanslar için öngörülen yıllık harçlar da ilgili Yönetmelikte izleyici sayısı ve gelirlerin kapsamına bağlı olmaksızın on bin ve yüz bin TL olarak belirlenmiştir. Lisans alma yükümlülüğünü yerine getirmeyen radyo ve televizyonların yayınları hakkında RTÜK’ün talebi ile sulh ceza hakimliklerince erişimin engellenmesi ya da içerikten çıkarma kararı verilebilecektir. Bu kararlara uymayanlar hakkında ise adli para cezası verilebilecektir. 

İnternet üzerinden yayın yapan radyo ve televizyonlar için getirilen tek yükümlülük lisans almaktan ibaret olmadığını belirtmek gerekir. Radyo ve televizyonların yayınlarının sunumu, iletimi, lisans alma, yayınların denetimi ve maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esasların belirlenmesi RTÜK ve BTK tarafından çıkarılacak yönetmeliğe bırakılmıştır. Dolayısıyla internet üzerinden yapılan radyo ve televizyon yayınlarının hangi usul ve esaslar çerçevesinde hangi organ tarafından denetleneceği konusu doğrudan yönetmeliğe bırakılmıştır. 

Söz konusu hükmün anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle ana muhalefet partisi CHP’ye mensup milletvekillerince iptal davası açılmıştır. Anayasa Mahkemesi yakın zamanda verdiği karar ile söz konusu hükmün anayasaya aykırı olmadığına karar vermiştir. Mahkeme, ilgili maddenin yayın lisansı alınması yükümlülüğünü düzenleyen ilk dört fıkrasını ayrı, yönetmelik çıkarılmasına ilişkin beşinci fıkrayı ise ayrı değerlendirmiştir. Yayın lisansı alınmasına ilişkin hükümlerin anayasaya aykırı olmadığı kararı oybirliği ile verilmiştir. Mahkeme, anayasanın 26. maddesinde radyo ve televizyon yayınlarının izin şartına bağlanabileceğini öngörülen kurala atıf yaparak yasama organının bu konuda takdir yetkisi olduğunu belirtmekle yetinmiştir. Ancak dava dilekçesinde dayanılan, radyo ve televizyon yayınlarının izin sistemine bağlanmasının nedeninin yayın yapılacak frekans sayısının sınırlı olması ve sınırlı frekans sayısının eşitlik ve hakkaniyet ilkelerine göre kullanılmasını sağlamak olduğu, gelişen teknoloji ile ortaya çıkan kablolu yayın ve uydu yayını gibi olanaklarla frekans kıtlığı sorununun önemli ölçüde ortadan kalktığı, bu durumun internet yayınları için ise hiçbir şekilde söz konusu olmadığı, sınırsız sayıda alan adı alma imkanı bulunduğu yönündeki iddiaları ise değerlendirmemiştir. Aynı şekilde kanun gerekçesinde yer alan vergi toplama amacının ifade özgürlüğünü sınırlandırma nedeni olamayacağı yönündeki iddialara da cevap verilmemiştir. 

Radyo ve televizyonların yayınlarının sunumu, iletimi, lisans alma, yayınların denetimi ve maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esasların RTÜK ve BTK tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenmesini öngören fıkranın ise oy çokluğu ile anayasaya aykırı olmadığına karar verilmiştir. Karara muhalif kalan beş üye temel haklara sınırlama getiren kuralların kanunda temel ilkeleri belirlemeden düzenleme yapma yetkisinin yönetmeliğe bırakılmasının yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu ve temel hakların kanunla sınırlandırılması ilkesine aykırı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çoğunluk ise kuralın Anayasaya aykırı olmadığını belirtmekle yetinmiştir. Bu karardan sonra ancak internet üzerinden yayın yapan muhalif radyo ve televizyon kanallarının RTÜK baskısı altına gireceği ve başta lisans taleplerinin cevaplandırılmaması ya da reddedilmesi olmak üzere çeşitli baskılarla karşı karşıya kalacağı açıktır.  

Pandemide Yalnız Kalanlar

Türkiye pandemi sürecine çok zor bir süreçte başlamıştı. 2019 yılı içinde, bir önceki yıl yaşanan kur şoku atlatılamamış bir de üstüne bütçe açığı, cari açık gibi problemler eklenerek gelmişti. Sonrasında ise COVID-19 virüsü ve pandemi süreci Türkiye ekonomisini tamamen derin bir uçuruma sürüklemeye başladı. Pandemi sürecinde hastalığın yayılımının engellenmesi için birçok ülke kapanma tedbirleri uygulamaya başladı. Türkiye de diğer ülkelere gibi kapanma tedbirlerini ara ara hayata geçirdi. Fakat Türkiye ekonomisi bu kapanma süreçlerinden büyük yaralar alarak çıktı. Türkiye için 2020 yılının mart ayında başlayan bu süreç 2021 yılında da hız kesmeden devam ediyor. En son ilan edilen iki haftalık sokağa çıkma kısıtlaması öncesinde, esnafa ve gündelik kazançla hayatını sürdürmeye çalışan insanlara somut destekler açıklanmadı. Açıklanan destek paketleri [stimulus package] aslında hep destek paketi olmaktan uzaktı. Çünkü Türkiye ekonomisinin bu destekleri sağlayacak kurşunları tek tek sıkılmıştı. Daha önce bültenlerimizde bahsettiğimiz Merkez Bankası rezervlerinin eritilmesinden çok yüksek miktarlarda garantiler verilen yap-işlet-devret modeliyle uygulanan projelerin bütçe üzerinde yaptığı baskıya kadar doğrudan veya dolaylı olarak çok fazla negatif etken hükümetin insanlara yardım etmesinin önünde büyük engel oluşturdu.

Devletler yaptıkları bu yardımları vatandaşlarından aldıkları vergiler ile finanse etmektedirler ve bu sınırlı kaynağı olabildiğince verimli kullanmaktan sorumludurlar. Fakat biz hem Merkez Bankası rezervi meselesinde hem de bir açılıp bir kapanan ekonominin çarklarının yağlanması meselesinde bu kaynakların verimli kullanılması bir kenara, neredeyse hiç kullanılmamış olduğunu görüyoruz. Zira merkezi bütçede veya diğer kurumların ve fonların kasasında bulunan kaynakların daha COVID-19 gelmeden verimsiz bir biçimde kullanıldığı kısa süre içinde anlaşıldı. 

Türkiye’nin esnafını, emekçisini nasıl mağdur ettiği belki de çok uzun bir yazının konusu. Fakat Erdoğan dün açıkladığı destek paketi ve açıklanması muhtemel kredi (!) paketi bununla ilgili. Geçtiğimiz gün Erdoğan hizmet sektöründeki bazı iş kollarına bir defaya mahsus olmak üzere 5000 TL ve 3000 TL destek verileceğini açıkladı. 5000 TL alacak grup içinde kahvehaneler, kıraathaneler vb. işyerleri bulunuyor. 3000 TL’lik desteğin verileceği grupta ise tesisatçı, müzisyen vs. birbirinden farklı birçok grup bulunuyor. Bu destekler ise sadece 1 defaya mahsus olarak verilecek. Çok uzun süredir işyerleri kapalı olan, çalışma ortamından kopmuş insanlara yapılan bu yardımın miktarı Türkiye ekonomisinin büyüklüğünü göz önünde bulundurduğumuzda komik bir seviyede olduğunu görüyoruz. Tüm bu yardımların toplamı ancak 4 milyar 602 milyon TL olarak karşımıza çıkıyor. Fakat bu yardımların bir özelliği var; bunlar devletin (!) hibe ettiği yardımlar.

Tüm dünyada özellikle hizmet sektöründeki esnaflar pandemi ve sebep olduğu kapanmalar nedeniyle çok zor günler geçiriyor. İlerleyen dönemde büyük sorunlara yol açacak olan parasal genişleme mekanizmalarıyla bu sorunlar aşılmaya çalışılıyor. Türkiye gibi pandemiye kötü ekonomik koşullarda yakalanan ülkelerde ise ne parasal genişleme ne de yetersiz hükümet destekleri kalıcı bir çözüm sunuyor. Son açıklanan zayıf destek paketi ise bunun göstergesi. 

Devletin Alkol Politikalarını İzleme Platformu 

Türkiye hükümeti 30 Nisan’da yasal bir dayanak ve mantıksal gerekçe olmaksızın alkollü içkilerin satışına yönelik genel bir yasak koymaya çalıştı. Hükümetin koymuş olduğu bu yasak 17 Mayıs’ta kaldırıldı. 2013’ten bugüne uygulanan yüksek vergi oranları ve kısıtlayıcı alkol politikaları ile birlikte düşünüldüğünde, pandemi döneminde alkollü içkilerin satışının  yasaklanması vatandaşlar tarafından hükümetin “yasam tarzına müdahalesi” oluşturmaya yönelik uzun dönemli bir planın parçası olarak değerlendirildi. Yasağa karşı hukukçular, gazeteciler, STK’lar, tekel bayi sahipleri, içki şirketleri ve sosyal medya kullanıcılarından oluşan geniş bir muhalefet çok ciddi eleştiriler getirdiler ve hükümetin filli yasağına uymayacaklarını açıkladılar.

Özgürlük Araştırmaları Derneği’nin ‘Türkiye Alkol Politikaları İzleme’ başlıklı son girişimi, yasağa karşı çok geniş çaplı bir dijital kampanya yürüttü ve vatandaşları fiili alkol yasağına uymamaya davet etti. Kampanya sosyal medyada 4 milyondan fazla kişiye ulaştı ve birçok televizyon kanalı ve gazetede yer aldı. Siyasi partilerin çoğunlukla muhafazakarlardan oluşan bir toplumda içki yasağına karşı endişelerini dile getirmekten imtina ettikleri bir ortamda, sivil bir girişim oldukça başarılı bir şekilde dijital bir kampanya yürüttü. Bunun sonucunda ise fiili yasağın ortadan kalkmasında ciddi bir pay sahibi oldu ve alkollü içkilerin satışını 7 Mayıs’a kadar mümkün kıldı.

Yeni STK yasasından sonra (diğer bir adıyla Kitle İmha Silahlarının Finansmanının ve Yayılmasının Önlenmesi Yasası) sivil toplum kuruluşları endişeye kapıldı ve yeni düzenlemelerin sivil toplumu tehdit ettiğini savundular. Buna ek olarak, içki yasağına karşı yürütülen kampanyada sivil toplum örgütleri siyasi partiler tarafından hükümete karşı yalnız bırakıldılar. Bu yasa, Türkiye’de sivil toplumun varlığını tehdit eden bir düzenlemenin ardından hukukun üstünlüğünün aşınmasına ve insan hakları ihlallerine karşı sivil toplumun gücünü ve dayanışmasını ortaya koyması için çok önemli bir fırsat yarattı. Sivil toplum örgütlerinin ve toplumsal muhalefetin içki yasaklarına yönelik direncine karşı, hükümet içki satışına yeni bir yasak koymaya çalışsa da bu konuda 7 Mayıs’a kadar başarılı olamadı. Hükümet 7 Mayıs’ta yeni bir karar yayınlayarak, tam kapanma sürecinde gerekli olmayan tüm ürünlerin satışına yasak getirdi. Yeni yasağın arkasındaki mantıksal gerekçe ise süpermarketlerde yoğunluğun azaltılması ve oluşabilecek hâksiz rekabetin önüne geçmek olarak bildirildi. Fakat, vatandaşlar tarafından bu yasağın içki satışının önüne geçebilmek için hükümet tarafından ortaya konan yeni bir hamle olduğu konusunda bir uzlaşı oluştu. 

Hükümetin, alkollü içki satışını fiili bir kararla değil, ancak hukuki bir kararla yasaklayabileceğini hatırlaması tüm bu süreçte en önemli kazanım olarak ortada duruyor. Yasal dayanağı olmaksızın temel bir özgürlüğün kısıtlanması Türkiye gibi temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği bir ülkede dahi kabul edilemez. 17 Mayıs’tan sonra diğer tüm gerekli olmayan ürünler gibi alkollü içki satışı hukuken mümkün olmakla birlikte, hükümetin alkollü içkilere yönelik kısıtlayıcı politikalarının devam edeceği anlaşılıyor. Dolayısıyla, hükümet ve toplumsal muhalefet ve sivil toplum örgütleri arasında mücadelenin daha uzun sure gündemde kalması bekleniyor.

Önceki İçerikÖzgürlük Gündemi Sayi 12
Sonraki İçerikRöportaj: Türkiye Tekel Bayileri Platformu Başkanı Özgür Aybaş