Özgürlük GündemiYayınlar

Özgürlük Gündemi Sayı 33

Editörden,

Seçim ‘’sath-ı maili’’ne girilmesiyle birlikte siyasî partilerin iktidar yarışında izleyecekleri stratejiler ve seçim kampanyalarının alacağı şekil belirginleşmeye başladı. İktidar-muhalefet ilişkileri gerilimini korurken, siyasî partiler ve blokların arasında ve her iki bloğun kendi içinde hareketlilikler artmaya başladı. Seçim sonucuna etkisi bakımından en önemlisi de partiler arasında destek ve ittifak arayışlarının gündemin ön sıralarına yerleşmesi oldu.

Meral Akşener’in muhalefet bloğu içinde kısa süreli bir krize yol açan malum çıkışından sonra Altılı Masa kendisini tekrar konsolide etmeyi başardı. Bu arada, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Altılı Masa’nın cumhurbaşkanı adayı olduğunun kesinleşmesini, Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığının destekleneceğine dair HDP tarafından gelen mesajlar gizledi. Yine de, AKP-MHP iktidarının tamamen sonunu getirebilmek bakımından çok önemli olan muhalefetteki bu ikinci büyük partinin Altılı Masa’ya katılması sağlanabilmiş değil. Çünkü, İYİ Parti bilinen ideolojik nedenlerle HDP’nin bu ittifaka katılmasına kesinlikle karşı olduğu gibi, HDP de İYİ Parti’yle aynı blokta yer almaya hiç istekli değil.

Buna karşılık, yasama meclisi seçimleri bakımından HDP’nin başını çektiği başka bir blok, Emek ve Özgürlük İttifakı oluşturuldu. Bu arada, iktidar kanadı da dinci eğilimleri öne çıkan ve birinin şiddet eylemcisi bir eski örgütle geçmişi bulunan iki yeni katılımla koalisyonunu çok az da olsa genişletmiş görünüyor. Fakat, ilginç bir şekilde iktidar bloğu cumhurbaşkanı adayını henüz resmen açıklamış değil. Yine de, Anayasaya açıkça aykırı olsa da, Cumhur İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayının Tayyip Erdoğan olması en kuvvetli ihtimal olarak görünüyor.

Bu arada, siyasî iktidar giderayak hukuku zorlamaya devam ediyor. Hükûmet deprem nedeniyle olağanüstü hal ilân edilmiş olan bölgede ihtiyaç duyulan hukukî düzenlemeleri genellikle olağanüstü hal cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yapmayı tercih etmektedir. Bu meyanda çıkarılan birçok kararname arasında 24 Şubat tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan olağanüstü hal cumhurbaşkanlığı kararnamesi, afetin sonuçlarıyla baş etmede ağırlıklı bir yere sahip olması bakımından olduğu kadar, uzun dönemli olacak olan etkileri bakımından da hukukî olarak özel önem taşımaktadır.

‘’Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin’’ olan bu kararnameyle afet bölgesinde yıkılan şehirlerin yeniden inşası ve milyonlarca insanın kalıcı iskânlarının sağlanması amaçlanmaktadır. Fakat, aşağıda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, bu kararnamenin Anayasaya uygunluğu kuşkuludur. Anayasa gerçi Cumhurbaşkanına olağanüstü hallerde olağanüstü halin gerektirdiği konularda kararname çıkarma yetkisi vermektedir, ama bu kararnamelerle olağan dönemlerdeki hukukî ilişkileri etkileyecek kurallar konması Anayasaya ve hukukun genel ilkelerine aykırıdır. Bu meselenin siyasî iktidar tarafından kapalı kapılar ardında kararlaştırılarak bir oldu-bittiye getirilmek suretiyle halledilmeye çalışılması için de benzer bir durum söz konusudur. Böyle bir girişim ‘’demokratik toplum’’ anlayışıyla bağdaşmadığı gibi, yarattığı sonuç bakımından da telâfisi imkânsız zararlar da doğurmaya adaydır.

Bu arada, Türkiye’nin çoktandır AKP-MHP ittifakı tarafından içinde sürüklenmiş olduğu çok boyutlu kirizinin aşılması ve ülkenin temel sorunlarının üstesinden gelinmesi yönünde gelişmeler olmak şöyle dursun, ülke her geçen gün daha da batağa saplanmaktadır. Bu seçim kampanyasının da sorunları artıracağı söylenebilir. En başta, toplumun çoğunluğunu yoksullaştıran ve onları geçim derdine düşüren ekonomik krizde maalesef hiçbir iyileşme emaresi görülmüyor. Türkiye’nin zaten kırılgan olan ekonomisindeki sorunlar, deprem felâketinin eklediği yeni sorunların ve erken emeklilik düzenlemesinin de etkisiyle, yoğunluğu artarak devam ediyor. Nitekim, iktisadî hayatla ilgili son verilere göre, bir yandan carî açık, öbür yandan bütçe açığı gitgide artmakta, bu arada enflasyonun düşürülmesinde de henüz kayda değer bir olumlu sonuç elde edilememiştir. Öte yandan, hükûmet ekonomide ve hukukta ‘’oyunun kuralları’’nı sürekli olarak değiştirmek suretiyle yarattığı güvensizlik yüzünden, Türkiye dışarıdan yatırım sermayesi de çekemiyor.

Son olarak, yaşadığımız deprem felâketi gösterdi ki, Türkiye’nin zaten pek de elverişli olmayan bir siyasî ve hukukî zeminde çalışmak durumunda olan sivil toplum örgütleri, üzerlerindeki baskılara rağmen, ‘’sivil’’ olana sahip çıkmaktadır ve bu konularda hükümetten ve kamu kuruluşlarından daha etkili olabilmektedir. AKP-MHP iktidarı ise sivil toplum inisiyatiflerinin en son deprem felâketinin yaralarını sarma konusunda gösterdikleri başarıyı, öncelikle kendi beceriksizliğinin görülmesini sağladığından, kendisine bir tehdit olarak görmekte ve onları engellemeye ve baskı altına almaya çalışmaktadır. Esasen, bu iktidar kendi güdümünde olmayan herhangi bir oluşuma ve etkinliğe iyi gözle bakmadığı için, kısmen de olsa özerk ve canlı bir sivil toplumun varlığına temelden karşıdır.

Gelecek sayıda buluşmak üzere, esen kalın.

* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan 

OHAL Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Şehirlerin Yeniden İnşası Düzenlenebilir mi?

6 Şubat’ta meydana gelen ve 11 ili etkileyen depremlerde 520.000 bağımsız bölümden oluşan yaklaşık 165.000 binanın yıkıldığı ya da ağır hasar aldığı açıklanmıştır. Özellikle Hatay, Kahramanmaraş ve Adıyaman başta olmak üzere şehirlerin yeniden inşası ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu nedenle en az üç milyon insanın acilen geçici barınmalarının sağlanması, kalıcı iskanlarının planlanması ve depremzedelerin çok geç olmadan hayatlarının normale döndürülmesi gerekmektedir.

Cumhurbaşkanı depremin ardından 11 ili kapsayan bölgede üç ay süreyle olağanüstü hâl ilan etmiş ve bu karar TBMM tarafından onaylanmıştır. Bu çerçevede de Cumhurbaşkanı pek çok OHAL Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çıkarmıştır. 24 Şubat 2023 tarihli Resmî Gazetede yayımlanan 126 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi[1] olağanüstü hâl bölgesinde afetten etkilenenlerin geçici veya kesin iskân alanlarının nasıl belirleneceğini ve yerleşim yerlerinin nasıl inşa edileceğini düzenlemektedir. Bu Kararnameye göre, İmar Kanunu’nda öngörülen kurallara uyulmaksızın geçici ve kesin iskân alanları doğrudan Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığınca tespit edilebilecektir. Bu alanlarda mera ya da orman bulunması halinde ilgili kanunlarda yer alan kısıtlamalara uyulmaksızın buralar yerleşime açılabilecektir. Tespit edilen alanlarda daha önce tanınmış maden ve turizm işletmeciliğine ilişkin haklar kendiliğinden sona erecek, kamu kurumlarına ait taşınmazlar doğrudan Bakanlık veya Toplu Konut İdaresi adına tescil edilecek, özel mülkiyetteki taşınmazlar acele kamulaştırmaya tabi tutulacaktır.

Burada tartışılması gereken temel mesele, bir OHAL Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle (OHALCBK) kalıcı iskân yerlerinin belirlenmesi ve inşasına ilişkin düzenleme yapılıp yapılamayacağıdır. Anayasanın 119/6. maddesine göre “olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda” OHAL CBK’sı çıkarılabilir. Ancak, depremde büyük ölçüde hasar gören Hatay gibi bir ilin yeni şehir planının İmar Kanunu’nda öngörülen süreçlere uyulmaksızın doğrudan bakanlıkça yapılıp yürürlüğe konulması ve bu plan çerçevesinde acilen inşaatlara başlanmasının “olağanüstü halin gerekli kıldığı” bir konu olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Zira, OHAL CBK’ları ile olağanüstü halin süresini aşan kuralların da konulamaması gerekir. Ayrıca, bir şehrin nereye kurulacağının tespitinin yanı sıra şehrin planının nasıl olması gerektiği de demokratik ve katılımcı bir süreçle kararlaştırılması gereken bir konudur. Şehrin gelecek yüzyıllarını belirleyecek bir kararın yoğun bilimsel inceleme ve analizlere, çeşitli toplumsal kesimlerin ve çıkar gruplarının talep ve görüşlerine göre tartışma ve müzakere süreçleri sonunda kararlaştırılması gerekirken, planlar kamuoyuna açıklanmadan, hiçbir talep ve itiraz imkânı tanınmadan aceleyle inşaatlara başlanmasının geri dönülemez sonuçları olacağı açıktır. 

Ayrıca Anayasaya aykırı bir şekilde orman ve mera alanlarının yapılaşmaya açılması da mümkün değildir. Diğer taraftan özel mülkiyetteki taşınmazlar acele kamulaştırmaya tabi tutulacak, kamulaştırma bedelleri konusunda çıkacak uyuşmazlıkların çözümü uzun yıllar alacaktır. Aynı şekilde iskân alanı olarak belirlenen yerlerde daha önce tanınmış olan bütün haklar kendiliğinden sona erecektir. Bütün bu düzenlemelerin mülkiyet hakkı ihlallerine neden olması kaçınılmazdır.

Ne var ki Anayasanın 148. maddesi OHAL CBK’larına karşı iptal davası açma yolunu kapatmıştır. Anayasa Mahkemesi daha önce 1991 yılında OHAL KHK’larına karşı açılan davalarda, bir OHAL Kanun Hükmünde Kararnamesi’nin olağanüstü halin gerekleri ile sınırlı olup olmadığını denetleyebileceğine karar vermişken, 2016 yılında bu içtihadından dönmüş ve adında OHAL geçen KHK’ları hiçbir şekilde denetleyemeyeceğine karar vermiştir. AYM aynı içtihada muhtemelen OHAL CBK’ları için de bağlı kalacaktır. Bu durumda ancak CBK’lar TBMM’de kabul edildikten sonra anayasallık denetimine tabi tutulabilecektir. Anayasaya göre OHAL CBK’larının TBMM’de en geç üç ay içinde görüşülmesi gerekmektedir. Bu süre içinde onaylandıktan sonra açılacak davalarda ise AYM’nin ne kadar sürede karar vereceğini öngörmek mümkün değildir. Olağanüstü hal CBK’larının denetimsizliği ağır insan hakları ihlallerine ve geri dönülemez toplumsal zararlara neden olacaktır.

Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu

Seçim İttifakları Oluşuyor

Cumhurbaşkanı Erdoğan seçimlerin 14 Mayıs 2023’te gerçekleştirilmesi kararını aldı. Daha önceki bültenlerde belirttiğimiz gibi, Erdoğan’ın 3. kez cumhurbaşkanı adayı olmasının anayasaya aykırılık teşkil ettiği tekrar vurgulanması gerekir. Ne var ki, hükümetin başta Yüksek Seçim Kurulu olmak üzere yargı kurumları üzerindeki bilinen nüfuzu ve muhalefet partilerinin seçimlerde kendine duyduğu güven nedeniyle olsa gerek, siyasî iktidar bu aykırılığı önemsemediği gibi, muhalefet te bu durumun üstüne pek gitmedi. Hukukçuların itirazları ise gündemde gereken ilgiyi çekmedi ve kamuoyu seçimlere odaklandı. Seçim takviminin açıklanmasıyla birlikte bütün partiler seçimlerde başarı elde etmek için çeşitli ittifak arayışlarına ve bulundukları ittifak içinde stratejik müzakerelere giriştiler.

İlk olarak, İYİ Parti lideri Meral Akşener’in Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığına karşı çıkmasının yol açtığı Millet İttifakı’ndaki kısa süreli çatlağı ‘’Altılı Masa’’nın dağılacağına yoran muhalefet seçmenleri bir an için bir karamsarlığa sürüklenir gibi olduysa da, yapılan temas ve görüşmeler sonunda Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı seçilmesi üzerinde anlaşmaya varılarak Akşener’in Masa’ya dönmesi sağlandı. Her ne kadar Cumhurbaşkanı adayı konusu uzlaşı ile çözüldüyse de, Millet İttifak’ın milletvekilliği seçimine ortak liste ile mi gireceği, yoksa son dönemde konuşulduğu gibi Saadet, Gelecek ve Deva partilerinin ayrı bir liste ile mi gireceği, bu listelerde partiler arası dağılımın nasıl olacağı konusu hala netliğe kavuşmuş değil.

Öte yandan, Millet İttifakı’ndaki parti sayısı netleşmiş olmasına karşın, Cumhur İttifakı’nın başka partileri de ittifaka dahil etme çabası içinde olduğunu gözlemliyoruz. Cumhur İttifakı Yeniden Refah Partisi ve HÜDA-PAR ile görüşmelere devam etmektedir. Bu iki siyasal İslamcı partinin ittifakın ideolojik ortalamasını daha da sağa kaydıracak olması, özellikle Hizbullah ile yakınlığı bilinen HÜDA-PAR’ın varlığı kamuoyu tarafından sorgulanır hale geldi.

Bu arada, başta HDP ve TİP olmak üzere olmak üzere altı parti seçimlere Emek ve Özgürlük İttifakı olarak gireceklerini açıkladı ve İttifak partilerinin her birinin kendi isim ve logolarıyla seçimlere girebileceği konusunda uzlaşıya varıldı. Seçimlerden önce kapatılma korkusu yaşayan HDP’nin ise kapatılması durumunda bütün şehirlerde Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nden adaylarını göstereceği konuşuluyor. Ayrıca, Emek ve Özgürlük İttifakının bazı üyelerinin cumhurbaşkanlığı seçiminde Kılıçdaroğlu’nu desteklediklerini açıklamalarının ardından İttifak olarak destek açıklamasının gelmesi bekleniyor.  

Son olarak, Cumhurbaşkanı adaylığını açıklayan Muharrem İnce’nin adaylığının Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilme ihtimalini azaltıp azaltmayacağıyla ilgili tartışmalar da devam ediyor. Bu arada, İnce’nin kamuoyundan gelen baskıya dayanamayıp sonunda Kılıçdaroğlu’na desteğini açıklaması beklenmektedir.

Böylece siyasi partiler arasındaki etkileşim ve müzakere temposunun artması Türkiye demokrasisi açısından önemli. Bunun seçim süreci boyunca devam etmesi ve daha da önemli olarak hükümet ya da yargı kurumlarının seçim sürecinde ve sonrasında demokratik işleyişe müdahale etmemesi  umulmaktadır.   

Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi

Rekor Cari Açık ve TCMB Rezervi

Türkiye ekonomisi bu hafta iki önemli veride rekor kırdı. Keşke bu veriler Türkiye ekonomisi için olumlu sayılabilecek veriler olsaydı. Fakat hem cari açık hem bütçe açığı, tasarruf açığı olan Türkiye gibi bir ülkede hiç de hoş karşılanmaz. Zaten neredeyse tüm ekonomik analizlerde “kırılgan” [fragile] olarak anılan Türkiye ekonomisi, “Türkiye ekonomi modeli” sayesinde gitgide daha da kırılgan hale geliyor.

12 Mart’ta açıklanan verilere göre Ocak ayı cari işlemler dengesi geçen yılın aynı dönemine göre cari açık ciddi miktarda artış göstererek 9 milyar 849 milyon dolar oldu ve aylık bazda rekor kırdı. Bu şekilde 12 aylık cari açık 51,7 milyar dolara yükseldi. Halbuki geçen yılın Ocak ayında cari açık 6 milyar 889 milyon dolardı. Bununla birlikte, cari açık için öncü gösterge olan dış ticaret verileri Şubat ayında dış ticaret açığının yükseleceğini gösteriyor. Bu ise yıllık cari açığın daha da yükseleceğini işaret ediyor. Bu noktada büyük bir başarısızlığa ulaşmış “Türkiye ekonomi modeli”ne yapılan eleştirilerin haklı çıktığını vurgulamak gerekiyor. Çünkü bu model ilk duyurulduğunda dış ticaret açığını düşürücü etki yapacağı söylenmişti, oysa dış ticaret açığı düşmek bir yana tam tersine sürekli arttı.

Modelin başarısız olmasının altındaki sebeplere baktığımızda ise bunların ekonomik değil siyasal sebepler olduğunu net bir şekilde görebiliyoruz. Çünkü öne sürülen modelin başarılı olması için gerekli şartlar yerine getirilirse hükümet oy kaybına uğrayacağını düşünüyor. Bu şartlara kısaca bakalım:

Modelin başarıya ulaşması için Türkiye’de üretilen malların yurtdışındaki müşteriler için ucuz hale gelmesi lazım. Bunun için de Türk Lirasının en az enflasyon kadar sürekli değer kaybetmesi gerekiyor. Böylece ihracatın artacağı umuluyor. Fakat hükümet USD/TRY kurunu 19 TL altında tutmak için çok büyük çaba sarf ediyor. Bu da Türk Lirasının enflasyon etkisiyle diğer para birimlerine karşı değerli olmasına neden oluyor. Bu nedenle ihracat artsa da ithalat ihracattan daha fazla artıyor. Yani modelin en temel dayanağı çöküyor.

Peki, neden hükümet doların değerinin artmasını istemiyor? Doların değeri seçmenlerin ekonomik oy verme davranışını ciddi oranda etkiliyor. Dolar fiyatı uzun yıllardır enflasyonun habercisi olarak görülüyor Türkiye’de. Çünkü, Türkiye çok uzun zamandır dış ticaret açığı veren bir ülke. Doların artışı dışarıdan gelecek malların (özellikle tüketim açısından simgesel öneme de sahip olan elektronik gereçler ve taşıtların) fiyatını artıracağı için enflasyon endişesi tüketim miktarlarında azalma olacağı için seçmende hükümete karşı negatif bir bakış oluşmasına sebep oluyor.

Rekor Bütçe Açığı ve Deprem Vergisi

Rekor cari açıktan sadece birkaç gün sonra Şubat ayı bütçe rakamları açıklandı. Türkiye bir rekor daha kırdı: Merkezi yönetim bütçesi açığı aylık bazda tam 170,6 milyar TL olarak gerçekleşti. Böylece 12 aylık bütçe açığı 441, 6 milyar TL’ye yükselmiş oldu. Burada en dikkat çekici nokta faizler konusunda yaşandı. Faiz giderlerini dışarıda bıraktığımızda geçen senenin aynı döneminde 113,4 milyar TL fazla veren bütçe bu dönem 136,3 milyar TL açık verdi. Yani merkezi yönetim geçen senenin aynı dönemine göre yaklaşık 250 milyar TL daha fazla harcama yaptı.

Bilindiği üzere Türkiye büyük bir deprem yaşadı. Bu harcamaların bir kısmının deprem nedeniyle harcanan paralar olduğunu varsaymak yanlış olmaz. Ama bu kadar yüksek bir harcamanın tamamının depremin yaralarını sarmak için yapıldığını söylemek mümkün değil. Nitekim harcama kalemlerine bakıldığında bütçe harcamalarının büyük kısmının cari transferler ve kamu iktisadi teşekküllerine yapılan transferleri yukarı çektiğini görüyoruz.

Deprem nedeniyle bu açığın daha da yükseleceğini söylemek yanlış olmaz. Öte yandan bütçe açığını yükseltecek erken emeklilik yasası (EYT), memur-emekli maaş zamlarının enflasyonun üzerinde artırılması vb. seçim yatırımı sayılabilecek harcamaların etkisini henüz tam olarak görmüş değiliz. İlerleyen dönemde bunların etkisini daha net olarak hissedeceğiz bütçe açığında. Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati’nin verdiği rakamlara göre EYT, zamlar, asgari ücret sübvansiyonları, elektrik-doğalgaz sübvansiyonları gibi harcamaların bütçeye maliyeti bu sene bir trilyon TL’ye ulaşacak. Üstüne bir de deprem nedeniyle yapılması gereken harcamalar eklenecek.

Tüm bu karmaşanın içerisinde hükümet AR-GE vb. katma değerli yatırımlar yapan firmalara sağladığı vergi avantajlarının bir kısmını kaldırdı. Yani bir nevi ek vergi getirdi. Tabii bu gibi durumlarda ek vergiler koymak hükümetlerin birincil tercihleri. Toplumsal yaraların sarılması, afetlerin yol açtığı yıkımın giderilmesi için tabii tüm vatandaşlar elini taşın altına koymalı. Nitekim Türkiye’de de yardım kampanyaları yapıldı ve deprem bölgesine aktarılmak üzere ciddî miktarda meblâğ toplandı. Fakat sadece erken emeklilik düzenlemesinin bütçeye getireceği yükün bile 250 milyar TL’yi geçtiği bir ortamda getirilen ek verginin sağlayacağı 100 milyar TL’lik gelirin ne anlamı olabilir! Türkiye maalesef günübirlik siyasi kazançları uzun vadeli kazançlara tercih ediyor. Vatandaşın menfaatiyle hükümetin menfaati git gide ayrışıyor. Ayrıca kırılgan bir ekonomiye sahip olduğu için de, yaşanan her felakette çok büyük kural değişikliklerine gidiyor. Bu yüzden de çok ihtiyacı olan uluslararası yatırımların adresi olma vasfını kazanamıyor.

* Enes Özkan – Ekonomist, İstanbul Üniversitesi

Deprem Sonrası Sivil Toplum ve Artan Baskılar

Deprem sonrası sivil topluma baskılar, çoğunlukla afetzedelerin ihtiyaçlarının karşılanması ve toplumsal düzenin yeniden oluşturulması için çalışan sivil toplum örgütleri üzerinde yoğunlaştı ve hala sürüyor.

Afetzedelerin ihtiyaçlarının hızlı ve etkili bir şekilde karşılanması için sivil toplum örgütleri, hükümetin yetersiz kaldığı arama kurtarma çalışmaları ve acil temel ihtiyaçların karşılanmasında nispeten hızlı ve etkili girişimlerde bulundu. Ancak, bölgeden gelen haberler gösteriyor ki sivil toplum örgütlerinin çalışmaları hükümetin çıkarlarına, özellikle Hükümetin ‘reklamlarına’ ters düştüğü için sistematik şekilde engelleniyor ve sonlandırılıyor.[2]

Bununla birlikte, sivil toplum örgütleri, afetzedelerin haklarını savunmaya devam etmek için Whatsapp ve Twitter üzerinden örgütlenerek afetzedelerin haklarını aramaya ve yardım kampanyaları organize etmeye devam ediyorlar. Bu süreçte arama kurtarma çalışmalarının sona ermesi ile, sivil toplum kuruluşları, ulusal ve uluslararası kaynaklardan aldıkları desteklerle toplumsal hayatın yeniden oluşturulması için çalışmalara başladılar.[3]

Deprem sonrasında, sivil toplumun güçlü ve örgütlü bir şekilde hareket ettiğine şahit olduk. Bu süreçte, detaylı bir yardım ve dayanışma kampanyası başlatıldı. Elbette, yardımların koordinasyonuyla ilgili bazı zorluklar yaşandı; ancak farklı konularda uzmanlaşmış sivil toplum kuruluşları, örneğin hayvan, kadın, LGBT+, yaşlı, engelli, öğrenciler gibi kategorilere ayrılmış olanlar da dahil olmak üzere, toplumun hiçbir kesiminin geride kalmaması için yoğun bir yardımlaşma ve örgütlenme dönemi yaşandı.[4]

Seçim atmosferinin başlamasıyla birlikte, İstanbul’da meydana gelebilecek bir depreme hazırlıklı olup olmadığımız konusunda yapılan siyasi açıklamaların sayısı azalmaya başladı. Ancak İstanbullu sivil toplum kuruluşları, bu konuda farkındalıklarını seçim sürecinde de yüksek tutmaya çalışarak bir çağrıda bulundu. Afete Karşı Semt Dernekleri ve Dayanışma İnisiyatifleri Koordinasyonu (AKİK) adlı 27 sivil toplum kuruluşu, “Mevcut iktidar ve parlamentonun deprem meselesine ilgi göstermediğini ve İstanbulluların adeta kaderlerine terk edildiğini” savundu. AKİK, aydın ve yazarları da “Topluma öncülük etmesi gerekenler herhalde, kendilerinin depreme dayanıklı konutlarda ikamet etmesinden hareketle olacak ki anlaşılmaz bir bencillikle İstanbulluyu bekleyen bu büyük tehlike karşısında ‘oralı’ olmadılar” ifadeleriyle eleştirdi. AKİK, İstanbul depremine üç yıl daha yaklaşıldığını ve insanların çaresizliğinin her geçen gün arttığını belirterek, depreme çözüm olması amacıyla bir öneri listesi sundu.[5]

Son dönemde, Kızılay ve AFAD’a duyulan güvensizlik giderek artmakta ve kamuoyunda açıkça dile getirilmektedir. AFAD’ın kendi itibarını korumak adına diğer sivil toplum kuruluşlarını deprem bölgesinden uzaklaştırdığına dair haberler basında sıklıkla yer almaktadır. Bu haberlere göre, diğer sivil toplum kuruluşları tarafından önceden kurulmuş olan çadır kentler, AFAD’ın yeni çadır kentleri kuracağı gerekçesiyle kaldırılmış ve afetzedeler, bir kez daha bu çadırlardan tahliye edilerek AFAD’ın yeni çadırlarına taşınmaya zorlanmıştır. Kolluk kuvvetleri de “Burada AFAD dışında, devlet dışında bir su bile dağıtılamaz” şeklinde açıklamalar yaparak, gönüllüler üzerinde baskı kurmuştur.

Deprem sonrası alınan yüksek bağış miktarı nedeniyle, AHBAP Derneği hükümet çevrelerinin dikkatini çekti ve sosyal medya trolleri aracılığıyla dernek şeffaf olmamakla eleştirildi ve sahte fotoğraf ve haberlerle itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Bu eleştirilerin bazılarına yakından bakmak gerekmektedir. AHBAP, farklı toplumsal sorunlara düzenli olarak yüksek miktarda bağış toplayan bir kuruluştur ve son denetimi 2018 yılında gerçekleştirilmiştir. Yaşanan deprem sonrasında AHBAP’ın çadır ve konserve ihtiyaçlarını Kızılay’dan satın aldığı bilgisiyle birlikte düşünüldüğünde, AHBAP’ın neden daha sık denetlenmediği konusu ele alınabilir. Bu nedenle, AHBAP topladığı bağışlarla yapacağı yardımların malzemelerini artık kapasitesini yitirmiş ve yönetimi büyük oranda yolsuzlaşmış olan Hükümet yanlısı bir kurumdan temin ederek, bağışların yine hükümet çevrelerine gitmesine neden olmuştur.[6] Son olarak, yaklaşan seçimlerde AKP hükümetinin kazanması durumunda, deprem sonrası bağış toplayan ve yardım kampanyaları düzenleyen sivil toplum kuruluşları, 7262 Sayılı kanun kapsamında yeni bir denetim dalgasına maruz kalabilirler.

* İsrafil Özkan – Direktör, Özgürlük Araştırmaları Derneği


Kaynakça:

https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=126&MevzuatTur=19&MevzuatTertip=5

https://www.evrensel.net/haber/484939/afad-iskenderunda-gonullulerin-kurdugu-cadirlari-kaldirdi-cadir-degil-konteyner-istiyoruz

3 https://siviltoplumdestek.org/desteklediklerimiz/desteklediklerimiz-2023/
https://twitter.com/gunesasik/status/1627594842099310593?s=20

4 https://www.sivilsayfalar.org/2023/02/20/sivil-toplum-gucu-ve-cesitliligiyle-deprem-bolgesinde/

5 https://bianet.org/bianet/cevre/12468-27-sivil-toplum-kurulusunun-deprem-cagrisi

6 https://ahbap.org/bagimsiz-denetim-raporu
https://www.diken.com.tr/ahbap-kizilay-cadirlari-icin-kdv-de-odemis/

 

 

 

 

 

Shares:

Okumaya Devam Edin

Blog

KAPİTALİZM VE AYDINLAR

Bizim gençliğimizde, kabaca 70’li yıllarda yani, milliyetçi-muhafazakâr kesimlerin siyasî hedeflerinin ve sloganlarının merkezinde ‘’antikomünizm’’ yer alıyordu. Bir kişi veya grubu ‘’komünist’’ olarak yaftaladınız mı bütün sağcılar başkaca bir kanıt aramaksızın