Editörden,

Mayıs ayı ortasında yapılacak olan cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimleri için siyasî partiler ve parti ittifaklarının yürüttüğü kampanyalar sona doğru yaklaşıyor. AKP-MHP ittifakının dürüst ve eşit seçim şartlarını zorlayan ve neredeyse bütün ilgili ahlâkî ilkeleri çiğneye çiğneye yürüttükleri kampanyalara rağmen, seçim süreci ilerledikçe CHP ve İyi Parti’nin başını çektiği Altılı bloğun çifte seçimi kazanma şansı artmaktadır. Bu seçim sürecine, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve partisinin sınır tanımayan bir seçim ekonomisi uygulaması ve yer yer hayal sınırlarını zorlayan, gerçekçilikten uzak vaatler serisi damgasını vurmaktadır.   

Buna paralel olarak, seçim süreci boyunca zaman zaman, iktidar ve muhalefet partileri arasındaki iktidar yarışının adil rekabet şartları altında yürümeyeceğine ilişkin daha önceki tecrübelere dayanan kaygıları doğrulayan kimi olaylar da yaşanmaktadır. Nitekim başta Cumhurbaşkanının kendisi olmak üzere kamusal pozisyonları işgal edenler, hiç te şaşırtıcı olmayan bir şekilde, başta TRT olmak üzere devlet imkânlarını kendilerinden veya partilerinden yana avantaj sağlayacak şekilde hoyratça kullanmaya devam etmektedirler. Bu arada, seçim sürecinin eşitlik ve hakkaniyet içinde yürümesini garanti etmesi gereken Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) da görevini buna uygun olarak yerine getirmeyeceği ve muhtemelen iktidar partilerini kayıracağına ilişkin yaygın beklentiyi doğrulayan kimi gelişmelere de maalesef tanık olunmaktadır.

Bunun en son örneğini, Yüksek Seçim Kurulu’nun aldığı hukuken tartışmalı bir kararla, bakanların görevlerinden resmen ayrılmadan milletvekili adayı olmalarının Anayasaya ve hukuka aykırı olduğu yolundaki muhalefet cenahından gelen itirazları reddetmesinde görmekteyiz. YSK bu arada iktidar temsilcilerinin seçimlerde kullanılacak oy pusulaları üzerindeki ‘’Millet İttifakı’’ ibaresinin çıkarılması yolundaki talebini oyçokluğuyla reddetmiş olmakla beraber, karara muhalif kalan üye sayısının yüksekliği Kurul’da iktidar bloğundan yana güçlü bir eğilimin varlığını korumaya devam ettiğini göstermektedir.

Öte yandan AKP-MHP iktidarı, seçimlere iki haftadan daha az bir süre kalmış olmasına rağmen,  derin bir çıkmaza sokmuş olduğu ekonomiyi düze çıkarma ve yeniden rayına oturtma konusunda hiç bir olumlu işaret vermemektedir. Hatta, şaşırtıcı bir şekilde, iktidar cenahı zaman zaman özellikle dar ve sabit gelirli toplum kesimlerinin hayatını son derece zorlaştıran iktisadî krizin varlığı reddeden veya küçümseyen açıklamalar yapmaktadırlar. İktisadî krizde Merkez Bankasının hükümetten bağımsız olarak hareket edebilen bir idarî otorite olmaktan çıkarılmış olmasının da önemli bir payı var.

Gerçekten de, AKP-MHP yönetimi Merkez Bankası’nın bağımsızlığını kaldırarak onu hükümetin emrindeki sıradan bir araç düzeyine indirmiş bulunmaktadır. Kurumun aşağıda gözden geçirilen para politikasıyla ilgili son kararı bu durumu teyit eden yeni bir örnektir. Bu olay, bağımsız hareket etmesi kendi görev tanımının bir gereği olmasına rağmen, Merkez Bankasının görevini yaparken kendisine yol-gösterici olarak ekonomi disiplininin gereklerini değil de siyasî  iktidarın talimat ve tercihlerini esas aldığını göstermektedir.

Her şeye rağmen umulur ki, 14 Mayıs’ta yapılacak olan seçimler AKP-MHP yönetiminin içine sürüklediği çok yönlü ve derin krizden ülkemizi çıkaracak süreci başlatan bir sonuç getirir. Türkiye’nin bu geri gidişin durdurulmasına ve kapsamlı bir reformist atılıma zemin oluşturacak kurumsal bir restorasyona acil ihtiyacı var.

Seçimlerden sonra yeniden buluşmak üzere esen kalın.

* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan 



Yüksek Seçim Kurulu Bakanların istifa etmeden milletvekili adayı olabileceğine karar verdi

Mevcut 16 bakan ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılacak Milletvekili genel seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nden milletvekili adayı oldular. Ancak bu kişiler görevlerinden istifa etmediler. Anayasanın 76. Maddesine göre kamu görevlileri görevlerinden istifa etmedikçe milletvekili adayı olamazlar. 76. Maddenin üçüncü fıkrası şöyledir: “Hâkimler ve savcılar, yüksek yargı organları mensupları, yükseköğretim kurumlarındaki öğretim elemanları, Yükseköğretim Kurulu üyeleri, kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri ile yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri ve Silahlı Kuvvetler mensupları, görevlerinden çekilmedikçe, aday olamazlar ve milletvekili seçilemezler.

Benzer şekilde, 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun “Adaylık için görevden çekilmesi gerekenler” başlıklı 18’inci maddesinde; “Hâkimler ve savcılar, yüksek yargı organları mensupları, yüksek öğretim kurumlarındaki öğretim elemanları, Yükseköğretim Kurulu, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeleri, kamu kurumu ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri ile yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri, aday olmak isteyen belediye başkanları ve subaylar ile astsubaylar, aday olmak isteyen siyasi partilerin il ve ilçe yönetim kurulu başkan ve üyeleri ile belediye meclisi üyeleri, il genel meclisi üyeleri, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ile sendikalar, kamu bankaları ile üst birliklerin ve bunların üst kuruluşlarının ve katıldıkları teşebbüs veya ortaklıkların yönetim ve denetim kurullarında görev alanlar genel ve ara seçimlerin başlangıcından bir ay önce seçimin yenilenmesine karar verilmesi halinde yenileme kararının ilanından başlayarak yedi gün içinde görevlerinden ayrılma isteğinde bulunmadıkça adaylıklarını koyamazlar ve aday gösterilemezler.” hükmü yer almaktadır.

Bu hükümlere dayanarak cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanların istifa etmeden aday oldukları gerekçesiyle YSK’ya pek çok itiraz yapılmıştır. Basında çıkan haberlere göre YSK bu itirazları reddetmiştir.[1] YSK’nın söz konusu kararı Resmî Gazete’de ve Kurulun İnternet sayfasında yayınlanmamıştır. Ancak basında çıkan haberlerden YSK’nın kararının bakanların kamu görevlisi olmadığı gerekçesine dayandığı anlaşılmaktadır. YSK kararında 2839 sayılı Kanun’un 18. Maddesinde Bakanların sayılmadığı vurgulanmış ve göreve başlarken TBMM’de yemin ettikleri hatırlatılarak, atanmış Bakanların milletvekili adayı olmaları için istifa etmelerinin gerekmediği sonucuna ulaşılmıştır. Ancak bu kararın tartışmaya açık olduğu ve seçimin adaletini olumsuz etkilediği belirtilmelidir.

Öncelikle 2017 Anayasa değişikliği sonrasında bakanların statüsünün tamamen değiştiğini belirtmek gerekir. Artık bakanlar siyasi birer kişilik ve yürütme organının bir üyesi değil, yürütme organı olan Cumhurbaşkanının idari ajanı niteliğindedir. Yani göreve gelmeleri için yasama organının güvenoyuna ihtiyaç duymayan ve TBMM tarafından görevden alınamayan, doğrudan Cumhurbaşkanına karşı sorumlu olan bakanların nasıl olup ta yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlilerikategorisinde sayılmadıkları izaha muhtaçtır. Bakanların göreve başlarken TBMM’de yemin etmelerinin onları nasıl kamu görevlisi kapsamı dışına çıkardığını anlamak mümkün değildir.  Anayasanın 76 ve 2839 sayılı Kanun’un 18. Maddesinde bakanların ayrıca sayılmamış olmasının nedeni açıktır. 2017 değişikliği öncesinde seçilmiş milletvekili olan ve siyasi birer kişilik olan bakanların istifa etmemesi parlamenter sistemin doğasına uygundur. Ancak Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilirken bakanların hukuki statüsü düzenlenmemiştir. Bu durumda kamu görevlisi statüsünden istisna tutulmalarını öngören bir kural bulunmamaktadır.

Diğer taraftan bakanların istifa etmemeleri seçimin adil bir rekabet ortamında yapılmasını zorlaştırmaktadır. Bakanlar seçim kampanyası döneminde kamu kaynaklarından sınırsızca yararlanmakta ve kamusal yetkilerini kullanmaktadırlar. Kendisi milletvekili adayı olan İçişleri Bakanına bağlı kolluk görevlileri diğer siyasi partilerinin adayları hakkında operasyonlar düzenlemekte, yine milletvekili adayı olan Adalet Bakanının başkanlığını yürüttüğü HSK’nın kontrolündeki savcılar soruşturma açabilmektedir.

Son günlerde bir bakanın kampanya aracında AFAD’a ait yardım kolilerinin görüntülenmesi de bakanlar tarafından kamu kaynaklarının seçim propagandası amacıyla kullanıldığını göstermektedir.

Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu

Bir Zamanlar Merkez Bankası

27 Nisan 2023 tarihinde Türkiye’nin para politikası konusunda tek yetkili olan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankas Para Politikaları Kurulu (PPK) toplandı. Dünkü toplantıda Merkez Bankası politika faizi olarak kullanılan bir hafta vadeli repo faizini %8.50 oranında sabit tuttu. Yani bir değişikliğe gitmedi. Zaten karar öncesinde yapılan anketlerde de bu tutum öngörülmüştü. PPK kararın açıklamasında deprem sonrası finansal koşulların destekleyici olmasını sağlamak adına faizin sabit tutulduğunu vurguladı. Tabii her şeye rağmen her PPK kararında tekrarladığı kısmı Kurul yeniden karara koydu: “Merkez Bankası fiyat istikrarı temel amacı doğrultusunda enflasyonda kalıcı düşüşe işaret eden güçlü göstergeler oluşana ve orta vadeli yüzde 5 hedefine ulaşıncaya kadar elindeki tüm araçları Liralaşma stratejisi çerçevesinde kararlılıkla kullanmaya devam edecektir”. Bu cümlede geçen Liralaşma stratejisinin ayrıntılarını ve yarattığı sonuçları daha önce bu bültende ele almış olduğumuzdan bu konunun ayrıntılarına girmek istemiyoruzk.[1]

Bizim demokratik kurumlar açısından esas dikkat etmemiz gereken konu ise toplantının içeriğinden bağımsız olarak bu toplantının Türkiye’deki kurumların çöküşünün çok net bir ifadesi olması. Kurumsal kapasitenin bu denli yok olmadığı ülkelerin hepsinde para politikasına ilişkin kararlar ekonominin gidişatını etkiler. Fakat bizim merkez bankamız siyasî talimatlara uygun olarak elindeki en güçlü aracı etkin olmaktan çıkardı. Merkez Bankası artık sadece “makro ihtiyati tedbirler” başlığı altında para politikasının ruhuna pek de uymayan kararlar alıyor.

Öte yandan para politikası konusu sadece demokratik kurumlar açısından değerlendirilemez. Elbette merkez bankalarının duruşları ülkelerin demokratik tercihlerini yansıtabilir. Ama bu her zaman böyle olmak durumunda da değildir. Bunun yakın zamanlı bir örneğini bize Putin gösterdi. Putin 07.01.2022 tarihinde yaptığı yıllık ‘’Ulusa Sesleniş’’ konuşmasında ekonomide yüzde 4 enflasyon hedefine ulaşmaları gerektiğini belirterek, genişlemeci para politikasının makro-ekonomik politikaları olumsuz etkilediğini dile getirdi. Merkez bankasına yapılan eleştirilere ise şöyle yanıt verdi: “Tabii ki Merkez Bankası başkanını azarlayabilirsiniz.  Reel sektörle sürekli iletişim halindeyim. Merkez Bankasını suçladıkları argümanları biliyorum. Reel sektör faiz artışını sevmiyor.  Ama bunu yapmazsak sonumuz Türkiye gibi olabilir.  Asıl sorun burada. Bu önemli bir konu ve meydan okuma. Tabii ki bu enstrümanı kullanırken dikkat etmeliyiz ama Merkez Bankası politikaları bağımsızdır.  Belki size garip gelebilir ama ben Merkez Bankasına müdahale etmiyorum.”[2]

Putin gibi otokrat bir lider dahi ekonominin bazı önkoşullarını kabul ediyor ve onlara direnmiyor. Fakat bizim merkez bankamız ve onun kağıt üstündeki değil gerçek yöneticileri olan siyasiler bu temel gerçeği bile göz ardı ediyorlar. Tek amaçları seçim sonuçlanana kadar dolardaki yükselişi önlemek. Fakat bunu da tam olarak gerçekleştirebilmiş değiller. Bu konu da bir sonraki Bültenin ana konusu olsun.

* Enes Özkan – Ekonomist, İstanbul Üniversitesi


YSK Kararları

14 Mayıs’ta yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimleri birçok bakımdan Türkiye için kritik bir dönemeç. Seçimlerden sonra, sonuçları ne olursa olsun, ülkenin ekonomik ve siyasi vaziyetinde dramatik değişiklikler bizleri bekliyor. Risklerin farkında olan partiler tüm enerjilerini gündemi belirlemeye harcıyor. AKP siyasi ve ekonomik popülist bir seçim stratejisi izlerken, muhalefet partileri ‘’medyan’’ (median) seçmenin oyunu hedefleyen daha yapıcı bir kampanya yürütüyor. Tüm bu hengame içinde partiler sahadaki mücadelenin yanı sıra seçim sonuçlarını etkileyebilecek diğer yöntemleri de uygulamaya çalışıyor. Bunların başında, seçimin uygulanması ve pusulaların oluşturulması ile ilgili YSK kararlarını etkilemek geliyor.

Bu amaçla, YSK’nın AKP temsilcisi Recep Özel YSK’ya bir başvuruda bulundu. Bu başvuruda Özel Millet İttifakı içindeki 4 siyasi partinin aday listesi vermediği ve CHP ve İYİ Parti’nin ise bazı seçim çevrelerinde aday listesi sunmadığı, buna karşılık ittifak protokolünü değiştirmek için ek protokol sunmadıkları gerekçesiyle oy pusulalarında Millet İttifakı ibaresinin bulunmaması talebinde bulundu. Başvuruda Millet İttifakı’nın pusulalardan kaldırılması ile birlikte seçim barajı hesaplamasının da her siyasi parti için ayrı ayrı yapılması gerektiğini dile getirdi. Başvuruyu değerlendiren YSK, “her ne kadar Millet İttifakı’na dahil Demokrasi ve Atılım Partisi, Demokrat Parti, Gelecek Partisi ve Saadet Partisi tarafından hiç bir seçim çevresinde aday göstermemiş olsa da, ittifaka dahil diğer partiler olan Cumhuriyet Halk Partisi ve İyi Parti’nin iller toplamının yarısından fazlasında aday göstermiş olması nedeniyle Millet İttifakı’nın devam ettiğine, ittifak protokolünün geçersiz olduğuna ilişkin talebin reddine” diyerek bu başvuruyu oyçokluğuyla reddetti. YSK başkanı Ahmet Yener ve diğer üç üye bu karara “karşı oy” kullandı.

YSK’nın AKP temsilcisinin Millet İttifakı ibaresinin oy pusulalarından çıkarılması talebini reddetmesini adil rekabetin tesisi açısından olumlu bulmakla beraber, dört üyenin temelsiz olduğu açık alan bu talebin kabulü yönünde oy kullanmış olması özellikle seçim günü ve sonrasında YSK tarafından alınacak kararlara dair kaygı oluşturuyor. Geçtiğimiz aylarda ve özellikle 2019 yerel seçimlerinde YSK’nın AKP’nin faydasını gözeterek demokratik sürece ket vurduğu kararlar göz önünde bulundurulduğunda bu seçimin kazanmanın yolu salt sandıklardan değil aynı zamanda YSK kararlarından da geçtiğini söyleyebiliriz. Bu bakımdan, tarafsız olması gereken YSK üyelerinin üzerinde bu seçimde büyük bir sorumluluk var.

* Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi


 

1 https://www.haberturk.com/ysk-muhalefetin-basvurusunu-reddetti-3584112

2https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/en/tcmb+en/main+menu/announcements/press+releases/2023/ano2023-17

3 Euronews Youtube Kanalı: https://www.youtube.com/watch?v=-tN0N-06IkI

 

 

Önceki İçerikBİLİM VE İDEOLOJİ
Sonraki İçerikMUHTEMEL BİR ‘’MİLLET İTTİFAKI’’ İKTİDARINI BEKLEYEN ZORLUKLAR