“Geçtiğimiz yıl yasalaşan “İmar Barışı,” depreme dayanıklı olmayan birçok yapının yasal zemine sahip olmasına neden oldu ve yıkılması gereken yapıların yıkımını zorlaştırdı. İzmir depreminde sakıncalarını görmeye başladığımız bu yasanın beklenen büyük İstanbul Depremi’nde nasıl büyük bir trajediye yol açacağını düşünmek dahi istemiyoruz.”

‘Özgürlük Gündemi’ adlı bültenin ikinci sayısına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz!

https://bit.ly/2JFZDLB

Muhalif Belediyelere Yönelik Ayrımcılıklar

Muhalefet partileri 2019 yerel seçimlerinde İstanbul, Ankara, Adana, Mersin ve Antalya gibi büyükşehir belediyelerini kazanarak kayda değer bir başarı ortaya koymuştu. Türkiye nüfusunun yarısından fazlasının muhalif belediyeleri kontrolünde olması muhalefet partileri için büyük bir fırsat anlamına geliyordu. Zira bu belediyelerin iyi bir performans ortaya koymaları, muhalefetin bir sonraki genel seçimlerde iktidarı kazanması bakımından seçmen nezdinde önemli bir referans kaynağı oluşturabilirdi.

Ne var ki, geçtiğimiz bir buçuk yıldır Adalet ve Kalkınma Partisi muhalif belediyelerin faaliyet alanlarını daraltıyor ve merkezi ve yerel yönetimler arasında işbirliği gerektiren birçok konuda belediye başkanlarını saf dışı bırakıyor. Geçtiğimiz hafta Sağlık Bakanlığı’nın İstanbul’daki artan COVID-19 vakalarıyla ilgili olarak düzenlediği toplantıya CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu davet edilmedi. Oysa Bursa’da yapılan benzeri bir pandemi toplantısına AKP’li Büyükşehir Belediye Başkanı davet edilmişti. İstanbul’daki vakalar Türkiye’deki toplam vaka sayısının yüzde 40’ına ulaşmışken İmamoğlu’na yapılan ayrımcılık yapılması kamuoyundan büyük tepki çekti. Bunun üzerine İstanbul Valisi toplantının ani geliştiğini belirterek eleştirileri savuşturmaya çalıştı. Benzeri bir dışlama AFAD’ın Ağustos ayında İstanbul’da düzenlediği deprem toplantısında da gerçekleşmiş, İmamoğlu o zaman da davet edilmemişti. Bu tür ayrımcılıkların sistematik hale gelmesinin oldukça kaygı verici olduğunu belirtmek gerekir. Dahası, çoğu yerel kamu hizmetinin yürütücüsü olan İBB Başkanı’nın pandemi ve deprem toplantısına çağırılmaması halk sağlığı açısından ciddi sakıncalar doğurabilecek niteliktedir.

Geçtiğimiz hafta Türkiye Çevre Ajansı kurulmasına ilişkin TBMM Çevre Komisyonu’nda kabul edilen torba yasa teklifi belediyelerin faaliyet alanını daraltmaya yönelik hükümler de içeriyor. Buna göre, örneğin, Büyükşehir belediyelerinde olan otopark yapma ve işletme yetkisi ve otoparklardan sağlanan gelirler ilçe belediyelerine aktarılıyor. AKP’nin seçimlerde büyükşehirleri kaybetmesine karşın ilçe belediyelerinin çoğunluğunu elinde tutması bu değişikliğin altında yatan temel motivasyon olarak görülmektedir. Ne var ki, hükümetin belediyeler ve belediye başkanları arasında parti temelli ayrımcılık yapılması yerel demokratik normları zedelemektedir.

Yüksek Vergiler ve Sahte İçki Kaynaklı Ölümler

9 Ekim 2020 tarihinden itibaren sahte içki nedeniyle hayatını kaybeden kişi sayısı 67’ye yükseldi. Metil alkol zehirlenmesinden kaynaklanan bu ölümlerin kamusal bir tartışma oluşturması gerekiyor. Zira gündemde kendine çok fazla yer bulamayan bu konu esasında halk sağlığına ciddi bir tehdit oluşturuyor. Belirtmek gerekir ki, sahte ve kaçak içki üretimine yönelik halihazırda devam eden polis operasyonları sorunu tamamen ortadan kaldırmayacaktır. Zira son yıllarda giderek kesifleşen hayat pahalılığı, alkollü içeceklerde yüzde 75’lere varan vergiler ve etil alkole erişimin zorlaştırılması vatandaşları ucuz, metil alkol temelli ve sağlıksız içki tüketimine yönlendiriyor. Karar alıcıların vatandaşların neden sahte ve kaçak içki tercih ettiği hususunu etraflıca ele almaları ve bu doğrultuda makul çözüm önerileri getirmeleri gerekiyor. 

Gazeteci Can Dündar’ın Malvarlığına El koyma Kararı Verildi

Yurt dışında bulunan gazeteci Can Dündar’ın yargılandığı MİT tırları davasında kaçak olduğu gerekçesiyle malvarlığına el koyma kararı verildi. 2014 yılında MİT tırlarının durdurulması olayına ilişkin olarak Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan haber dolayısıyla “devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıklamak” suçundan yargılanan Dündar ilk derece mahkemesince 5 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırılmış, karar Yargıtay tarafından bozulmuştu. Aynı zamanda bu davada 2015 yılında tutuklanan Dündar’ın tutukluluğuna ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi ihlal kararı vermişti. Bozma sonrası yeniden başlayan dava kapsamında duruşmaya katılmayan Dündar hakkında yeniden tutuklama kararı verilmiş ve duruşmaya gelmemesi nedeniyle kaçak sayılmasına karar verilmişti. 7 Ekim 2020 tarihinde yapılan duruşmada İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 247 ve 248. maddelerine göre malvarlığına el koyma kararı vermiş ve TMSF’yi kayyum olarak atamıştır. Bu çerçevede Dündar’ın üzerine kayıtlı dört taşınmaza el konulduğu belirtilmiştir. 

İlk Derece Mahkemesi Anayasa Mahkemesi’nin Enis Berberoğlu Kararına Uymadı

Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekili Enis Berberoğlu’nun bireysel başvurusunu inceleyen Anayasa Mahkemesi, seçme ve seçilme hakkının ihlaline karar vermiş ve ihlalin kaldırılması için yeniden yargılama yapmak üzere kararını İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesine hükmetmiştir. Ancak yerel mahkeme Anayasa Mahkemesinin yetkisini aşarak yerindelik kararı verdiği gerekçesiyle yeniden yargılama talebini reddetti. Bu karara karşı yapılan itirazı inceleyen 15. Ağır Ceza Mahkemesi, yeniden yargılama yetkisinin Bölge Adliye Mahkemesinde olduğu gerekçesiyle reddetti. Berberoğlu hakkında MİT tırlarının durdurulması ile ilgili olarak soruşturma açılmış ve 2016 yılında Anayasa değişikliği yoluyla milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması üzerine yargılama başlamış ve tutuklanmıştı. Berberoğlu tutuklu iken 2018 yılında yeniden milletvekili seçilmiş ve dokunulmazlık kazandığı gerekçesiyle yargılamanın durdurulmasını ve tahliyesini talep etmişti. Ancak mahkeme bu talebi reddetmiş ve yargılamaya devam ederek hakkında hapis cezası vermişti. Kararın kesinleşmesinden sonra karar TBMM’de iki yıl bekletildikten sonra 4 Haziran 2020 tarihinde genel kurulda okunmuş ve milletvekilliği düşürülmüştü.  Anayasa Mahkemesi Berberoğlu’nun yeniden seçilmesi ile yeniden dokunulmazlık kazandığına karar vermiş ve yargılanmasının anayasaya aykırı olduğuna hükmetmişti. Ancak AYM kararına rağmen Berberoğlu’nun milletvekilliğini geri kazanması mümkün olmadı. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi yayınladığı gözlem raporunda gecikmeksizin Berberoğlu’nun haklarının iade edilmesini talep etti. Bağlayıcı olmasına rağmen AYM kararlarının uygulanmaması hukuk devletine ilişkin kaygıları daha da artırmaktadır. 

Cezaevlerindeki Ölümler Endişe Verici

Cezaevlerindeki doluluk ciddi hak ihlallerine zemin hazırlıyor. 2016 yılında 110 bin olan cezaevi kapasitesi, 15 Temmuz sonrasında yapılan düzenlemelerle 200 bine çıkarılmış ancak 2019 yılı sonunda kapasitenin çok üzerinde 300 bin civarında tutuklu ve hükümlü bulunduğu bildirilmiştir. 7253 sayılı yasa ile yapılan düzenlemeler sonucu 90 bin civarında tahliye gerçekleşmiş ancak kalan tutuklu ve hükümlü sayısı dikkate alındığında salgın tedbirlerine uyumlu, sosyal mesafe ve hijyen koşullarını sağlamanın mümkün olmadığı ileri sürülmüştür. Salgında teması azaltıcı bazı tedbirler alınmış, bu tedbirler hükümlü ve tutukluların aileleriyle görüşmesine ciddi kısıtlamalar getirmiştir. Ancak salgının cezaevlerini nasıl etkilediği konusunda aileler ve kamuoyu yeterince bilgilendirilmemiştir. Son günlerde gelen ölüm haberleri endişe yaratmaktadır. Gümüşhane cezaevinde ölen eski polis Mustafa Kabakçıoğlu’nun basına yansıyan fotoğrafları, izolasyon koşullarının gayri insaniliği konusunu gündeme getirmiştir. Aynı şekilde Kırıkkale cezaevinde ölen Serkan Tümay’ın hastaneye gönderilmediği iddiası ileri sürülmüştür. Yine Sincan Cezaevinde ölen Albay Mustafa Barış Avıalan’ın ciddi hastalıkları olmasına rağmen infaz erteleme talebinin kabul edilmediği belirtilmiştir. 

TCMB Faiz Kararı ve Altın Hareketi

TCMB 22 Ekim 2020’de yaptığı Para Politikaları Kurulu (PPK) toplantısı neticesinde politika faizi olan bir hafta vadeli repo ihale faiz oranının yüzde 10,25 düzeyinde sabit tutulmasına ve Geç Likidite Penceresi işlemlerinde uygulanacak Merkez Bankası borç verme faiz oranı ile gecelik borç verme faiz oranı arasındaki farkın 300 baz puan olarak belirlenmesine karar verdi. Yani politika faizini artırmadı, fakat uzun zamandır artık normal bir fonlama aracı olarak kullandığı Geç Likidite Penceresi aracının faizini yüzde 13,25’ten 14,75’e çıkardı. Halbuki Geç Likidite Penceresi tanımı itibariyle çok nadir kullanılması gereken bir araç olup, sadece gün sonunda TL likiditesi kalmayan ve mali durumu bozulan bankalara, TCMB’nin nihai kredi mercii görevi nedeniyle kaynak sağlaması için kullanılır. Bunun öncesinde ise TL mevduatlardan alınan yüzde 15’lik stopaj Bakanlar Kurulu kararıyla yüzde 5’e düşürülmüştü. Yani iki hafta art arda örtülü bir faiz artışı yapılmış oldu. Bu tür durumlarda, teorik olarak faizlerin artırılması TL mevduat faizlerinin de artmasına yol açacağından yatırım sahiplerinin USD pozisyonundan çıkıp, TL pozisyonuna geçmesi beklenir. Zira politika faizi artmasa bile sonuç olarak TCMB ortalama fonlama maliyeti artmış oldu. Fakat durum tam tersi oldu ve USD/TL kuru o gün 7,80’den 7,93’e çıktı. O gün başlayan TL’nin değer kaybı süreci hala sürmekte ve 29 Ekim itibariyle USD Türkiye’de 8,31 TL seviyelerinde işlem görmekte. Ayrıca PPK kararının açıklandığı gün Türkiye’nin 10 yıllık Kredi Risk Primi (CDS) 12 puan artarak 514’ten 526’ya yükseldi, o gün başlayan yükseliş trendi halen devam ediyor ve 29 Ekim itibariyle CDS 538 civarlarında seyrediyor.

Tüm bunlar TCMB’nin para politikası araçlarında sadeleştirme yapması yerine karmaşık bir para politikası izlemekte ısrar etmesinin bir sonucu olarak görülüyor ekonomistler tarafından. Ayrıca yukarıda bahsedilen vergi indirimi neticesinde dahi tasarruf sahipleri halen reel olarak eksi faiz almak zorunda kalıyor. Bu iki nedenle hem yabancı hem yerli yatırımcı TL pozisyonuna geçemiyor. 

Fransız Mallarına Boykot 

Fransa’da sınıfta öğrencilerine Muhammed Peygamber’in karikatürleri üzerinden ifade özgürlüğünü anlatan öğretmen Samuel Paty’nin 16 Ekim’de başı kesilerek öldürülmesi sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan Fransız polisinin yaptığı operasyonlardan duyduğu rahatsızlığı belirtti ve Fransız mallarının alınmamasını istedi. Fransız mallarının boykot edilmesi çağrısı Erdoğan’dan önce başka İslam ülkelerinden de gelmişti. Buna karşılık Fransa’dan Türk ürünlerinin boykot edilmesine yönelik bir çağrı gelmedi, hatta Fransa Ticaret Bakanı Franck Riester Türkiye’ye bir misillemede bulunmayacaklarını açıkladı. Tüm bunlara rağmen bazı Arap ülkelerinde ve Türkiye’de Fransız mallarına boykot gündem olmaya devam ediyor.

TÜİK verilerine göre 2020 yılının Ocak-Ağustos döneminde Fransa 4.215 milyar dolarla Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı yedince ülke konumunda. Bu oran Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 4,1’ini oluşturuyor. Aynı dönemde Fransa’dan yaptığımız ithalat ise 3.894 milyar dolar civarında. İki ülkenin ticaret hacmi toplam 8.1 milyar dolar civarında. Boykot çağrılarının sonuçları hakkında yorum yapmak için erken olabilir, fakat ekonomik olarak boykotların günümüz dünyasında çok büyük oranda, boykot çağrılarına katılımın sınırlı olması sebebiyle, amacına ulaşmadığı görülüyor. Bunun birçok sebebi bulunmakla birlikte boykot çağrısı yapılan malların tüketicinin zihninde önemli bir yerde durması ve tüketicilerin boykot çağrılarının amaca ulaşması konusunda çekinceleri olması en önemli iki sebep olarak öne çıkıyor. Tüketiciler genellikle boykota katılımın sınırlı olacağını ve boykotun da amaca ulaşmayacağını düşünürler. Bu nedenle Erdoğan tarafından yapılan boykot çağrılarının, daha önce İsrail’e yapılan boykot çağrısında olduğu gibi, çok büyük etkisi olmayacağını tahmin etmek zor değil. İki ülke ticaret olarak birbirine karşılıklı bağımlılıklar geliştirmiş durumda. Bu nedenle hem iş insanlarının hem de tüketicilerin boykota oldukça sınırlı bir katılım göstereceğini tahmin ediyoruz.

Önceki İçerikBülten #8: Özgürlüklerin Covid-19 Ile Imtihanı
Sonraki İçerikCovid-19 Salgını, Kısıtlayıcı Kamu Siyasaları ve Özgürlükler Karşılaştırmalı Bir Analiz