Geçen haftaki bir dış politika gelişmesi Türkiye’nin yeniden Avrupa Birliği’ne (AB) ve genel olarak Batı’ya yöneliş arayışı içinde olduğu izlenimi doğurdu. Hatırlanacağı gibi, Erdoğan yönetimi epey bir zamandır İsveç’in NATO’ya üyeliğini engelliyor ve bu tutumunu ABD ve Avrupa’ya karşı bir pazarlık kozu olarak kullanıyordu. Nihayet geçen hafta hükûmet İsveç’in NATO’ya üye olmasına onay verdi, ama buna karşılık İsveç’ten ve Avrupa ülkelerinden Türkiye’nin Avrupa Birliği üye adaylığını desteklemeleri talebinde bulundu: “Önce gelin Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde önünü açın, ondan sonra biz de Finlandiya ile ilgili nasıl onun önünü açtıysak, İsveç’in de önünü açalım.”
Erdoğan’ın bu hamlesi Türk hükûmetinin AB üye adaylığı sürecini canlandırma ve yüzünü yeniden Batıya döndürme konusundaki girişiminin samimiyeti konusunda kuşku uyandırdı. Öyle olmasaydı, Türkiye’nin AB üyeliği konusunu ilkesel bir mesele olarak değil de bir tür alışveriş gibi takdim etmezdi. Oysa, Almanya Başbakanı Olaf Scholz’ün haklı olarak söylediği gibi, İsveç’in NATO üyeliği ile Türkiye’nin AB üyeliği birbiriyle doğrudan doğruya ilgisi olan konular değildir. Nitekim NATO’nun bir savunma ittifakı olmasına karşılık AB siyasî-ekonomik bir birliktir ve Türkiye’nin bu Birliğe tam üye olma çabası bir güvenlik arayışını değil, esas olarak özgürlük, demokrasi ve refah arayışını temsil etmektedir.
Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor’un DW Türkçe’ye bu konuda yaptığı değerlendirme de meseleyi gayet net biçimde ortaya koymaktadır:
‘’İsveç’in NATO üyeliği ile Türkiye’nin AB üyeliği arasında bağ kurulmasını desteklemem mümkün değil. Bunlar doğası gereği, jeopolitik ve politik açıdan, iç siyaset açısından tamamen iki ayrı dünyadır. NATO demokrasilerin askeri kulübüdür. AB ise demokrasiler kulübüdür. Tam anlamıyla demokrasi değilseniz AB üyesi olamazsınız. Bunun kestirme yolu yoktur. Kopenhag kriterlerine uymak zorundasınız. Katılım süreci; ilkeler, değerler ve bunlara uyumla ilgilidir. Dolayısıyla bu bağı kurmak hatalı bir adım oldu düşüncesindeyim. Katılım sürecini yeniden canlandırmak istiyorsanız yapacağınız tek şey kriterlerle uyum sağlamaktır.’’
Öte yandan, Erdoğan yönetiminin AB’ye üyelik sürecinin başlatılması konusunda samimi olmadığını gösteren bazı iç gelişmeler de vardır ve bunlara neredeyse her gün bir yenisi eklenmektedir. En başta, bu sayfalarda defaatle yazdığım gibi, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Türkiye hakkında Osman Kavala davasıyla ilgili olarak Strasbourg Mahkemesi’nin kararlarına uymadığı gerekçesiyle başlattığı yaptırım süreci devam etmektedir. Daha somut olarak, Türkiye yıllardır hapiste tuttuğu Kavala’yı serbest bırakmamak konusundaki haksız ısrarını sürdürmektedir. Kaldı ki, Bakanlar Komitesi yakında Selâhattin Demirtaş için de aynı süreci başlatacağının haberini vermiştir. Bu konulardaki keyfî tutumundan vazgeçmeyen Erdoğan Türkiye’sinin bir özgürlük ve demokrasi girişimi olan AB’ye gerçekten üye olmak istediğine inanmak safdillik olur.
Bu arada, geçen hafta hükûmetin AB meselesinde samimi olduğundan kuşku duyulmasına neden olan bir olay meydana geldi. Nitekim, Gezi olayları davası kapsamında tutuklu olan Can Atalay 14 Mayıs’ta Türkiye İşçi Partisi’nden milletvekili seçilmesine rağmen halâ tahliye edilmemiştir. Atalay bu yüzden resmen and içemediği için Meclis çalışmalarına katılamamaktadır. Oysa bu durum hukuksuzdur ve hem Türk Anayasa Mahkemesi’nin hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin dokunulmazlık meselesindeki içtihadının açıkça yok sayılması anlamına gelmektedir.
Türkiye’nin AB üyeliği iddiasıyla bağdaşmayan başka bir gelişme de, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında açılan yeni ceza davasıdır. Zaten halen derdest bir davada yargılanmakta olan İmamoğlu hakkında bu sefer bir konuşmasında Tuzla Belediye Başkanı’na hakaret ettiği iddiasıyla 2 yıl dört ay hapis istemiyle yeni bir dava daha açılmıştır. İddianamede İmamoğlu hakkında siyasî yasak ta istenmiş olması, bu davanın partizan-politik mülâhazalarla açılmış olduğu kuşkusunu güçlendirmektedir.
Bu yazıyı, hükûmetin AB üyelik sürecini canlandırma meselesinde samimi olmadığı konusundaki belki de en çarpıcı ve sembolizmi güçlü bir olayı hatırlatarak bitireyim. Geçen hafta ölen malum şeyhin cenazesine hükûmet Cumhurbaşkanı yardımcısı başkanlığında bir taziye heyeti göndermekle kalmadı; bizzat Cumhurbaşkanı da yaptığı bir konuşmada ölen şahsı ‘’ülkemizim manevî rehberlerinden biri’’ olarak niteledi. Hak, hukuk, özgürlük, hoşgörü, barış ve demokrasi gibi evrensel insanî ve medenî değerlerin kendi öğretisinin neredeyse tam karşıtını temsil ettiği bilinen bir tarikat profesyonelinin rehberliğine muhtaç bir ülkenin Avrupa’nın değerler dünyasıyla nasıl uyuşacağını da varın siz hesap edin!