BlogYayınlar

DEVLET TAHAKKÜMÜNÜN VE HALKIN BOYUN EĞMESİNİN BAZI TEMELLERİ

Ünlü sözdeki gibi, aşinalık aslında saygısızlığı besleyebilir, ama o aynı zamanda bir tür uyuşukluğu da besler. İşlerin belirli bir durumundan -hatta olağandışı problemli bir durumdan- başka bir şeyi hiç bilmeyen insanlar, deyim yerindeyse uyurgezerlik halindeymişler gibi o belirli durumun hiç te bilincinde olmama eğiliminde olurlar. İnsanların modern devletle ilişkisindeki durum budur. Onlar devlete hep aşina oldukları ve onu tamamen kanıksadıkları için, onu kişinin havayı görebileceği gibi görmektedirler: İster yağmur getirsin isterse güneş, ister çakan bir şimşek isterse rahatlatıcı bahar esintileri olsun, o doğanın bir görünümü olarak her zaman oradadır. Hatta yıkıcı olduğunda bile yıkıcılığı hala ‘’Tanrı’nın işleri’’ne yakın bir şey olarak nitelenir. 

Bizim devletle ilişkimiz bu uyurgezerinki gibidir, ama böyle yapmak bizim genlerimize işlemiş olduğu için değil de hayat şartlarımız ve uzun zamandır devletin hakimiyeti altında yaşamaya uyum sağlamış olmamız devlete bu şekilde kayıtsızlıkla tepki vermeye bizi hazırladığı için. Oysa başka şartlarda yaşayan insanlar tamamen farklı şekilde tepki vermişlerdir. İnsan nüfusları ancak yerleşik tarımı benimsediklerinde devlet hakimiyetine yatkın hale gelmişlerdir. İnsanların küçük avcı-toplayıcı gruplar halinde yaşadıkları çok daha uzun dönem boyunca devlet imkânsızdı: İnsanların yağmalanacak dayanıklı zenginlik stokları pek yoktu ve eğer birisi devlet-benzeri bir hükümranlığı bir gruba dayatmaya kalksaydı, grubun üyeleri kaçar ve kendileriyle sömürücüler arasına muhtemel bir devlet yağmasından kaçabilecek kadar bir mesafe koyarlardı. (Örnek olarak, bkz., James C. Scott’’un Not Being Governed: An Anarchist History of Upland Souteast Asia , 2009 [Yönetilmemek: Dağlık Güneydoğu Asya’nın Anarşist Tarihi] adlı eseri.)

Bununla beraber, son 5000 ila 10000 yıldır, dünya nüfusunun hemen hemen tamamı için devlet nihaî olarak daima var olan bir yağmacı ve insan haklarının çok yönlü ihlâlcisi ola gelmiştir. Devletin tahakküm ve yağmalama gücü insanların korkularının ustaca istismarı yoluyla desteklenmiştir; bu korkuların birçoğu bizatihi devletten, diğerleri ise devletin, tebaasını kendilerinden koruma iddiasında olduğu hayatlara yönelik dış tehditlerden gelmiştir. Her durumda, hemen hemen herkes nihayetinde devletsiz bir hayatı tahayyül bile edemez hale gelmiştir. 

Devlete ilişkin bu rüyaya benzer durumdan kendilerini çekip çıkarmakta başarılı olmuş az sayıdaki kişi için belli başlı iki soru akla gelmektedir:

(1) Bize bu şekilde davranabileceklerini düşünen bu insanlar -yani, devletin elebaşıları, Proteryen muhafızlar, dalkavuklar ve özel sektördeki destekçileri- kimlerdir?

(2) Hemen hemen hepimiz devletin kötü/zalimce muamelesine niçin katlanıyoruz?

Bu sorular kolayca sayısız kitap, makale ve manifestonun özünü oluşturabilir ve aslında oluşturmuştur da. Bu konuda bir görüş birliğine yaklaşılamamış olsa da, birinci sorunun cevaplarının, gerek şiddette gerekse kurbanlarını aldatmakta nispeten avantajlı olan habis ve küstah insanların çok yaygın olmasıyla fazlasıyla ilgili olduğu gayet açık görünmektedir. Franz Oppenheimer’ın terminolojisiyle, zenginlik elde etmenin ekonomik araçları (üretim ve mübadele) ile siyasî araçları (gasp ve soygun) arasındaki temel tercihle karşılaştıklarında yönetici sınıfların üyeleri kesinlikle ikincisini seçmişlerdir. (…) Şüphesiz, bazı siyasî liderlerin hemcinsleri üzerindeki tahakkümlerinin adil bir temeli olduğuna samimi olarak inanmış olmaları mümkündür (bugünlerde özellikle seçim zaferinin tanrısal onaya eş olduğu inancı birçok kişiyi etkiliyor görünmektedir), ama bu şekilde kendini kandırmak onların gerçek durumunu hiçbir şekilde değiştirmez. 

Devletin zulmüne niçin tâbi olduğumuza gelince, en ikna edici cevaplar, başka mağdurlar ilk direniş güçlerine katılmadıklarında kişinin riske girmekten endişe etmesinde kendini gösteren devlet korkusuyla (ve bugünlerde birçok kişi için kişisel sorumluluk korkusuyla da) ilgilidir. Ayrıca, muhtemelen en önemlisi de çoğu insanı devletsiz hayatı tahayyül etmekten veya bütün diğer insanları bağlayan ahlâktan devletin muaf olduğu iddiasının niçin zırva olduğunu anlamaktan onları alıkoyan ideolojik ‘’hipnoz’’dur. Ortalama bir bireyin cinayet işlemesi veya hırsızlık yapması caiz değilse, bunları devleti oluşturan bireyler de yapamaz. Şüphesiz özel bireyler de devlete soygun yapma veya öldürme haklarını devredemezler, çünkü en başta onların böyle hakları yoktur.

Tolstoy gibi birçok yazar yönetici sınıfların devleti ve onun suçlarını kutsayan bir ideolojiyi kurbanlarına aşılamak için çok sıkı çalıştıklarını kabul etmiştir. Tarihsel olarak çoğu devletin bu arayışta şaşırtıcı derecede başarılı olduğunu kabul etmek zorundayım. Onun içindir ki Nazilerin yönetimi altındaki sıradan Almanlar özgür olduklarını düşünüyorlardı, tıpkı bugün sıradan Amerikalıların özgür oldukları düşündükleri gibi. İdeolojinin insanları köreltme ve Stockholm Sendromu’na yöneltme kapasitesinin görünüşe göre pek sınırları yoktur; gerçi insan kitlelerini sürekli yoksulluğa kilitleyen Sovyetler Birliği’ninki gibi bir rejim kendi mağduru olan vatandaşlarında ideolojik büyülenme üretme teşebbüslerinin verimliliğinin gitgide azaldığını sonunda görebilir.

Böylece küstah güç ile yüzsüz sahtekârlığın zekice bir birleşimi, kendi yurttaş-kurbanlarına şuur bulanıklığı aşılamaya dönük çok yönlü çabalarında devletin kullandığı aslî bileşenler olarak görülebilir. Şüphesiz, yurttaşların belirli bir miktarda yararlandırılması bu karışıma esaslı bir çeşni katar ve böylece bütün devletler kurbanlarından çaldıkları ekmeğin bir parçasını onlara geri vermek için bazı çabalar gösterirler. Onlar bu bağış için genellikle ziyadesiyle minnettardırlar.  

Çeviri: Mustafa Erdoğan

(Robert Higgs, ‘’Some Basics of State Domination and Public Submission’’, April 27, 2014, https://www.independent.org/article/2014/04/27/some-basics-of-state-domination-and-public-submission/)

Shares:

Okumaya Devam Edin