Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 17 yıllık iktidarının –bakış açınıza göre- ‘’hayal kırıklığı’’yla veya ‘’fiyasko’’yla sonuçlanmasından herkesin, bu arada kurulma aşamasındaki yeni partilerin de alacağı dersler var. Bu yazıda siyaset ve yönetime ilişkin bu derslerin başlıcaları üstünde kısaca durmak istiyorum.

1. Kişilere değil kurum ve kurallara güvenmeliyiz. Modern demokratik devlet ancak insan hakları, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve özgür medya gibi liberal ilke ve kurumlar üstünde ayakta kalabilir. Bu, devlet yönetiminde kişilik faktörünün tamamen önemsiz olduğu ve bu alanda liderliğe hiç ihtiyaç olmadığı anlamına gelmemektedir. Şu var ki, liderlik patronluk ve tek-adamlık demek değildir. Liderlik, başkalarının göremediğini görebilmek ve insanları hem doğru amaçlar için motive edebilmek hem de onları bu amaçlar etrafında organize ve/veya koordine edebilmektir. Ama sahici lider bunları etrafındaki insanları kuklaya dönüştürerek değil, onların bağımsız kişiliklerine saygıyı gözeterek yapan kişidir.

2. Hukuk ve adalet yoksa ne özgürlük ne de refah vardır. Keyfî yönetimin haksızlık ve belirsizliklerinden kaçınmak istiyorsanız, âdil bir hukuka dayalı olarak faaliyet gösterecek bağımsız ve tarafsız mahkemelerden oluşan bir yargı sistemi kurmanız gerekir.  Özgür ve âdil kurumlar aynı zamanda refah üretiminin de ön şartıdır. Hukukî güvenliğin ve yargı bağımsızlığının olmadığı yerde refah üretecek istikrarlı bir piyasa düzeni var olamaz.

3. Devletçilik ve milliyetçilik medeniyetten uzaklaşma reçetesidir. Bunlar medenîliğin ve medeniyetin temelini oluşturan bireysel özgürlük ve yaratıcılığı tahrip eden zihinsel ve ideolojik sapmalardır. Açıktır ki, devlet-merkezli bir siyasal tasavvur bireyselliği marjinalize ederek toplumun bütün enerjisini devletin idamesinin hizmetine koşar ve güvenlikçi siyaseti toplumsal varoluşun bütün alanlarına yaymaya çalışır. Milliyetçilik ise en başta bireyi toplumda yok etmeyi amaçlar, bireyselliğin yerine kolektif kimliğe uyumu ve onunla övünmeyi geçirir. Milliyetçilik ayrıca, medenî bir varoluş için zorunlu olan barışçı ortamı sadece dışa dönük olarak değil, içte de tahrip eder; halklar arasındaki hem kültürel hem de iktisadî anlamdaki etkileşim ve alışverişi bloke eder.  

4. Dinin siyasete alet edilmesi tehlikelidir. Dinin siyasî amaçlarla kullanılması sadece ahlâkî bakımdan kınanmayı hak eden bir sapkınlık değildir; o aynı zamanda siyaseti de yozlaştıran ve baskıcılığa zemin hazırlayan tehlikeli bir siyasal yönelimdir. Bu arada, dinci siyasetin bir yandan insanîlikle bağdaşmayan kimi tutum ve davranışları ‘’meşrulaştırmak’’, öbür yandan da farklı toplumsal kesimler arasında barışı dinamitlemek suretiyle medeniliğin temellerini tahrip etme ihtimali de vardır. 

5. Millî irade tapınmasının demokraside yeri yoktur. ‘’Millî irade’’ genellikle bir kandırmaca veya göz boyamadır, çoğu zaman da kötülüğü insanların gözünde meşrulaştırmanın bir aracıdır. Bu kavram toplumun gerçekliği ile bağdaşmaz; çünkü toplum inanışları, çıkarları ve hayat tarzları itibariyle farklılaşan çok sayıda birey ve gruplardan oluşur. Bu nedenle,’’ toplum’’ veya ‘’millet’’ denen kolektif kimliğe izafe edilebilecek tekil bir irade yoktur. Toplumda farklı farklı çıkarlar ve iradeler vardır. Demokrasi ‘’çoğunluğun yönetme hakkı’’ aracılığıyla iyi-kötü bir uygulanabilirlik kazanırsa da, ‘’çoğunluk iradesi’’ denen şey de ‘’millî irade’’ demek değildir; aslında çoğunluk bir kişi veya bir özne olmadığı için ‘’çoğunluk iradesi’’ diye de bir şey yoktur. Kısaca, gerek ‘’millî irade’’ gerekse ‘’çoğunluk iradesi’’ demokrasiyle ilgisiz olan ve pratikte hâkim konumdaki grubun çıkar ve tercihlerinin bütün topluma dayatılmasına ‘’meşruluk’’ kazandırmaya yarayan tehlikeli kavramlardır.

6. Devleti rant ve geçim kaynağı olarak görmek diğer çoğu yozlaşmanın da itici gücüdür. Türkiye sadece yukarıda değinilen siyasî anlamda değil, iktisadî anlamda da devletçi bir toplumdur. Türkiye’de halihazırda iyi-kötü işleyen piyasalar var olsa da, devletin ekonomideki payı piyasa ekonomisine dayanmak iddiasındaki bir devlet için halâ yüksektir; devlet toplumun kaynaklarının hatırı sayılır bir kısmını kontrolünde bulundurmaya devam etmektedir. Öte yandan, devletin cebir tekeline sahip olması da siyasî yoldan keyfî kaynak transferi yapılmasını kolaylaştırmaktadır. Türkiye’de ‘’demokrasi’’ devletçi rantlarla ve devletin el-koyma kapasitesinin sağladığı avantajların iktidarı destekleyen kesimlere paylaştırılması, kısaca devletin geçim kaynağı olması anlamına gelmektedir. 

Sonuç olarak, yukarıda eleştirel olarak özetlediğim siyaset anlayışında esaslı bir değişiklik öngörmüyorlarsa, yeni partiler aslında ‘’yeni’’ filân değildirler.

(Diyalog, 22 Aralık 2019)

Önceki İçerikTürkiye’de Yapısal Reformlar
Sonraki İçerikAlmanak 2019
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)