BlogYayınlar

Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei’nin 2024 Davos Konuşması

Javier Milei Davos’taki foruma, nihayet bu sosyalist elitizme meydan okuyan ve onun ideolojik saçmalıklarıyla yüzleşen bir konuşma yapmak niyetiyle geldi. Milei, ekonomide artan devlet müdahalesini savunanlara karşı kapitalizmi, serbest piyasayı ve kazanımlarını savunmakla kalmadı, aynı zamanda radikal feminizmi ve “kürtajın kanlı gündemini” de kınayarak şunları söyledi: “Bu fikirlerle cepheden mücadele etmezsek şayet, tek muhtemel kaderimiz daha fazla devlet, daha fazla regülasyon, daha fazla sosyalizm, daha fazla yoksulluk, daha az özgürlük; sonuç olarak da daha kötü yaşam standartlarına sahip olmak olacaktır.”

Davos’ta sosyalizmi yerden yere vuran bir siyasi lideri dinlemenin zamanı gelmişti. Milei benim Counting Stars’tan beri savunduğum muhafazakâr liberalizm ile gayet iyi bağ kuran tarihi bir konuşma yapmıştır. (Sheldon Richman, Liberteryen Enstitü yönetici editörü)

***

Arjantin’in yeni seçilen Devlet Başkanı Javier Milei, geçtiğimiz gün İsviçre’nin Davos kentinde düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nun (DEF) yıllık toplantısında konuşmuştur. DEF esasen dünya ekonomik faaliyetlerinin siyasi otoriteler tarafından merkezi olarak planlanmasını isteyen bir grup insandan oluşmaktadır. Bunların laissez-faire [bırakınız yapsınlar] türü serbest girişimin ve bireysel özgürlüğün savunucuları oldukları pek söylenemez. Oysa Milei, böyle biridir. Kendisini bir liberteryen, serbest piyasanın amansız bir savunucusu, hatta Rothbardçı bir anarko-kapitalist olarak tanımlamaktadır. Milei’nin konuşması bir DEF toplantısında yapılan herhangi bir konuşmaya benzemiyor olmalı. Günümüzün siyasi manzarası bu kadar kasvetli olmamış olsaydı bile parlayacak olan bu konuşma, aşağıda verilmiştir.

***

İyi günler, çok teşekkürler. Bugün size Batı’nın tehlikede olduğunu söylemek için buradayım; Batı tehlikededir, çünkü Batı’nın değerlerini savunması gerekenler, dünyayı kaçınılmaz şekilde sosyalizme, dolayısıyla da yoksulluğa götüren bir dünya vizyonuyla işbirliği içinde bulunmaktadırlar.

Ne yazık ki, son on yıllarda, bazıları başkalarına yardım etmeye dönük kimi sağcı emellerle, bazıları da ayrıcalıklı bir sınıfa mensup olma arzusuyla hareket eden Batı dünyasının önde gelen liderleri, kollektivizm dediğimiz şeyin farklı versiyonları uğruna özgürlük modelini terk etmiş durumdadırlar.

Size bugün kollektivist deneylerin dünya vatandaşlarını etkileyen sorunlara asla çözüm olmadığını, tam aksine bunların nedeni olduğunu söylemek için burada bulunuyoruz. İnanın bana, bu iki meseleye biz Arjantinlilerden daha iyi tanıklık edecek başka kimse yoktur.

1860’larda özgürlük modelini benimsediğimizde, 35 yıl içinde birinci dünya gücü haline gelmiştik; kollektivizmi benimsediğimiz son 100 yılda ise vatandaşlarımızın sistematik olarak nasıl fakirleşmeye başladığını ve dünyada 140. sıraya düştüğünü gördük. Ancak bu tartışmaya girişmeden önce, serbest girişimci kapitalizmin dünyada yoksulluğu sona erdirmek için neden sadece mümkün bir sistem değil, aynı zamanda bunu başarmak için –ahlâki olarak arzu edilir- tek sistem olduğunu destekleyen verileri görmemiz önemlidir.

Ekonomik ilerlemenin tarihine bir göz atacak olursak, başlangıçtan yaklaşık 1800 yılına kadar dünyanın kişi başına düşen GSYH’sının referans dönemi boyunca neredeyse sabit kaldığını görebiliriz. İnsanlık tarihi boyunca ekonomik büyümenin evrimini gösteren bir grafiğe bakacak olursanız, zamanın yüzde 90’ında adeta bir hokey sopası şeklinde dümdüz seyreden, 19. yüzyıldan itibaren ise katlanarak artan üstel bir fonksiyona sahip bir grafik görürsünüz. Söz konusu durgunluk tarihinin tek istisnai kısmı 15. yüzyılın sonunda Amerika’nın keşfiyle ortaya çıkmıştır. Bu istisna dışında ise, sıfır yılı ile 1800 yılı arasındaki bütün dönem boyunca, küresel düzeyde kişi başına düşen GSYH durağan kalmıştır.

Kapitalizm, ekonomik bir sistem olarak benimsendiği andan itibaren sadece bir servet patlaması yaratmakla kalmamıştır; veriler analiz edildiğinde görülen odur ki büyüme bütün bir dönem boyunca hızlanarak devam etmiştir.

Dönem boyunca -sıfır yılından 1800 yılına kadar- kişi başına GSYH büyüme oranı yıllık yüzde 0,02 civarında sabit kalmıştır. Yani, fiilen büyüme yoktur. 19. yüzyılda Sanayi Devrimi ile birlikte büyüme oranı yüzde 0,66’ya yükselmiştir. Bu oranla, kişi başına düşen GSYH’nın iki katına çıkması için 107 yıllık büyüme gerekmektedir.

Şimdi, 1900 ile 1950 arasındaki döneme bakarsak, büyüme oranı hızlanarak yıllık yüzde 1,66’ya çıkmıştır. Kişi başına düşen GSYH’yı iki katına çıkarmak için artık 107 yıla değil, 66 yıla ihtiyacımız vardır. 1950-2000 yılları arasındaki dönemi ele alırsak şayet, büyüme oranının yıllık yüzde 2,1 olduğunu görürüz ki, bu da sadece 33 yılda dünyanın kişi başına GSYH’sını iki katına çıkarabileceğimiz anlamına gelir. Bu eğilim, durmak bir yana, bugün de hayatiyetini korumaktadır. Eğer 2000 ile 2023 yılları arasındaki dönemi ele alırsak, büyüme hızı tekrar yıllık yüzde 3’e çıkmıştır ki, bu da dünyada kişi başına düşen gelirimizi sadece 23 yılda iki katına çıkarabileceğimiz anlamına gelmektedir.

Şimdi, 1800 yılından günümüze kadar kişi başına düşen GSYH incelendiğinde, Sanayi Devrimi’nden sonra dünyada kişi başına düşen GSYH’nın 15 kattan fazla arttığı ve dünya nüfusunun yüzde 90’ını yoksulluktan kurtaran bir zenginlik patlaması yarattığı görülmektedir.

Asla unutmamalıyız ki, 1800 yılında dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 95’i en aşırı düzeyde yoksulluk içinde yaşarken, bu rakam -pandemi öncesinde- 2020 yılına kadar yüzde 5’e düşmüştür.

Buradan çıkan sonuç açıktır: sorunlarımızın nedeni olmak bir yana, bir ekonomik sistem olarak serbest girişimci kapitalizm, tüm gezegende açlık, yoksulluk ve evsizliği sona erdirmek için sahip olduğumuz yegâne araçtır. Empirik [tecrübeye dayalı] kanıtlar tartışılmazdır.

Bu nedenle, serbest piyasa kapitalizminin -verimlilik açısından- daha üstün olduğuna şüphe olmadığından, solcu takıntı kapitalizme ahlâki sorunları üzerinden, –kendilerine göre-ahlâki sıkıntıları olduğu için saldırmıştır ki, bu adil değildir.

Kapitalizmin kötü olduğunu, çünkü bireyci olduğunu; kollektivizmin ise iyi olduğunu, çünkü diğerlerini gözettiğini, diğerkâmcı olduğunu söylüyorlar. Dolayısıyla ‘sosyal adalet’ için mücadele ediyorlar. Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana moda olan bu kavram, benim ülkemde 80 yılı aşkın bir süredir siyasi söylemin değişmez bir parçasıdır. Oysa mesele şudur ki, sosyal adalet adil olmadığı gibi, genel refaha da katkıda bulunmaz; tam tersine, özünde adaletsiz bir fikirdir, çünkü şiddet içerir. Adil değildir, çünkü devlet vergilerle finanse edilir, vergiler de zorla toplanır. Gönüllü olarak vergi ödediğimizi söyleyebilecek biri var mı aramızda? Bu da devletin icbar yoluyla finanse edildiği, vergi yükü arttıkça zorlamanın da artacağı, özgürlüğün azalacağı anlamına gelir.

Sosyal adaleti savunanlar, tüm ekonominin farklı bir şekilde de dağıtılabilecek bir pasta olduğu fikrinden yola çıkarlar. Oysa bu pasta verili bir şey değildir, -örneğin Israel Kirzner’in piyasayı ‘keşif süreci’ olarak adlandırdığı şekilde- bu pasta üretilen bir zenginliktir. Bir şirketin sunduğu mal veya hizmet istenmiyorsa, o şirket piyasanın talep ettiği şeye uyum sağlamadığı sürece iflas eder. İyi ve cazip bir fiyata iyi kalitede bir ürün üretirse, bu defa da iyi iş çıkaracak ve daha fazla üretecektir.

Dolayısıyla piyasa, kapitalistin doğru yönü yol boyunca giderken bulduğu bir keşif sürecidir; ama devlet kapitalisti başarılı olduğu için cezalandırır da bu keşif sürecinde onu engellerse şayet, onun özendiricilerini yok eder. Bunun sonuçları ise onun daha az üretmesi, pastanın daha küçük olması, bir bütün olarak topluma da zarar vermesidir.

Kollektivizm, bu keşif süreçlerini engelleyerek ve keşfedilen şeylerin sahiplenilmesini zorlaştırarak girişimcinin elini kolunu bağlar, daha iyi mallar üretmesini ve daha iyi hizmetleri daha iyi bir fiyata sunmasını imkânsız hale getirir. O halde nasıl oluyor da akademi, uluslararası kuruluşlar, siyaset ve ekonomi teorisi, dünya nüfusunun yüzde 90’ını aşırı yoksulluktan kurtarmakla kalmayıp… bunu gittikçe daha hızlı şekilde yapan, aynı zamanda da adil ve ahlâki açıdan daha üstün olan bir ekonomik sistemi şeytanlaştırıyor?

Serbest girişimci kapitalizm sayesinde bugün dünya en iyi durumundadır. İnsanlık tarihi boyunca, bugün içinde yaşadığımız dönemden daha büyük bir refah dönemi hiçbir zaman yaşanmamıştır. Bugün dünya, tarihimizin herhangi bir döneminde olduğundan daha özgür, daha zengin, daha barışçıl ve daha müreffehtir. Bu herkes için geçerlidir, ancak özellikle özgür olan, ekonomik özgürlüğe ve bireylerin mülkiyet haklarına saygı gösteren ülkeler için geçerlidir. Çünkü özgür olan ülkeler, baskı altında olanlardan 12 kat daha zengindir. Özgür ülkelerdeki nüfusun gelir dağılımında en alt yüzde onluk dilimi, baskı altındaki ülkelerdeki nüfusun yüzde 90’ından daha iyi durumdadır; yoksulluk 25 kat, aşırı yoksulluk ise 50 kat daha azdır. Bunun üstüne, özgür ülkelerin vatandaşları baskı altındaki ülkelerin vatandaşlarından yüzde 25 daha uzun yaşamaktadır.

Şimdi, buraya neyi savunmak için geldiğimizi anlamak için, liberteryenizmden bahsederken ne kastettiğimizi açıklığa kavuşturmak önemlidir. Bunu tanımlamak için, özgürlük fikirlerinin o büyük kahramanı Arjantinli Profesör Alberto Benegas Lynch Jr.’ın sözlerine müracaat ediyorum: “liberteryenizm, saldırmazlık ilkesine dayanan; hayat, hürriyet ve mülkiyet hakkını savunan; temel kurumları özel mülkiyet, devlet müdahalesinden azade piyasalar, serbest rekabet, iş bölümü ve sosyal işbirliği olan; başarının yalnızca başkalarına daha kaliteli veya daha iyi bir fiyata mal sunarak elde edildiği; başkalarının yaşam projesine sınırsız saygıdır.”

Başka bir deyişle, kapitalist, başkalarının servetine el koymak bir yana, genel refaha katkıda bulunan toplumsal bir hayırseverdir. Nihayetinde, başarılı bir işadamı bir kahramandır.

Geleceğin Arjantin’i için bizim önerdiğimiz model budur. Özgürlükçülüğün temel ilkelerine dayanan bir model: hayat, hürriyet ve mülkiyetin savunulması.

Şimdi, serbest girişimci kapitalizm ve ekonomik özgürlük dünyadaki yoksulluğu sona erdirmek için olağanüstü araçlar olmuşsa, üstelik bir de bugün kendimizi insanlık tarihinin en iyi anında buluyorsak şayet, o zaman neden Batı’nın tehlikede olduğunu söylüyorum ki ben?

Batı’nın tehlikede olduğunu söylüyorum; çünkü serbest piyasa ve özel mülkiyet değerleri ile özgürlükçülüğün diğer kurumlarını savunması gereken ülkelerde, siyasi ve ekonomik kurulu düzenin kimi kesimleri, -bazıları teorik çerçevelerindeki sakatlık, bazıları da iktidar hırsı nedeniyle- özgürlükçülüğün temellerinin altını oymakta, sosyalizme kapı açmakta ve potansiyel olarak bizi yoksulluğa, sefalete ve durgunluğa mahkûm etmektedir.

Çünkü asla unutulmamalıdır ki, her zaman ve her yerde yoksullaştırıcı bir olgu olan sosyalizm, denendiği bütün ülkelerde başarısızlığa uğramıştır. Sosyalizm ekonomik açıdan bir başarısızlıktı. Sosyal açıdan bir başarısızlıktı. Kültürel bir başarısızlıktı. Ayrıca 100 milyondan fazla insanı da katletmişti.

Bugün Batı’nın temel sorunu, sadece -[Berlin] duvarının yıkılmasından ve ezici empirik kanıtlardan sonra bile- yoksullaştırıcı sosyalizm için savaşmaya devam edenler ile değil; aynı zamanda yanlış bir teorik çerçeveye dayanarak, bize tarihimizdeki en büyük zenginlik ve refah artışını sağlayan sistemin temellerini baltalayan kendi liderlerimiz, düşünürlerimiz ve akademisyenlerimiz ile de yüzleşmek zorunda olmamızdır.

Atıfta bulunduğum teorik çerçeve, istemeden de olsa devlet müdahalesi, sosyalizm ve toplumun bozulması için işlevsel hale gelen bir araç tasarlayan neoklasik ekonomi teorisinin çerçevesidir. Neoklasiklerin sorunu, âşık oldukları model gerçeklikle örtüşmediği için, modellerinin öncüllerini gözden geçirmek yerine, hatayı sözde piyasa başarısızlıklarına atfetmeleridir.

Sözde piyasa başarısızlığı bahanesiyle getirilen düzenlemeler, sadece fiyat sisteminde çarpıklıklar yaratarak iktisadi hesaplamayı ve dolayısıyla tasarruf, yatırım ve büyümeyi engellemektedir.

Bu sorun esasen sözde liberteryen iktisatçıların bile piyasanın ne olduğunu anlamamasından kaynaklanmaktadır; zira anlaşılmış olsaydı şayet, piyasa başarısızlıkları gibi bir şeyin var olmasının imkânsız olduğu hemen görülecekti.

Piyasa, bir grafik üzerindeki arz ve talep eğrisi değildir. Piyasa, insanların gönüllü olarak alışveriş yaptığı bir sosyal işbirliği mekanizmasıdır. Dolayısıyla, bu tanım göz önüne alındığında, piyasa başarısızlığı bir oksimorondur.* Piyasa başarısızlığı diye bir şey yoktur.

Eğer işlemler [akitler/sözleşmeler] gönüllülük esasına dayanıyorsa şayet, piyasa başarısızlığının söz konusu olabileceği tek durum, zorlamanın olmasıdır. Genelleştirilmiş bir tarzda icbar kapasitesine sahip olan tek merci de, şiddet tekeline sahip olan devlettir. Dolayısıyla, birileri piyasada bir başarısızlık olduğunu düşünüyorsa, ortamda devlet müdahalesi olup olmadığını kontrol etmelerini tavsiye ederim. Ortamda devlet müdahalesi olmadığını tespit ederlerse şayet, o zaman da analizi tekrar yapmalarını öneririm, çünkü bu analiz kesinlikle yanlıştır. Piyasa başarısızlıkları diye bir şey yoktur.

Neoklasiklerin tanımladığı varsayılan piyasa başarısızlıklarına bir örnek, ekonominin yoğunlaşmış yapılarıdır. Ancak “ölçeğe göre artan getiri” sunan fonksiyonlar olmadan, ki bunların muadilleri ekonominin yoğunlaşmış yapılarıdır, 1800 yılından günümüze ekonomik büyümeyi açıklayamayız.

Bakın ne kadar ilginç. 1800 yılından itibaren nüfus 8-9 kattan fazla artarken, kişi başına düşen hâsıla 15 kattan fazla artmıştır. Aşırı yoksulluğu %95’ten %5’e düşüren “artan getiriler” söz konusudur. Ancak, artan getirinin varlığı, tekel olarak adlandırılabilecek yoğunlaşmış yapılara işaret etmektedir.

Neoklasik teorisyenler için, bu kadar refah yaratan bir şey nasıl olur da bir piyasa başarısızlığı olabilir? Neoklasik iktisatçılar, kutunun dışına çıkın artık. Bir model başarısız olduğunda, realiteye kızmak zorunda değilsiniz; o modele kızmak ve onu değiştirmek zorundasınız.

Neo-klasik modelin karşı karşıya kaldığı ikilem, başarısızlık olarak gördükleri noktalara saldırarak piyasanın işleyişini mükemmelleştirmek istediklerini söylemeleri; ama bunu yapmakla sadece sosyalizme kapı aralamakla kalmayıp, aynı zamanda ekonomik büyümeyi de tehdit etmeleridir.

Örneğin, tekelleri regüle etmek, kârlarını yok etmek ve artan getirileri ortadan kaldırmak ekonomik büyümeyi otomatik olarak yok edecektir.

Başka bir deyişle, piyasanın ne olduğunu bilmediğiniz ya da başarısız bir modele âşık olduğunuz için, piyasanın sözde başarısızlığını düzeltmek istediğiniz her seferinde, kaçınılmaz olarak sosyalizmin kapılarını açıyor ve insanları yoksulluğa mahkûm ediyorsunuz.

Ancak, devlet müdahalesinin zararlı olduğuna dair teorik kanıtlar ve başarısız olduğuna dair empirik kanıtlar karşısında -başka türlü de olamazdı zaten- kollektivistlerin önereceği çözüm daha fazla özgürlük değil, daha fazla düzenlemedir; hepimiz daha fakir olana ve hepimizin hayatı lüks bir ofiste oturan bir bürokrata bağlı olana kadar aşağı doğru bir regülasyonlar sarmalı yaratan türden bir düzenleme.

Kollektivist modellerin büyük başarısızlığı ve özgür dünyanın inkâr edilemez ilerlemeleri karşısında, sosyalistler gündemlerini değiştirmek zorunda kalmışlardır. Ekonomik sisteme dayalı sınıf mücadelesini bir yana bırakıp, onun yerine toplum hayatına ve ekonomik büyümeye aynı derecede zararlı olan diğer sözde sosyal çatışmaları koymuşlardır.

Bu yeni savaşların ilki, kadın ile erkek arasındaki saçma ve doğal olmayan mücadeleydi.

Liberteryenizm zaten cinsiyetler arasında eşitliği tesis etmektedir. İnancımızın temel taşı, bütün insanların eşit yaratıldığını, hepimizin yaratıcı tarafından bahşedilen ve aralarında hayat, hürriyet ve mülkiyetin de bulunduğu, aynı devredilemez haklara sahip olduğumuzu söyler.

Radikal feminizmin söz konusu gündeminin dönüştüğü tek şey, devletin ekonomik süreci engellemek için daha fazla müdahale etmesi ve topluma hiçbir katkıda bulunmayan bürokratlara iş vermesidir; ister kadın bakanlıkları, isterse bu gündemi desteklemeye adanmış uluslararası örgütler biçiminde olsun.

Sosyalistlerin gündeme getirdiği bir başka çatışma da, insanın doğaya karşı giriştiği çatışmadır. İnsanların gezegene zarar verdiğini, onunsa ne pahasına olursa olsun korunması gerektiğini savunuyor, hatta nüfus kontrol mekanizmalarını veya kürtajın kanlı gündemini savunacak kadar ileri gidiyorlar.

Ne yazık ki, bu zararlı fikirler toplumumuza güçlü bir şekilde nüfuz etmiştir. Neo-Marksistler Batı’nın sağduyusunu nasıl kullanacaklarını çok iyi bilmektedirler. Bunu da medyayı, kültürü, üniversiteleri ve evet, uluslararası örgütleri ele geçirerek başarmışlardır.

Neyse ki bizlerden sesini yükseltmeye cesaret edenlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Çünkü bu fikirlerle doğrudan mücadele etmezsek, tek olası kaderin giderek daha fazla devlet, daha fazla düzenleme, daha fazla sosyalizm, daha fazla yoksulluk, daha az özgürlük ve sonuç olarak da daha kötü bir yaşam standardına sahip olmak olduğunu görüyoruz.

Batı, ne yazık ki, çoktan bu yola girmiş durumdadır. Batı’nın sosyalizme yöneldiğini öne sürmenin pek çok kişiye saçma gelebileceğini biliyorum. Ancak bu sadece, sosyalizmin, devletin üretim araçlarının sahibi olduğu bir ekonomik sistem olduğunu belirten geleneksel iktisadi tanımıyla sınırlı kalındığı ölçüde saçmadır.

Oysa bu tanım, bize göre, günümüz koşullarına göre güncellenmelidir. Günümüzde, bireylerin yaşamlarının her yönünü kontrol etmek için, devletlerin üretim araçlarını doğrudan kontrol etmesine gerek yoktur.

Sözde “piyasa başarısızlıklarını” düzeltmek için kullanılan para basma, borçlanma, sübvansiyonlar, faiz oranı kontrolü, fiyat kontrolleri ve düzenlemeler gibi araçlarla milyonlarca insanın kaderini devletler kontrol edebilmektedirler.

Batı ülkelerinin çoğunda genel kabul gören siyasi tekliflerin önemli bir kısmının, farklı isimler veya biçimler altında, kollektivist varyantlar olduğu noktaya işte bu şekilde geliyoruz.

Bunlar ister kendilerini açıkça komünist ilan etsinler, ister faşist, nazist, sosyalist, sosyal demokrat, nasyonal sosyalist, Hıristiyan demokrat, neo-Keynesyen, ilerici, popülist, milliyetçi ya da küreselci ilan etsinler.

Derinlerde arada önemli farklılıklar yoktur: hepsi de devletin bireylerin yaşamlarının tüm yönlerini idare etmesi gerektiğini düşünmektedir. Hepsi de insanlığı tarihindeki en muhteşem ilerlemeye götüren modelin tam tersi bir modeli savunmaktadır.

Bugün buraya diğer Batılı ülkeleri de refah yoluna geri dönmeye davet etmek için geldik. Ekonomik özgürlük, sınırlı devlet ve özel mülkiyete sınırsız saygı, ekonomik büyüme için temel unsurlardır.

Kollektivizmin ürettiği bu yoksullaşma olgusu bir fantezi değildir. Kadercilik de değildir. Biz Arjantinlilerin çok iyi bildiği bir gerçekliktir.

Çünkü biz bunu zaten yaşadık. Bunu zaten tecrübe etmiş durumdayız. Çünkü daha önce de söylediğim gibi, bizi zengin eden özgürlük modelini terk etmeye karar verdiğimizden beri, her geçen gün daha da fakirleştiğimiz aşağı doğru bir sarmalın içine hapsolmuş durumdayız.

Biz bunu yaşadık. Özgürlük modeliyle zenginleşen Batı ülkeleri bu kölelik yolunda devam ederse şayet, neler olabileceği konusunda sizi uyarmak için buradayız.

Arjantin örneği, ne kadar zengin olduğunuzun, ne kadar doğal kaynağa sahip olduğunuzun, nüfusun ne kadar eğitimli olduğunun ya da merkez bankasının kasasında ne kadar külçe altın bulunduğunun önemli olmadığının tecrübeye dayalı bir kanıtıdır.

Piyasaların serbest işleyişini, serbest rekabeti, serbest fiyatlandırma sistemlerini engelleyen önlemler alınırsa, ticaret engellenirse, özel mülkiyete saldırılırsa şayet, mümkün olan tek kader yoksulluktur.

Son olarak, burada bulunan bütün işadamlarına ve yeryüzünün her köşesinden bizi izleyenlere bir mesaj bırakmak istiyorum.

Siyasi kastın ya da devletten geçinen asalakların gözünüzü korkutmasına izin vermeyin. Sadece iktidarda kalmak ve ayrıcalıklarını sürdürmek isteyen bir siyasi sınıfa teslim olmayın.

Sizler toplumsal hayırseverlersiniz. Sizler kahramanlarsınız. Bugüne kadar yaşadığımız en olağanüstü refah döneminin yaratıcıları sizlersiniz. Kimse size hırsınızın ahlâk dışı olduğunu söylemesin. Eğer para kazanıyorsanız, bunun nedeni, daha iyi bir ürünü daha iyi bir fiyata sunmanız ve böylece genel refaha katkıda bulunmanızdır.

Devletin ilerleyişine teslim olmayın. Devlet çözüm değildir. Devlet sorunun ta kendisidir.

Bu hikâyenin gerçek kahramanları sizlersiniz; şunu bilin ki, bugünden itibaren Arjantin Cumhuriyeti’nde sarsılmaz bir müttefike sahipsiniz.

Çok teşekkürler, yaşasın özgürlük.

Çeviri: Prof. Dr. Mustafa Acar


* Oksimoron (xymoron): Birbiriyle çelişen, birbiriyle tezat teşkil eden; bir arada, yanyana olmaları pek mümkün olmayan, birbirini dışlayan. (çev.)

Shares:

Okumaya Devam Edin

Blog

ÖAD 7. Yıl Konuşması

Kurucularımızdan Prof. Dr. Mustafa Erdoğan'ın Özgürlük Araştırmaları Derneği'nin 7. Kuruluş Yıldönümü vesilesiyle 16 Ekim 2021 tarihinde tarihinde yapılan toplantıda okuduğu konuşma metni: Türkiye’nin kabaca 2011 yılından itibaren toplumsal ve siyasal