Devlet yönetiminin halkın rıza ve onayına dayanmasından, ‘’demokrasi’’den filan sitayişle bahsetmemize bakmayın, aslında devletlerin varlığı biz yönetilenlerin istek ve irademizden bağımsızdır. Devletler ne sözleşmeci teorisyenlerin varsaydıkları gibi birer ‘’sosyal sözleşme’’yle, hatta ne de herhangi bir şekilde yönetilenlerin rızasıyla kurulmuşlardır. Devletler yönetilenler için birer emri vâki veya oldu-bitti olarak vardırlar. Yani devlet ‘’bizim’’ değil, biz ‘’devletin’’izdir. Kısaca, yönetilenler devletleri kurmaz, fakat kendilerini şu veya bu şekilde devletin tebaası olarak bulurlar.
Aslında, devletlerin çoğu fetih, gasp veya yağmanın veya mevcut devletlerin bölünmesinin sonucunda ortaya çıkmışlardır. Bu da demektir ki devletleri asıl karakterize eden ‘’hizmet’’ değil güçtür. Max Weber devletin mahiyetini gayet doğru kavramıştı: Devlet özünde bir şiddet tekelidir. Onun amacı da kendisini idame ettirmektir, yoksa yönetilenlere hizmet etmek değil. Dünyanın herhangi bir yerinde sahiden halka hizmet etmek amacıyla kurulan bir devlet varsa, bunu mutlu bir istisna saymak gerekir. Çünkü, devletler esas olarak onları kuranların ve bilâhare iktidarı ele geçiren veya elinde tutanların çıkarlarına hizmet ederler.
Devletin amacının topluma hizmet etmek olduğu düşüncesi iktidar sahipleri bakımından ‘’asil bir yalan’’, bir devletin tebaası olmamak gibi bir seçeneği bulunmayan biz insanlar için ise bir hüsn-ü kuruntu veya avuntudur. Gerçi, devletin amacının topluma hizmet etmek olduğu tam bir yalan da değildir; çünkü, bunun şu veya bu şekilde bir karşılığı vardır. Yani gerçekte her devlet topluma iyi-kötü bazı ‘’hizmetler’’ sunar. Fakat mesele şu ki, bunun nedeni devletin yönetilenlere karşı ‘’hayırhah’’ olması, onların iyiliğini düşünmesi değil, fakat varlığını idame ettirmek için yönetilenlerin ‘’gönüllerini kazanma’’ya ihtiyaç duymasıdır. ‘’Hizmet aracı olarak devlet’’ illüzyonu ise yönetilenlerin devletin mahiyetini kavrama ihtimalinin önüne perde çekmektedir.
Öte yandan, merkezî bir güç organizasyonunun ‘’devlet’’ olarak tanınması için de onun yönetilenlerin bazı temel ihtiyaçlarını karşılaması beklenir. Aslında, bu ihtiyaçları karşılayan ‘’hizmetler’’ devletin cebir tekeline sahip olmasının bir fonksiyonudurlar. Başka bir deyişle, devlet için kendi egemenlik alanında iç ve dış güvenliği sağlaması ve kişiler arasındaki uyuşmazlıkları çözmesi ‘’ülkesi’’ üzerindeki kontrolünü ve güç tekelini sağlamak bakımından kaçınılmazdır. Aksi halde devlet olamaz veya daha doğrusu kendisine devlet nazarıyla bakılamazdı.
Kısaca, devletlerin varlığı biz yönetilenlerin istek ve irademizden bağımsızdır. Ancak, eğer ‘’devlet aslında ne için vardır?’’ diye sorulsa, herhalde çoğu kimse şu cevabı verecektir: Devlet toplumun ortak ihtiyaçlarını karşılayacak hizmetleri sağlamak için vardır. Peki bunlar nedir derseniz, ilk akla gelen –teknik ifadesiyle- ‘’kamusal mal ve hizmetler’’ olacaktır. Bunlar da, malûm, savunma ve iç güvenlik (ve kamu düzeni) ve nihayet yargısal adalettir. Liberteryen anarşistler dışında herkes kamusal malların piyasa tarafından karşılanamayacağını kabul eder. Çoğu insan ayrıca sermaye veya teknoloji yetersizliği vb. nedenlerle özel firmalar tarafından üretilmesi mümkün görülmeyen ulaşım ve enerji sektöründeki kimi altyapı hizmetlerinin de devletçe tedarikini gerekli görür.
Fakat günümüzde devletin görev alanı bundan daha geniş olarak anlaşılmakta ve bu çerçevede devletin yurttaşlar arasında kaynak ve gelir transferi yapmaya da yetkili olduğuna yaygın olarak inanılmaktadır. Gelirin bu şekilde yeniden dağıtılmasının pratik anlamı bazı toplum kesimlerinin devletçe kayırılmasıdır. Her ne kadar yeniden dağıtımcılığın toplumun dezavantajlı kesimlerini desteklemeyi amaçladığı ileri sürülse de, uygulamada bu politikalar ya uyanık bir orta sınıfın yoksullar ve zenginler aleyhine palazlanmasıyla, ya da siyasî iktidarların bunu kendi taraftarlarına haksız avantaj sağlamak için kullanmalarıyla sonuçlanmaktadır.
Türkiye’de ise devlet öteden beri onu kontrol edenler için geçim ve zenginlik kaynağı olagelmiştir (Türkiye’de devlet ayrıca, onur ve şerefin de birinci kaynağıdır). İlginç olan, son yıllarda bunun tamamen devletten geçinme ve (kendi tabanını) geçindirme derecesine varmış olmasıdır. AKP iktidarı döneminde doğrudan doğruya devlet desteğiyle sermayenin önemli ölçüde el değiştirmesi sağlanmıştır. İktidar partisi kendi toplumsal desteğini artırmak ve konsolide etmek için sadece genelin refahına tahsis edilmesi öngörülen stoku keyfî biçimde kendi taraftarlarına dağıtmakla yetinmemekte, aynı kayırmacılığı birçok altyapı hizmetinin tedarikini de münhasıran kendisini destekleyen iş çevreleri eliyle yapılandırmak suretiyle de sürdürmektedir. Buna, AKP’nin dünya görüşü, ideoloji ve hayat tarzı itibariyle kendisinden farklılaşanları devlet kadrolarından dışlamak suretiyle, (yargı dahil) bürokrasiyi partileştirmesinin ekonomi-politiğini de eklemek gerekiyor.