Karbon ayak izi, bir kişi, kurum veya ülkenin her türlü faaliyeti sonucu atmosfere saldığı sera gazı miktarını ifade eder. Birim karbondioksit (CO2) cinsinden ifade edilen karbon ayak izi; birincil karbon ayak izi ve ikincil karbon ayak izi olmak üzere iki ana bölümden oluşmaktadır. Birincil karbon ayak izi, evsel enerji tüketimi ve ulaşım dahil olmak üzere fosil yakıtların yanmasından ortaya çıkan doğrudan CO2 emisyonunu ifade ederken ikincil karbon ayak izi, kullanılan ürünlerin üretiminden bozunmalarına kadar geçen süreçte meydana gelen CO2 emisyonunu ifade etmektedir. 

Örneğin; bir ürünün karbon ayak izi, yaşam döngüsünün başından sonuna kadar, gerekli hammaddelerin elde edilmesi, taşınması, işlenmesi, ürüne dönüştürülmesi, satılacağı yere ulaştırılması, kullanımı, çöpe atılması veya geri dönüştürülmesi süreçleri boyunca salınan sera gazlarının tamamını kapsar. Karbon ayak izi, üretilen sera gazı miktarı açısından insan faaliyetlerinin çevreye verdiği zararın bir ölçüsüdür ve küresel ısınma ve iklim değişikliğinin en önemli nedenlerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC), iklim üzerinde insan kaynaklı tehlikeli müdahaleleri önleyerek atmosferdeki sera gazı oranlarını düşürmeyi ve bu gazların olumsuz etkilerini en aza indirerek belli bir seviyede tutmayı amaçlayan ilk uluslararası çevre anlaşması olup, 1992 yılında Rio de Janeiro’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda kabul edilmiş, neredeyse tüm dünya ülkelerinin taraf olması ile 1994 yılında yürürlüğe girmiştir. Sözleşmenin yaptırım gücü düşük olsa da, sonraki yıllarda imzalanan anlaşma ve protokollerin temelini oluşturması bakımından önemlidir.

BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) kapsamında, taraflar her yıl BM İklim Değişikliği Konferansları (Conference of the Parties, COP) adı altında bir araya gelerek, iklim krizi ile mücadele etmek için hedefler belirlemekte ve gelişmeleri değerlendirmektedir. Bu konferanslar sırasında, bazı yıllarda önemli protokol ve anlaşmalar imzalanmıştır. Bu protokol ve anlaşmalardan ilki, 1997 yılında Japonya’nın Kyoto kentinde düzenlenen COP3’te kabul edilen ve 2005 yılında yürürlüğe giren Kyoto Protokolü’dür. Bu protokol, gelişmiş ülkelerin emisyon azaltım hedeflerini sayısal olarak belirleyen ilk uluslararası anlaşmadır.

Kyoto Protokolü’nün ilk hedefi, 2008 ila 2012 yılları arasında sera gazı emisyonlarının 1990 seviyesine kıyasla ortalama %5 düşürmek olarak belirlenmiştir. Ancak en büyük sera gazı emisyonu yaratan ülkelerin başında gelen ve 1990’da emisyonların %36,1’ini oluşturan ABD, Protokol’ü imzalasa da, emisyon azaltımının ekonomisine vereceği potansiyel zarar nedeniyle hiçbir zaman Senato onayına sunmamıştır. Kanada ise, 1990 seviyesinin %6 altına düşürmeyi taahhüt etmiş ancak 2009 yılına gelindiğinde 1990 seviyesinin %17 üstünde kalması nedeniyle 2012 yılında taraf olmaktan vazgeçmiş ve Protokol’den çekilmiştir. Sonuç olarak, emisyon oranı oldukça yüksek olan her iki ülkede de Protokol’ün imzalanmasından bu yana sera gazı emisyonu azalmamış, aksine artış göstermiştir.

2009 yılında düzenlenen Kopenhag Zirvesi’nde (COP15) gelişmiş ekonomiler, gelişmekte olan ülkelerin hem iklim değişikliğine adapte olabilmeleri hem de karbon emisyonlarını azaltabilmeleri için 2020 yılına kadar çeşitli kaynaklardan yıllık 100 milyar dolar destek sağlamayı hedef olarak belirlemişlerdir. Ancak OECD’nin bir raporuna göre; 2020 yılı itibariyle bu hedefe erişilememiş, çeşitli kaynaklar yerine büyük oranda borç olarak sağlanmış ve toplanabilen finansmanın büyük kısmının adaletsiz bir şekilde düşük gelirli veya iklim değişikliğinden en çok etkilenen ülkeler yerine borç alabilen orta gelirli ülkelere sağlandığı görülmüştür.

İklim kriziyle mücadelede önemli bir adım olarak kabul edilen Paris İklim Anlaşması ise, 2015 yılında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nda (COP21) 195 tarafın katılımı ile imzalanmıştır. İnsan kaynaklı sera gazı salımlarının neden olduğu küresel sıcaklık artışını uzun vadede, sanayileşme öncesi döneme kıyasla 2 santigrat derecenin altıyla sınırlamayı ve hatta 1,5 santigrat dereceye indirmeyi hedefleyen, ülkeleri iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak ve uyum sağlamak için çalışmaya teşvik etmeyi amaçlayan ve ülkelerin iklim değişikliğiyle mücadeleye “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ve göreceli kabiliyetler” ilkesi çerçevesinde katkıda bulunmalarını düzenleyen etkili bir anlaşmadır. 2016 yılında yürürlüğe girmiş ve Türkiye 2021 yılında anlaşmayı onaylamıştır. Anlaşma, küresel ısınmayı belirlenen seviyede tutabilmek için “düşük sera gazı emisyonları ve iklime dirençli kalkınma yolunda tutarlı bir finansman akışı” sağlamayı öngörmektedir. Ancak, gelinen noktada tüm dünya ülkeleri Paris Anlaşması hedeflerinin çok gerisinde kalmıştır.

2021 yılında Glasgow’da düzenlenen 26. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP26), iklim kriziyle mücadelede önemli bir dönüm noktası olarak görülmüştür. Konferansta, taraflar, Paris Anlaşması’nda belirlenen hedeflere ulaşmak için daha fazla çaba göstermeyi ve sera gazı emisyonlarını azaltmayı taahhüt etmişlerdir. Konferansın en dikkat çekici sonucu ise, Glasgow İklim Paktı olarak adlandırılan bir sonuç metni yayınlamış olmalarıdır. Bu metinde ilk kez yıllık karbondioksit emisyonlarının yüzde 40’ından sorumlu olan kömür ve fosil yakıtların kullanımının azaltılması konusunda somut ifadeler yer almıştır.  taahhüt edilmiştir. Glasgow İklim Paktı’na göre, taraflar, yeni kömür santrallerine yatırım yapmayı durdurmayı, mevcut kömür santrallerini 2030’larda büyük ekonomiler için ve 2040’larda daha az gelişmiş ülkeler için kademeli olarak kapatmayı, temiz enerjiye geçiş için finansman sağlamayı ve karbon yakalama teknolojilerini kullanmayı kabul etmişlerdir. Ancak, bu taahhütlerin uygulanması konusunda bazı sorunlar ve zorluklar ortaya çıkmıştır. 

Örneğin, Çin ve Hindistan gibi karbon salınımı yüksek ülkeler, kömür ve fosil yakıtların kullanımını “kademeli olarak durdurmak” yerine “kademeli olarak azaltmak” şeklinde değiştirmek için baskı yapmışlar ve bu da kararın etkinliğini zayıflatmıştır. Ayrıca, aralarında ABD’nin de bulunduğu 20 ülkeden oluşan bir grup, 2022 yılı sonuna kadar kömürle çalışan projeler de dahil olmak üzere “kesintisiz” fosil yakıt projelerine yönelik kamu finansmanını sona erdirme sözü vermiş ancak yasak yalnızca uluslararası projeler için geçerli kabul edilmiş, yerli projeler yasak kapsamı dışında bırakılmıştır. Bu durum, büyük aktörlerin isteksizliğini ve iklim değişikliğiyle mücadelede yeterli sorumluluk almadığını bir kez daha göstermiştir. Konferans sonucu gelinen nokta birçok katılımcı nezdinde hayal kırıklığı olmuştur.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres, onaylanan metnin tavizler içerdiğini belirterek şöyle demiştir: “Bu metin, günümüz dünyasındaki çıkarları, koşulları, çelişkileri ve politik iradenin durumunu yansıtıyor. Önemli bir adım ama yeterli değil. Bazı derin çelişkileri aşmak için kolektif politik irade yeterli olmadı.” Bu ifade, özellikle gelişmiş ülkelerin karbon emisyonları ve iklim değişikliği konusundaki ikiyüzlü tutumlarının bir özetidir.

30 Kasım 2023 tarihinde Birleşik Arap Emirlikleri’nde başlayacak olan 28. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP28), aynı şekilde taraf ülkelerin Paris Anlaşması hedeflerinden ne kadar uzakta oldukları ve neler yapılabileceği konusunu ana gündem maddesi olarak ele alacaktır. Konferansın hemen öncesinde, karbon emisyonları daha düşük olmasına rağmen iklim değişikliğinden daha fazla etkilenen Afrikalı ülkelerin düzenlediği Afrika İklim Zirvesi’nde de, gelişmiş ülkelerin kendi iklim hedeflerini yerine getirmemiş olmalarının yanı sıra verdikleri sözleri de tutamadıkları vurgulanmış, gelişmiş ülkelere iklim finansmanı sağlama, kömür ve fosil yakıtların kullanımını azaltma, yenilenebilir enerjiye geçiş yapma gibi konularda çağrılar yapılmıştır. COP28 katılımcıları arasında yenilenebilir enerji yatırımları konusunda belli oranda uzlaşma sağlanmış olsa da, konferansın başkanlığını Birleşik Arap Emirlikleri’nin petrol şirketi ADNOC’un (Abu Dhabi National Oil Company) CEO’su Sultan Al-Jaber’in yapacak olması, çevreciler tarafından eleştirilmiştir. Batılı ülkelerin iklim danışmanları kendi hükümetlerini hedefler konusunda samimiyetsizlik ve ikiyüzlülük ile suçlarken, karbon emisyonları ve fosil yakıtların da büyük pazarlık konusu olması beklenmektedir. İklim krizi aciliyetinin farkında olan ülkeler ve bireyler, yaşanabilir bir iklim için kilit noktalar sayılan bu konularda hala uzlaşılamamış olmasından dolayı tedirgin ve ümitsizdir.

Fotoğrafın bir yüzünde devletler karbon emisyonlarının azaltılması konusunda uygulanabilir hedefleri dahi gerçekleştiremezken, öteki yüzünde ise bireylerden yaşam tarzlarını, beslenme alışkanlıklarını değiştirmeleri, uçak seyahatlerinden kaçınarak, araba kullanmayarak veya azaltarak, toplu taşıma, yürüme, bisiklet veya paylaşımlı araç kullanarak, ısınma ve soğutma ihtiyaçlarını azaltarak, enerji tasarruflu cihazlar kullanarak, yenilenebilir enerji kaynaklarına geçerek, atık üretimini azaltarak, geri dönüştürerek, kompost yaparak, ağaç dikerek, ve daha az çocuk sahibi olarak karbon ayak izlerini küçültmeleri beklenmektedir. 

Devletler, karbon emisyonlarının azaltılması konusunda ikiyüzlü davranmaktadır. Bir yandan, Paris Anlaşması gibi uluslararası sözleşmelerle iklim değişikliğiyle mücadele etmeyi taahhüt ederken, diğer yandan, fosil yakıtlara hala büyük yatırımlar yapmakta, kömür kullanımını finanse etmekte, yenilenebilir enerjiye geçişi engellemekte veya ertelemektedir. Bu çelişkili tutum, iklim değişikliğinin önlenmesi için gerekli olan küresel işbirliğini zayıflatmakta ve iklim krizinin maliyetini artırmaktadır. Örneğin, G20 ülkeleri, 2015-2019 yılları arasında, fosil yakıt üretimine yılda ortalama 584 milyar dolarlık kamu desteği sağlamıştır. Bu destek, Paris Anlaşması hedeflerine ulaşmayı zorlaştırmakta ve iklim değişikliğinin maliyetini artırmaktadır. Bu nedenle, devletlerin fosil yakıt üretimine verdiği desteği azaltması ve yenilenebilir enerjiye geçişi teşvik etmesi gerekmektedir.

Bireylerin karbon ayak izini küçültmeleri, iklim değişikliğiyle mücadelede önemli bir rol oynayabilir, ancak bu beklenti sosyal ve ekonomik gerçeklerle uyumlu değildir. Bireylerin karbon ayak izini küçültmeleri için hem maddi hem de manevi kaynaklara ihtiyaçları vardır. Maddi kaynaklar, bireylerin yenilenebilir enerji, elektrikli araç, enerji tasarruflu cihaz gibi düşük karbonlu teknolojilere erişimini ve bunları kullanabilmesini sağlar. Manevi kaynaklar ise, bireylerin iklim değişikliğinin ciddiyetini ve kendi eylemlerinin etkisini anlamalarını, iklim değişikliğiyle mücadele için motivasyon ve bilinç kazanmalarını, beslenme, ulaşım, tüketim gibi alışkanlıklarını değiştirmeye istekli olmalarını sağlar. Ancak liberal bir dünyada bireylerin bu kaynaklara sahip olması, büyük ölçüde serbest piyasa koşullarına ve sivil toplum faaliyetlerine devletler tarafından müdahale edilmemesi ile mümkün olabilir. Devletlerin fosil yakıt endüstrisine yüz milyarlarca dolarlık kamu desteği sağlaması, iklim karşıtı serbest piyasa müdahalesinin en bariz örneklerinden biridir. 

Türkiye özelinde örnek vermek gerekirse; bir ulaşım alternatifi olan e-scooter kullanımı konusunda yapılan regülasyonlar neticesinde paylaşımlı e-scooter sağlayıcılarına birçok sınırlama getirilmiştir. Bu regülasyonlar, e-scooter kullanımının çevre dostu bir teknoloji olarak önündeki engelleri göstermektedir. Aynı şekilde elektrikli araçların ve yenilenebilir enerji kaynaklarının yaygınlaştırılması için vergi indirimleri, şarj  ağı yatırımları yerine EPDK’nın petrol fiyatını düşük tutmak için yaptığı müdahaleler ve doğalgaza yapılan sübvansiyonlar elektrikli araçların yaygınlaşmasını zorlaştırmaktadır. Elektrikli araç edinmenin ve kullanmanın zor olması, yaygınlaşmasını engellemekte ve sektördeki rekabeti yavaşlamaktadır.

Bu noktada serbest piyasa ekonomisinin temel prensipleri arasında rekabet ve yeniliğin bulunduğunu, çevre dostu teknolojilerin geliştirilmesi ve bireylerin refahını da gözeterek sürdürülebilir çözümlerin mümkün olduğunu gözardı etmemek gerekir.
 
Yazar: Rukiye TURAN KARACA

Önceki İçerikVergilendirmeye David Ricardo Düşüncesinden Bir Bakış
Sonraki İçerikİklim Planlamacılarının Nüfus Planlamacılarımız Olmasına İhtiyacımız Yok