Savaş, ne yazık ki, insanoğlunun tarihi boyunca kaçınamadığı evrensel bir gerçek. Savaşla ilgili asıl sorun, insanların onun kötülüğünün farkında olmamaları veya bu noktayı gözden kaçırmaları değildir. Elbette, akıl ve ruh sağlığı yerinde olan herhangi bir kişi savaşın zararlı, kötü, hatta “şeytanî” bir şey olduğunu bilir veya en azından onu bu konuda ikna etmek kolaydır. Normal şartlarda, savaşı barışa tercih eden kişiler toplumun geneli tarafından makul karşılanmazlar.

Ama savaşla ilgili meselenin esaslı bir yönü tam da bu ‘’normal şartlar’’ rezerviyle ilgilidir. İnsanların ‘’normal şartlarda’’ olmadığımıza inanmaları veya inandırılmaları pek zor değildir. Kaldı ki, istediği zaman ‘’normal olmayan şatlar’’ altında olduğumuz algısı yaratmak modern devletler için zor bir şey de değildir. Özellikle de güvenlik ve istihbarat tekelinin devlette olduğu ve ‘’ulusal çıkar’’ bahanesiyle devlet tarafından medyaya tek taraflı ‘’enformasyon’’ aktarımının yapıldığı şartlarda… Ayrıca, insanların çoğu savaşın kötülüğüne ilişkin bu “soyut doğru”yu somut şartlarda geçersiz kılacak haklı gerekçeler olduğuna inanırlar veya buna ikna edilebilir. Dahası, başka halkların zararına olarak kendi ülkesinin çıkarını artırmanın hem ‘’iyi’’ olduğuna, hem de bunun kendi toplumları açısından maliyetsiz olduğuna inanan yöneticiler de her zaman var olmuştur. Oysa, hedef aldığınız topluma göre ne kadar güçlü ve avantajlı olsanız bile, savaştan sadece ‘’düşman’’ zarar görmez; trajik insanî maliyetleri dahil olmak üzere savaşın zararı kendi toplumunuzu da acı bir şekilde vurur.

İnsanlık tarihi açısından savaş yeni bir olgu olmasa da, savaşın tahribat kapasitesi modern çağda zirveye çıkmıştır. Geçen yüzyılın önde gelen liberal teorisyenlerinden Ludwig von Mises’in de işaret ettiği gibi, “topyekûn savaş” modern ulus-devletin karakteristik bir özelliğidir. Esasen savaşın modern devletin doğuşu ve örgütlenme tarzıyla çok özel bir ilişkisi vardır. Nitekim, bu konunun uzmanı olan Charles Tilly bütün modern devletlerin birer savaşma aygıtı olarak ortaya çıktıklarını ve savaş-yapmanın gereklerine göre örgütlendiklerini uzun uzadıya göstermiştir.

Savaş karşıtı Amerikalı düşünür Randolph Bourne (1886-1918) de vaktiyle “Savaş devletin sağlığıdır” demişti. Bunu, Türkçedeki ‘’müzik ruhun gıdasıdır’’ sözüne benzeterek şu şekilde yeniden ifade edebiliriz: “Savaş devletin gıdasıdır.” Yani, kısaca belirtmek gerekirse, her ne kadar insanlar/halklar için kan, gözyaşı ve yoksulluk demek olsa da, savaş devleti besleyen, onu azman ve azgın hale getiren ana gıdadır.

Modern ulus-devletlerin özellikle 20. Yüzyıldaki performansı maalesef bu öngörüleri doğrulamıştır. Nitekim, devletin teknolojik bakımdan en donanımlı olduğu 20. Yüzyıl aynı zamanda insanlık tarihinde en fazla insan öldürmenin ve insan hakları ihlâlinin gerçekleştiği dönemdir. Bu yüzyılda ulus-devletler, başta giriştikleri savaşlar yüzünden, toplam 170 milyon kadar insanın ölümüne sebep oldular. Başka tarihî kanıtlarla birlikte, bu gerçek insan güvenliğinin en büyük düşmanının devletler olduğunu göstermektedir.

Ünlü ‘’demokratik barış tezi’’ demokrasileri bu büyük günahtan tezkiye etmeye çalışsa da, olgular bu tezi doğrulamamaktadır. Demokrasilerde savaş kararı almak, iddia edildiğinin aksine, pek de zor değildir. Demokratik devlet kendi halkını savaşın gerekliliğine ikna etmekte hiç de zorlanmaz; hatta denebilir ki, o bu hususta demokratik-olmayan devletlerden daha avantajlıdır. Hedef alınan devlet veya grubu halkın ona düşmanlık beslemesini sağlayacak şekilde tanımlamak veya ona hayalî isnatlarda bulunmak demokratik bir rejimde de kolaydır. Savaşı kafasına koymuş olan yöneticiler ayrıca yurttaşların milliyetçilik damarını kışkırtarak ve/veya ‘’ulusal çıkar’’ kozunu kullanarak da onları savaşa motive edebilirler.

Fakat demokratik barış tezinin asıl yanlışlığı başka ve daha temel bir noktada yatmaktadır. Nitekim, bu tez zımnen, demokrasinin devletin ‘’doğası’’nı değiştirdiğini varsaymaktadır. Oysa, demokratik olsun olmasın bütün devletlerin doğası aynıdır ve ‘’hikmet-i hükûmet’’e (raison d’etat/reason of state) etrafında şekillenir. Modern devletin doğasının şifresi hikmet-i hükûmettir. Hükmet-i hükûmet açısından devletle ilgili temel sorun onun güvenlik ve bekâsının her ne pahasına olursa olsun garanti edilmesidir. Mesele şu ki, devletler doğaları gereği kendi güvenlik ve bekalarıyla ilgili olarak fazla hassas ve alıngandırlar; olur-olmaz şeyleri kendileri için tehdit olarak algılayabilirler.

‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ne güzel bir sözdür!

Bu yazı Diyalog gazetesinde yayınlanmıştır. Link için: https://www.diyaloggazetesi.com/savasa-dair-makale,7916.html

Önceki İçerikPutin’in Otoriter Kleptokrasisi
Sonraki İçerikTürkiye Barışçılığı Başarabilir Mi?
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)