BlogYayınlar

YENİ BİR YILA GİRERKEN

Yeni yıl kutlamalarının neşe ve coşkusuna ne kadar yansıyor bilmem ama ülkemizde yeni yıla ilişkin iyimser beklentilerin objektif temeli son on yılda gitgide zayıfladı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu meselede ‘’zayıfladı’’ yargısı bile hafif kalıyor; daha gerçekçi bir tespit, ‘’en azından yakın geleceğe ilişkin olarak iyimser olmak için hemen hemen hiçbir neden kalmadı’’ şeklinde olmalıdır.

Bu ümitsiz duruma rağmen insanlar halâ yeni yılda hayatları daha iyi olacakmış gibi yapmaya devam ediyorlarsa, bunun önemli bir nedeni, ‘’genel olarak ümitsizliğin kötü bir şey olduğu’’ yolundaki kanaatin hepimizin zihnine adeta nakşedilmiş olmasıdır. Bu şartlanma nedeniyle insan gerçekçi temeli olmayan bir iyimserliğe saplanabilir. Oysa, sanırım burada mesele ümitvar veya iyimser olmayı her zaman tek makul seçenekmiş gibi dayatmaktan daha karmaşıktır.

Evet, ümitsizlik insanları belki pasifize edebilir, onları elverişsiz şartlardan kurtulmak için çıkış yolları aramak ve durumlarını iyileştirmek için çabalamaktan alıkoyabilir. Ama öte yandan gerçekçi olmayan, dayanaksız bir iyimserlik te iyi bir şey olmasa gerektir, çünkü o da insanları yanlış tutum almaya sevk edebilir.  Bu ruh hali insanları kendilerini kandırmaya ve gerçekçi olmayan bir beklenti uğruna enerjilerini nafile yere tüketmeye götürebilir.

Başka bir yanlış inanış olan ‘’İyilik ve güzellik her zaman kazanır’’ gibi, genel bir iyimserlik tavsiyesi de karşı karşıya bulunulan zorluğun nedenlerinin yanlış tespit edilmesini ve çözüm konusunda kolaycı bir yaklaşımı teşvik edebilir. Aslında bu da sonucu bakımından bir tür pasifizmdir. Onun için, geleceğe -bu arada yeni yıla- ilişkin olarak doğru tutum almak için önce içinde bulunduğumuz şartları doğru -yani, gerçekçi- bir şekilde tespit etmemiz gerekir.

Türkiye’nin halihazırdaki durumuna bu açıdan baktığımızda, gerek siyasal gerekse toplumsal bakımdan çok kötü bir bilançoyla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Bu bilançoda günümüz Türkiye’sini karakterize eden iki büyük gerçek var: baskı ve yoksulluk. Siyasetin neredeyse tamamen kayırmacı bir saikle işleyen keyfî bir rant dağıtımı aracı haline gelmiş olmasında kendisini ifade eden yozlaşma da cabası.

Türkiye’nin özgürlük ve demokrasi karnesi bundan 10 yıl önce hayal dahi edilemeyecek ölçüde zayıflamıştır. Nitekim CATO Institute’ün son İnsanî Özgürlük Endeksi’nin acı bir şekilde gösterdiği gibi, evrensel özgürlük standartları bakımından ülkemiz yerlerde sürünmektedir: Türkiye 165 ülke arasında sonlarda, 142.  sırada yer almaktadır ki, ülkemiz için yüz kızartıcı olan bu skor geçen yılki sıralamanın da 14 puan gerisindedir.

Bunun pratik anlamı, Türkiye’nin hür ve demokratik bir ülke olmaktan maalesef tamamen çıkmak üzere olduğudur. T.C. yurttaşları olarak biz bunu zaten yaşayarak biliyoruz. Biliyoruz da, ‘’bu siyasî baskıcılığa bari yoksulluk eşlik etmeseydi’’ diye de düşünüyor insan. Ama öyle değil. Çok-partili hayata geçtikten buyana, askerî darbe ve gözetim dönemleri hariç, Türkiye hiç bu kadar çaresiz duruma düşmemişti. Türkiye toplumu bugün sadece özgürlüksüzlükle değil yoksullukla da sınanmaktadır. Bu eğer bir başarıysa, bu başarının ‘’onuru’’ AKP ve MHP’ye aittir!   Bu arada önemle hatırlatmak gerekir ki, bu, biçare insanların fetihçi hayallerini kışkırtarak üstesinden gelinemeyecek bir zorluktur.

Öte yandan, AKP-MHP iktidarı sadece siyasal kurumları tahrip etmekle kalmamış, uyguladığı politikalarla toplumsal yapının da temellerini sarsmıştır. On yıldan fazla bir süredir siyasî iktidar tarafından ısrarla uygulanan, toplumu dünya görüşü ve hayat tarzı temelinde kutuplaştıran politikalar ülkede toplumsal barış ve güveni tahrip etmiştir. Bu arada moral değerler de neredeyse çökme noktasına gelmiş, kendini başkaları pahasına var etmeyi esas alan hoyrat bir bencillik toplumumuzun adeta normali haline gelmiştir.

Yanlış iktisat politikalarının sonucunda genel refahta meydana gelen gerileme yoksulluk ve kıt kanaat geçimi geniş kitleler için standart yaşam biçimine dönüştürmüştür. Dahası, uygulanmakta olan ve iktidar mevkiindekilerden farklı düşünen herkese kök söktüren siyasî baskının da etkisiyle, son yıllarda her alanda yurt dışına ‘’beyin göçü’’ hızlanmış bulunuyor. Özellikle küçümsenen, düşmanlaştırılan ve dışlanan -başta sağlık alanındakiler olmak üzere- çeşitli mesleklere mensup çok sayıda eğitimli vatandaş, genel refah düzeyindeki gerilemenin de etkisiyle, çareyi yurt dışına göç etmekte bulmuştur. Bu durum en başta sağlık hizmetlerinin erişilebilirliğini ve kalitesini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu durum ayrıca ülkenin gitgide yaşanabilir olmaktan çıkmakta olduğu algısını da güçlendirmektedir.

Sadece sağlık değil, eğitim-öğretim de çökmek üzeredir. Nitekim, bu iktidar döneminde gerek özel gerekse kamusal olarak yürütülen ilk, orta ve yüksek öğretimin kalitesi ve güvenilirliği son derece düşmüştür. İnsanda bilinçli olarak yapılan bir kötülüğün var olduğu kuşkusunu uyandıracak şekilde, akademik standartların adım adım düşürüldüğü ve akademik kadroların belirlenmesinde partizan kayırmacılığın etkili olduğu yükseköğretim sistemi bilimsel araştırma mekânları olmaktan çıkmak üzeredir. İlk ve orta öğretimde de AKP’nin ‘’dindar nesil yetiştirme’’yi öncelikli hedef olarak gören eğitim politikası objektif ve bilimsel esaslara uygun eğitim amacına ciddî zarar vermeye başlamıştır. Bu arada, hükümet ilk ve orta öğretimi yaz-boz tahtasına çevirmekle yetinmeyerek, itibarı zaten bir hayli yara almış olan öğretmenlik mesleğini daha da yozlaştırmıştır.

Hasılı, eğer Türkiye düzlüğe çıkacaksa, iyimser veya değil, bu göreve talip olanların ülkenin gerçeklerini doğru tespit edecek dürüstlük, irade, bilgi ve teknik donanıma sahip olmalarına ihtiyaç var.

Umarım, yeni yıl arifesinde bu ‘’kötümser’’ yazıyla canınızı fazla sıkmamışımdır.

(Diyalog, 29 Aralık 2024)

Shares:

Okumaya Devam Edin

Blog

Savaşa Dair

Hükmet-i hükûmet açısından devletle ilgili temel sorun onun güvenlik ve bekâsının her ne pahasına olursa olsun garanti edilmesidir. Mesele şu ki, devletler doğaları gereği kendi güvenlik ve bekalarıyla ilgili olarak