Editörden,

14-28 Mayıs seçimlerinde çekirdeğini AKP-MHP ittifakının oluşturduğu ‘’Cumhur İttifakı’’nın hem yasama hem de yürütmede üstünlüğü sağlaması iç siyasette iki önemli gelişmeye yol açtı. İlk olarak, yeniden Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Tayyip Erdoğan bir süredir kamuoyunda hâkim olan beklentiye uygun olarak, Mehmet Şimşek’i görünüşe göre yeniden ekonominin dümenine geçirdi. Geçen sayının editoryalinde, ‘’ekonomi yönetiminin başına şu veya bu kişiyi getirmekle de ekonomide mucizeler yaratma(nın) mümkün’’ olmadığını ve ‘’bütün kamusal alanda olduğu gibi burada da asıl mesele(nin) son yıllarda sebep olunan kurumsal tahribatın giderilmesi’’ olduğuna işaret etmiştik.  

Hazine ve Maliye Bakanı olarak atanan Mehmet Şimşek her ne kadar izlemeyi düşündüğü ‘’program’’a ilişkin olarak ‘’Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeceği kalmamıştır’’ cümlesiyle başlayan oldukça aklı başında bir açıklama yaptıysa da, ekonomide pek de iyimserlik yaratmayan ilk işaretler yukarıdaki öngörümüzü adeta doğrulamaktadır. İyimser olmayan işaretlerin başında, Dolar ve Euro’nun TL karşısında değerlenmeye devam etmesi gelmektedir. Başka bir kötümserlik nedeni, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaşanan kötü gidişatın sorumlularından olan eski Merkez Bankası Başkanı Şahap Kavcıoğlu’nu Şimşek’in bilgisi dışında BDDK’nın başına atamasıdır.  Bu durum Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bakan Şimşek’in ekonominin kilit konumlarına kendi ekibini yerleştirmesine ve kapsamlı ve kendi içinde tutarlı bir politika izlemesine izin vermeyeceği izlenimi yaratmıştır.

Aynı şeklide, kendisinin faiz konusundaki eski yaklaşımını koruduğunu açıklaması da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomi ve kamu maliyesi alanındaki kurumsal tahribatın giderilmesi ve ekonomide işlerin yeniden yoluna konulması doğrultusunda köklü bir yapısal dönüşüm yapılmasına izin verip vermeyeceği konusunda da tereddütler yaratmıştır. Öte yandan, Mehmet Şimşek’in ekonominin başına getirilmesi şimdilik piyasalarda ve uluslararası kuruluşlarda umulan iyimser etkiyi yaratmış görünmemektedir. Yine de, tamamen kötümser olmak için vakit henüz erkendir.

İç siyasetteki ikinci önemli gelişme, seçim sonuçlarının CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun başkanlık konumunu da hedef alan yeni tartışmalara yol açmış olmasıdır. Aslına bakılırsa, genel seçimlerde ‘’başarılı’’ olamayan -veya umduğunu bulamayan- partilerde başta genel başkan olmak üzere ‘’yenilgi’’den sorumlu tutulan kadrolar ve politikalarının sorgulanmasında şaşılacak bir yan yoktur.  Şu var ki, en azından cumhurbaşkanlığı seçiminde Kılıçdaroğlu’nun kurduğu ittifak aracılığıyla elde ettiği sonucun başarısız olduğu düşüncesi olgusal temelden yoksundur. Nitekim Millet İttifakı’nın ortak adayı Kılıçdaroğlu, partisinin eski adayının 2018’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oyun 15 puan, partisinin 14 Mayıs seçiminde aldığı oyun ise 20 puan üzerine çıkmıştır. Bu sonuçların son derece gayrı adil şartlarda yapılan bir seçimde alınmış olduğunu da unutmamak gerekir. Kaldı ki, cumhurbaşkanlığı seçimine Kılıçdaroğlu’ndan başka bir adayla girilmesi durumunda bu başarının elde edilmesi mümkün değildi.

Bütün bunlara rağmen, Kılıçdaroğlu yerine -kimilerinin gönüllerinde yattığı anlaşılan- Ekrem İmamoğlu’nun aday gösterilmesi durumunda daha başarılı olacak ve cumhurbaşkanı seçilecek olduğu kesinmiş gibi yazıp konuşanlar sadece hayal görmektedirler. Öte yandan, CHP’de başlatılan tartışma, ‘’başarısızlığın’’ gerçek sebeplerini tespit edip ortadan kaldırarak partiyi yükselişe geçirmeyi amaçlayan sahici bir sorgulamayla da pek ilgili görünmemektedir. Bu daha ziyade, Kılıçdaroğlu’nun, partiyi epey bir süredir içine sıkıştığı dar ideolojik cendereden kurtarma çabasından rahatsız olan -ve partinin ‘’çevresinde’’ de uzantıları bulunan- bir hizbin genel başkan değişimi yoluyla partiyi kontrol altına almaya dönük bir girişimi olarak görünmektedir.

Oysa, CHP’nin eğer ‘’kurtuluşu’’ için bir şansı varsa, bunu ona sağlayacak olan partideki ilkelerinin ne olduğu bilinmeyen şu veya bu politikacı ve onun arkasındaki -çoğunluğunu ulusalcıların oluşturduğu- ekip değil, tam aksine bir süredir CHP’nin tek-parti döneminden kalan ideolojik yapısını gevşetme ve daha kucaklayıcı bir dil kullanmak suretiyle partiyi daha geniş kesimlere açmaya çalışma politikası izleyen Kılıçdaroğlu’dur. Kılıçdaroğlu’nun şimdiye kadar bu yönde kat ettiği mesafe tatminkâr olmayabilir; ama bu, ilgili haberlerde adı geçen kişilerden birinin bu amacı benimsemiş olsalar bile -ki bu çok şüphelidir- Kılıçdaroğlu’ndan daha başarılı olacaklarının garanti olduğu anlamına gelmemektedir.

İç siyasetin göbeğinde yer alan bu gelişmelere, Türkiye’nin dış politikası ve toplumumuzun hür ve demokratik bir gelecek ümidiyle yakından ilgili olan bir gelişmeyi de eklemeliyiz. Bu, 18 Ekim 2017’den beri tutuklu bulunan Osman Kavala’nın haksız-hukuksuz mahkûmiyetinin tetiklediği ve artık bir ‘’yılan hikâyesi’’ne dönmüş bulunan Avrupa’ Konseyi’nin başlattığı ‘’ihlâl prosedürü’’ndeki son gelişmedir. Nitekim, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Eylül’de yeniden toplanarak, Kavala’nın o tarihe kadar serbest bırakılmaması durumunda Türkiye hakkında üyeliğin askıya alınması veya üyelikten çıkarma kararı alacak.  Komite ayrıca Selâhattin Demirtaş’la ilgili olarak ta Türkiye hakkında ‘’ihlâl prosedürü’’ başlatacağı konusunda Türkiye’yi bir kere daha uyardı.

Siyasî iktidarın ve mahkemelerimizin bu durumun ciddiyetini artık kavramaları gerekiyor. Açıktır ki, Avrupa Konseyi’nin özellikle Türkiye’yi ihraç kararı alması ülkemiz için felâket olur. Bu, ‘’dar anlamda’’ bir insan hakları meselesinden ibaret te değildir.  Türkiye’nin sistematik ve kararlı bir ‘’insan hakları ihlâlcisi’’ devlet olarak tescili anlamına gelecek olan böyle bir kararın ülkemiz için siyasî sonucu Avrupa’da iyice yalnızlaşmak ve Rusya-İran-Çin otoriter eksenine daha da yaklaşmak olacaktır. Böyle bir Türkiye ise insanlarımızın özgürlük ve demokrasi ümitlerinin hüsrana uğratması yanında, ekonomik olarak ta medenî dünyadan dışlanmanın sonucunda yoksul ve ‘’kıt-kanaat’’ geçinmeye mahkûm bir toplum olmamız anlamına gelecektir.

Son olarak, önemli siyasî imaları da olan yargısal adaletle, daha özel olarak Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurularla ilgili bir soruna dikkat çekmek istiyorum. Bilindiği gibi, bireysel başvuruya konu olan hak İhlâlinin idarî bir işlem veya fiilden yahut yargısal bir karardan değil de doğrudan doğruya kanundan kaynaklandığı durumlarda Anayasa Mahkemesi’nin ne yapacağı Anayasada ve ilgili kanunda hükme bağlanmamıştır. Bu hukukî boşluktan kaynaklanan önemli bir sorun vardır ve bu soruna Mahkemenin bulduğu çözüm ihlâl kararının bir örneğini yasal düzenleme yapması için TBMM’ye göndermektir. Arkadaşımız A. Rıza Çoban aşağıdaki yazısında bunun gerçek bir çözüm olup olmadığını tartışmakta ve bu durumun hakkı ihlâl edilenlerin haklarına kavuşmasını geciktirdiğini veya zorlaştırdığını vurgulamaktadır.

Bir sonraki sayıda daha iyimser yazılar ve haber-yorumlarla karşınızda olmak ümidiyle, esen kalın.

* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan 

Anayasa Mahkemesi Kanundan Kaynaklanan Temel Hak İhlâllerine Çözüm Üretemiyor

Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru yoluyla önüne gelen şikayetlerde temel hak ihlâlinin kanundan kaynaklandığını tespit ettiği durumlarda bir çözüm üretmekte zorlanıyor. Bu konuda 6216 sayılı Kanunda da açık bir hüküm bulunmuyor. Esasen Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında 6216 sayılı Kanunun TBMM’ye sunulan taslağının 49. Maddesinin altıncı fıkrasında açık bir hüküm bulunuyordu. İhlalin kanundan kaynaklandığının tespiti halinde ilgili Bölüm tarafından meselenin AYM Genel Kurulu önüne götürülmesi öngörülmüştü. Ancak bu hüküm komisyon çalışmaları sırasında AYM’ye kendi kendine dava açma yetkisi tanındığı gerekçesiyle madde metninden çıkarıldı.[1] Hüküm madde metninden çıkarıldı ancak bu sorunun nasıçözüleceğine ilişkin başka bir hüküm de eklenmedi

Anayasa Mahkemesi ihlâlin kanundan kaynaklandığını tespit ettiği hallerde kararın bir örneğini de TBMMye gönderme yönünde bir uygulama geliştirdi. Ancak ne TBMM İçtüzüğünde ne de 6216 sayılı Kanunda bu durumda nasıl hareket edileceği konusunda bir düzenleme bulunmuyor.

AYM tarafından bugüne kadar üç ayrı pilot kararda ve bazı diğer kararlarda ihlâlin Kanundan kaynaklandığı tespiti ile TBMM’ye bildirimde bulunuldu.

[2] Ancak bu bildirimlerden sonra yalnızca bir olayda kanun değişikliği yoluna gidildi [3]. Diğer başvurularda TBMM harekete geçmedi ve AYMnin yanlış pilot karar uygulaması nedeniyle ihlâller giderek ağırlaştı. Mesela Anayasa Mahkemesi Hamit Yakut pilot kararından Türk Ceza Kanunun 220. maddesinin altıncı fıkrasında [4] düzenlenen ‘’terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme’’ suçunun uygulamada öngörülebilir olmadığını, anayasal toplanma ve ifade özgürlüğünü kullanan kişilerin bu maddeye dayalı olarak cezalandırıldığını tespit ederek ilgili hükmün değiştirilmesi için TBMM’ye bildirimde bulunulmasına karar vermişti. Aynı kararda Mahkeme benzer başvuruların incelenmesini bir yıl süreyle askıya almıştı. Ancak Mahkeme söz konusu hüküm nedeniyle ceza alan ve infazı devam eden kişilerle ilgili hiçbir önleme hükmetmediğinden öngörülen sürede bu kişiler hürriyetlerinden yoksun kalmaya devam ettiler. Öngörülen sürede TBMM harekete geçerek herhangi bir düzenleme yapmadı. Aradan iki yıl geçtikten sonra Mahkeme askıya aldığı başvuruları birleştirerek Deniz Yavuncu ve diğerleri [5] kararından her bir başvurucunun haklarının ihlâl edildiğine karar verdi.

Ancak ihlâlin nasıl giderileceği konusunda AYM halâ kesin bir çözüm bulmuş değil.  Başvurucuların yeniden yargılanmasına hükmetmekle birlikte yasanın ilgili hükmü halâ yürürlükte olduğundan yerel mahkemelerin aynı hükmü farklı yorumlayarak beraat kararı vermeleri de pek olası görünmemektedir. Eğer böyle bir imkân olsaydı zaten pilot karar vermenin bir anlamı olmazdı. AYM yerel mahkemelere iki yol öneriyor. Birisi Anayasa’nın 90. Maddesi çerçevesinde uluslararası sözleşme ile çatışan kanunu değil doğrudan uluslararası sözleşmeyi uygulama. Ancak bu yolu uygulamak için AYM’nin pilot karar vermesine gerek yoktu, AİHM zaten çok daha önce Işıkırık/Türkiye kararında aynı hükmün öngörülemez olduğuna ve Sözleşme ile çatıştığına karar vermişti. AYM doğrudan ihlâl kararı vererek başvurucuların mağduriyetini bir an önce giderebilirdi. İkinci olarak da yeniden yargılama yapacak mahkemelerin Anayasanın 152. Maddesine dayanarak itiraz yoluyla hükmü Anayasa Mahkemesinin önüne getirmelerini öneriyor. Tam bir kulağını tersten gösterme yöntemi olan bu önerinin de başvurucuların haklarına erişmelerini geciktirdiği, en önemlisi de boş yere yıllarca hapis yatmaları sonucunu doğurduğu açıktır.

Bu sorunun çözümü Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruyu inceleyen Bölümünün kendisini davaya bakan mahkeme olarak görüp itiraz yoluyla anayasaya aykırı kanunu Genel Kurul önüne götürmesi ile mümkün olabilir. AYM’nin tarihsel yorumu esas alarak yasama organının tanımadığı bir yetkiyi kullanmamak amacıyla bu yola sıcak bakmadığı anlaşılıyor. Ancak yasama çalışmaları sırasında AYM yetkilileri bu yolun açık olduğunu dile getirmişti ve bu nedenle söz konusu hükmün tasarıdan çıkarılmasına itiraz etmemişlerdi. Bu yol tercih edilmezse mutlaka 6216 sayılı Kanunda ve TBMM İçtüzüğünde değişiklik yapılarak anayasal hak ihlâline neden olan yasa hükmünün değiştirilmesini zorlayacak bir düzenleme yapılması gerekir.

* Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu

CHP’de Genel Başkanlık Tartışmaları

14 Mayıs ve 28 Mayıs’ta yaşadığı yenilgi sonrası ana muhalefet partisi CHP iç tartışmalar yaşamaya başladı. Seçimden sonra eleştiri okları kendisine yönelen Kemal Kılıçdaroğlu, CHP Genel Başkanlığından istifa etmemesi nedeniyle muhalefet kamuoyunda tepki çekmeye devam ediyor. Kılıçdaroğlu’nun 28 Mayıs sonrasında kamuoyunu bilgilendirici, sorumluluğu üstlenen ve hesap veren bir tutum sergilememesi, yaklaşan yerel seçimlerde büyükşehir belediyelerinin kaybedilmesi riski ve parti yönetiminde yenilik talepleri doğrultusunda gelişen bu tepkiler Kılıçdaroğlu ve diğer parti elitleri tarafından makul bir biçimde karşılanmadı. Kılıçdaroğlu istifa çağrılarına cevaben inançla ve kararlılıkla yolumuza devam edeceğiz ve kaptan olarak gemiyi limana götüreceğim dedi ve genel başkanlık koltuğunu bırakmayacağının sinyallerini verdi.

Kamuoyunda uzun süredir konuşulan Ekrem İmamoğlu’nun partinin genel başkanı olması ile ilgili talepleri de parti elitlerinin dikkate almadığını söyleyebiliriz. Kılıçdaroğlu parti başkanlığı için öne çıkan isimleri kastederek Bireysel beklentiden tamamen arınmak zorundayız. Söz konusu vatansa gerisi teferruattır dedi. Kılıçdaroğlunun bireysel çıkara kurban edilmemesi gereken kolektif çıkar vurgusu yaparak kendi genel başkanlığını sorgulanamaz bir konuma çekmeye çalışması demokratik bir yaklaşım değildir.

Başta CHP olmak üzere muhalefet partileri elitlerinin seçim yenilgisi sonrasında sergilediği tutumlar bize şunu göstermektedir: Türkiye’de anti-demokratik ilke ve pratikler mevcut iktidar partisine özgü olmayıp muhalefet partilerinin işleyişinde de pekâlâ varlığını sürdürebilmektedir. Ne yazık ki, Siyasi Partiler Kanununun teşvik ettiği bu antidemokratik işleyişi mevcut yapıda tersine çevirmek oldukça zordur. Nitekim, delege ile genel başkan arasında parti kurmaylarının mühendisliğini yaptığı, önce yukarıdan aşağıya daha sonra aşağıdan yukarıya işleyen bu seçim mekanizması var olduğu sürece siyasi partilerde lider oligarşisini ve üst yönetim kadrolarındaki liyakat-sadakat asimetrisini sonlandırmak “krizsiz” mümkün görünmemektedir.

* Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi

Şimşek ve Erkan’ın Yolu

Bu Bültenleri bildiğiniz üzere kurumsal kapasiteyle ilgili problemleri tespit etmek üzere kaleme alıyoruz. Bir kurumun yahut genel olarak kurumların kapasitesinin çöküşüyle ilgili en net gösterge nedir diye düşünürken okuduğunuz Bültenin eski sayılarına bir göz atma ihtiyacı hissettim. 2020 yılından beri yaklaşık 40 bülten kaleme almışız. Bu bültenlerin ekonomiyle ilgili kısımlarının yazarı olarak ben o sürekli benzer isimler ve anlayışlar etrafında bir şekilde dolanıp durmuşum. 7 Ekim 2020’de yazdığım bültenle başlayan bu serüvende yoğunluk sırasına göre Recep Tayyip Erdoğan, Berat Albayrak, Lütfü Elvan, Naci Ağbal, Şahap Kavcıoğlu, Nurettin Nebati, Murat Uysal’dan bahsetmişim. Bu isimlerin hepsi kurumlarının önüne geçmişler. Keşke bu isimler kurumlarının önüne geçerken birer lider olarak, birer öncü olarak anılsalardı. Fakat durum maalesef tam tersi. Bu isimlerin neredeyse hepsi (Elvan ve Ağbal kısmen istisna) yönettikleri kurumların kapasitesini korumaktan ziyade en çok zikrettiğim isim olan Erdoğan’ın kişisel yönetim kapasitesini ve etkisini artırmaya çalıştı. Kurumların işleyişinden ve insan kaynağından farklı olarak öne çıkan bu isimler ve onların nasıl anıldıkları aslında bültenlerimize konu ettiğimiz kurumsal çöküşün güçlü bir göstergesi.

Tüm bu isimlerden sonra artık yeni bir “DUO”muz var: Mehmet Şimşek ve Hafize Gaye Erkan. Geçen haftaki bültenden takip ettiğiniz üzere Erdoğan seçim döneminde vaatler üzerinden değil çoğunlukla güvenlikleştirme siyaseti üzerinden bir seçim kampanyası yürütmüştü. Seçimden sonra Şimşek hamlesinin gelmesi bana göre pek olası değilken Erdoğan benim tahminlerimi boşa çıkararak bu hamleyi yaptı. Şimşek herkesin başarılarıyla andığı eski bir bakan olarak tekrar bakanlık koltuğuna oturdu. Fakat bu sefer karşısında çok daha zorlu bir görev var: Erdoğan’ın asla vazgeçmediği faiz politikası. Nitekim 14 Haziran’da kendine yakın gazetecilerle yaptığı uçak yolculuğunda Erdoğan “Tabii bazı arkadaşlar ‘Cumhurbaşkanı faiz politikalarında ciddi bir değişime mi gidiyor’ gibi bir yanılgının içine düşmesin. Ben burada aynıyım. Ama Hazine ve Maliye Bakanımızın şu andaki düşüncesi noktasında, biz tabii kendisine burada atacağı adımları süratle, rahatlıkla Merkez Bankası’yla beraber atmasını kabullendik, ‘hayırlı olsun’ dedik ve bu şekilde de enflasyonu tek haneye düşürmekteki kararlılığımızı da bildirdik”[6] şeklinde bir açıklama yaptı.

Buradaki kilit kelime “kabullendik” kelimesi. Erdoğan “kabul ettik” demiyor. Zoraki, isteksiz, gönülsüz bir şekilde kerhen Şimşek’in politikalarını uygulamasına izin verdiğini söylüyor. Bunun için de çok zamanı olmadığını belirterek ne uygulanacaksa “süratle” uygulanması gerektiğini vurguluyor. Açıkçası Erdoğan’ın Şimşek hamlesini yapmasını yadırgamıştım, ama bunu yapıyorsa Şimşek’in çok güçlü bir pozisyonda olacağını düşünmüştüm. Fakat Erdoğan’ın bu açıklamaları Şimşek elinin aslında çok zayıf olduğunun bir işareti. Belki Şimşek’e bakanlık için biçilen ömür sanıldığından daha kısa olacak, tabii Hafize Gaye Erkan’ın da.

* Enes Özkan – Ekonomist, İstanbul Üniversitesi


Kaynakça:

1  696 sıra sayılı Komisyon Raporu için bkz. https://cdn.tbmm.gov.tr/KKBSPublicFile/D23/Y5/T1/DosyaKomisyonRaporunuVerdi/3ea5fa37-1bec-404e-9212-779e2ee28a83.pdf s. 20.

2  Pilot kararlar: Y.T. [GK], B. No: 2016/22418, 30/5/2019; Hamit Yakut [GK], B. No: 2014/6548, 10/6/2021, Keskin Kalem Yayıncılık ve Ticaret A.Ş. ve diğerleri [GK], B. No: 2018/14884, 27/10/2021. Pilot karar vermeden TBMM’ye bildirimde bulunulan kararlar: Süleyman Başmeydan [GK], B. No: 2015/6164, 20/6/2019; Atilla Yazar ve diğerleri [GK], B. No: 2016/1635, 5/7/2022.

Y.T. kararında 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun sınır dışı etmeye ilişkin 53. maddesinin (3) numaralı fıkrasında değişiklik yapılması gerektiği belirtilmişti. 6/12/2019 tarihli ve 7196 sayılı Kanunun 75 inci maddesiyle ilgili hükümde değişiklik yapılmıştır.

4 Esasen bu konuda AİHM daha önce Işıkırık/Türkiye kararında aynı yönde karar vermişti. Bu kararın uygulanması da hala Bakanlar Komitesi tarafından izlenmektedir.

Deniz Yavuncu ve diğerleri [GK], B. No: 2018/5126, 23/2/2023.

[6] https://www.trthaber.com/haber/gundem/cumhurbaskani-erdogan-bizi-mahcup-etmeyecekler-guzel-neticeler-alacagiz-774799.html

Önceki İçerikGÜNDEME DEĞİNMELER: HUKUK VE DEMOKRASİ
Sonraki İçerikLAİKLİK, SEKÜLERİZM ve ÖZGÜRLÜK