Kısa bir aradan sonra tekrar merhaba,
Geçen bu süre zarfında Türkiye’nin gerek iç gerekse dış siyasetinde önemli gelişmeler oldu. Hatırlanacağı gibi, siyasî iktidar Türkiye’yi içine sürüklediği iktisadî çöküntüden kurtarma arayışı içinde sayın Mehmet Şimşek’i ekonomi ve maliyeden sorumlu bakan, Prof. H. Gaye Erkan’ı da Merkez Bankası Başkanı olarak atadı. Ne var ki, bu görevlendirmelerin üstünden bir ay geçmesine rağmen, ekonomide başta döviz kuru ve enflasyonun artışıyla ilgili olarak herhangi bir iyileşme işareti ortaya çıkmadığı gibi, çoğu ücretli çalışan olan dar ve orta gelirli kesimlerin durumu daha da kötüye gitmeye başladı.
Artan bir hızla yükselen enflasyon bu kesimin hayat şartlarını katlanılmaz ölçülerde zorlaştırırken, Temmuz ayında kamu çalışanları ve emeklilere uğradıkları kaybın çok altında kalan ücret artışları sağlanması yaygın bir hayal kırıklığına yol açtı. ‘’Kemer sıkma’’ politikaları her zaman dar gelirlileri vurur derler, ama bu sefer hükûmet dar gelirlileri kemerleri sıkmaya zorlarken, kendisi ne kamu harcamalarını kısma ne de (baştan beri uyguladığı kayırmacı siyaset sayesinde palazlanan yeni sermayedarlar başta olmak üzere) iş dünyasının bu yükü paylaşmasını sağlama yönünde bir adım attı. Üstelik, uygulanmakta olan ekonomik politikanın iyi sonuç verip vermeyeceği de belli değil.
Öte yandan, siyasî iktidar son haftalarda bir dış politika atağına geçmiş gibi görünmektedir. Hükûmet Rusya-Ukrayna savaşında bir yandan Rusya’yla ters düşmemeye çalışırken, öbür yandan da Ukrayna’yı hoşnut edecek bazı sembolik çıkışlar yapmaktadır. Bir hafta önce Erdoğan’ın daveti üzerine Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski Türkiye’ye geldi ve iki ülke arasında savunmayla ve diğer bazı konularla ilgili olarak işbirliği yapılması üzerinde mutabakata varıldı.
Ama daha önemlisi, İsveç’in NATO’ya üye olmasına Türkiye’nin nihayet onay vermesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik girişimini canlandıracağı yönünde açıklamalar yapmış olmasıdır. Ancak burada tuhaf olan, sayın Cumhurbaşkanının İsveç’in NATO’ya üye olmasına verdiği onayın karşılığı olarak İsveç’ten ve diğer bazı AB ülkelerinden, hatta ABD’den, Türkiye’nin AB üye adaylığını desteklemelerini talep etmesidir. Oysa NATO’dan farklı olarak, Avrupa Birliği bir savunma örgütü değil, insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve piyasa ekonomisi üzerinde uzlaşmayı öngören bir siyasî-iktisadî birliktir.
Bu arada, aşağıda ayrıntıları anlatılan iki olay ülkemizin demokratikleşme şansı bakımından talihsiz gelişmeler olarak dikkat çekiyor. Bunlardan ilki, Gezi olayları davası kapsamında tutuklu iken Türkiye İşçi Partisi’nden milletvekili seçilen Ş. Can Atalay’ın seçimden buyana iki ay geçmesine rağmen halâ tahliye edilmemiş olmasıdır. Dolayısıyla, sayın Atalay Millet Meclisi’ne gelip resmen and içemediği için halkın kendisine tevcih ettiği demokratik temsil işlevini yerine getirememektedir. Aşağıda arkadaşımız A. Rıza Çoban’ın açıkladığı gibi, Türk Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları karşısında, Hatay milletvekili Can Atalay’ı tahliye etmeyen adlî makamlar açıkça Anayasayı ihlâl etmektedirler.
İkinci olay, AKP-MHP iktidarı döneminde sivil toplum kuruluşları üzerinde yoğunlaştırılmış olan baskının bu sefer vergi mevzuatı aracılığıyla uygulamaya konan başka bir türüyle ilgili. Ayrıntılarını İsrafil Özkan’ın aşağıdaki notunda bulabileceğiniz bu olayın özü şudur: Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı’nın bulgularına göre, Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının %70 kadarının finansal sürdürülebilirlikleri tehlike altındadır ve bunun başlıca nedenlerinden biri de bu kuruluşların ticarî şirketmiş gibi vergiye tabi tutulmalarıdır. Devletin bu politikasının ilginç bir sonucu da, bu yolla, uluslararası bağışçıların sivil örgütlere ‘’ toplumsal fayda amacıyla verdikleri hibeler(in) Türkiye’de devletin gelir kaynaklarından biri’’ haline gelmiş olmasıdır.
Bu arada, birkaç gün önce maalesef pek hayra alâmet olmayan başka bir olay daha meydana geldi. Geçen Cuma günkü gazetelerde ‘’İmamoğlu’na yeni dava’’ başlıklı bir haber yer aldı. Habere göre, Beylikdüzü Belediye Başkanlığı döneminde ‘’ihaleye fesat karıştırıldığı’’ iddiasıyla -Danıştay soruşturmaya gerek olmadığına karar verdiği halde- hakkında açılmış olan ceza davası devam ederken, İmamoğlu hakkında bu sefer bir konuşmasında Tuzla Belediye Başkanı’na hakaret ettiği gerekçesiyle 2 yıl dört aya kadar hapis ve siyasî yasak istemiyle yeni bir dava açıldı. Ne yazık ki, önceki gibi bu dava da adaletin tecellisi yönünde samimi bir isteğin sonucu olmaktan çok, İmamoğlu’nun siyasî hayatını sonlandırma politik saikinin eseri gibi görünmektedir.
Son olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘’laik’’ niteliğine ters düşen ve Cumhurbaşkanının yeniden canlandırmayı düşündüğü Avrupa Birliği üyeliği hedefiyle de bağdaşmayan bir gelişmeye temas etmek istiyorum. Malum, vefat eden Menzil tarikatı şeyhinin cenazesi büyük bir kalabalığın katılımına sahne oldu. Bu arada Cumhurbaşkanı yardımcısının başında olduğu bir heyetin ölen şeyhin ailesine taziye ziyaretinde bulunduğu yetmezmiş gibi, Cumhurbaşkanı da yaptığı konuşmada ölen kişiyi ‘’ülkemizin manevî rehberlerinden biri’’ olarak niteledi. Ancak, şeyhin varsayılan ‘’rehberliği’’ni yönlendire ‘’değerler’’ Türkiye’nin Batı uygarlık dünyasının bir parçası olmakla hedeflediği değer ve ideallerin neredeyse tam tersini temsil ettikleri açık olduğu halde, Cumhurbaşkanının o zatı Türkiye’nin manevî rehberi sıfatıyla taltif etmesi hiç yakışık almamıştır.
Kısaca, zaman ilerliyor ama Türkiye şu ana kadar maalesef ne siyasette, ne ekonomide, ne de toplum hayatında ümit ışığı olacak herhangi bir ilerleme kaydedebilmiş değildir. Umarız, Özgürlük Gündemi’nde gelecek haftalar ve aylarda bu gidişatı iyi yönde değiştirecek yeni gelişmelerin haberini verecek kadar şanslı oluruz.
* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan
Can Atalay’ın Tahliye Edilmemesi Temel Hak İhlâlidir
14 Mayıs 2023 tarihinde yapılan 28. Dönem milletvekilliği seçiminde Türkiye İşçi Partisi’nden Hatay milletvekili seçilen ancak ‘’Gezi davası’’ olarak bilinen dava kapsamında tutuklu bulunan Avukat Şerafettin Can Atalay seçimden iki ay geçmesine rağmen hâlâ tahliye edilmedi. Bu nedenle TBMM’ye gelip yemin de edemeyen Atalay yasama çalışmalarına da katılamıyor.
Atalay’ın tahliye edilmemesi pek çok hukuki soruna ve bu bağlamda ülkede hukuk devletinin yaşadığı krize de işaret etmektedir. Öncelikle belirtmek gerekir ki Can Atalay’ın acilen tahliye edilmesini gerektiren pek çok Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararı bulunmaktadır. Ancak tahliye talebi hakkında karar vermesi gereken Yargıtay Dairesinin bu kararları dikkate alarak acilen tahliye konusunda harekete geçmediği görülmektedir.
Atalay’ın hukukî durumu ile ilgili olarak cevaplanması gereken ilk soru Atalay’ın yasama dokunulmazlığından yararlanıp yararlanamayacağıdır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tebliğnamesinde, Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 2018 ve 2019 tarihli kararlarına atıfla Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesinden yargılanan Atalay’ın Anayasanın 83. Maddesinin 14. Maddeye yaptığı atıf nedeniyle dokunulmazlık kapsamı dışında kaldığı yönünde görüş belirtmiştir. Oysa Anayasa Mahkemesi 2021 yılında verdiği Ömer Faruk Gergerlioğlu kararında yasama organının Anayasanın 14. Maddesi kapsamına giren suçları düzenlemediğine işaret ederek kuralın öngörülemez olduğuna karar vermiştir.[1] Anayasa Mahkemesinin tespiti şöyledir
“Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde Anayasa’nın 14. maddesinin üçüncü fıkrasından ve Anayasa’nın seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkını düzenleyen 67. maddesinin üçüncü fıkrası hükümlerinden hareketle Anayasa’nın 83. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar” ibaresinin kapsamına hangi suçların girdiği konusunda kanun koyucunun düzenlemesi dışında yargı organlarınca yapılan yorumlarla belirlilik ve öngörülebilirliği sağlamanın mümkün olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.”[2] AYM’nin bu açık tespitinden sonra yerel mahkemeler 14. Madde kapsamına hangi suçların gireceğini kendilerinin belirleyebileceği iddiasında bulunamaz. AYM kararından sonra yasama organı yeni bir düzenleme yaparak 14. Madde kapsamına giren suçları somutlaştırmadığından, yerel mahkemelerin milletvekili seçilen kişilerle ilgili yargılamalar konusunda derhal durma kararı vermesi ve somut olayda da Atalay hakkındaki davayı durdurarak tahliyesine karar vermesi gerekir.
Diğer taraftan Atalay’ın tutukluluğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Kavala kararına da aykırıdır. Zira Atalay ile aynı dosya kapsamında yargılanan ve yerel mahkemece hakkında müebbet hapis cezası verilen Kavala’nın tutukluluğunun hukuka uygun olup olmadığını inceleyen AİHM, Kavala’nın tutuklanması için yeterli suç şüphesini gösteren somut delil bulunmadığına ve tutuklamanın siyasi nedenlere dayandığına karar vermiştir.[3] Kararın gereğinin yerine getirilmemesi üzerine Bakanlar Komitesi ihlal prosedürünü başlatmış ve bunun sonucu AİHM bir yıl önce Türkiye’nin kararın gereğini yerine getirmediğine karar vermiştir.[4] Osman Kavala açısından dosyada bulunmayan delillerin Can Atalay ve diğer sanıklar açısından bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Bu nedenle Atalay’ın tutukluluğu AİHM kararlarına da aykırıdır.
Diğer taraftan Anayasa Mahkemesi pek çok başvuruda milletvekili seçilen kişilerin tahliye edilmemiş olmasını seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ile bağlantılı olarak özgürlük ve güvenlik hakkının ihlâli olarak değerlendirmiştir. AYM’ye göre, milletvekili seçilen kişilerin tutukluluğunun devamına karar verirken yerel mahkemeler yargılamanın tutuklu sürdürülmesinden beklenen kamu yararı ile başvurucunun seçilme ve milletvekili olarak siyasi faaliyette bulunma hakkı arasında ölçülü bir denge kurmaları gerekir. Dolayısıyla tutukluluğu zorunlu kılan somut nedenler göstermedikçe mahkemeler milletvekilinin yasama çalışmalarına katılmasını sağlamak için tahliye kararı vermelidir. Aksi halde Anayasa’nın 67. ve 19. maddelerinin ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.[5] Atalay’ın yasama dokunulmazlığından yararlandırılması kabul edilmese bile AYM’nin bu kararları gereği derhal tahliye edilmesi gerekir. Tutuklu kaldığı her gün temel hak ihlâkli ağırlaşmaktadır.
* Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu
Sivil Toplum Kuruluşlarını Vergilendirme Sorunsalı
Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı’nın (TÜSEV) ‘’Sivil Toplum için Elverişli Ortam İzleme Matrisi, Türkiye Raporu 2020-2021’’ geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Raporda, sivil toplum kuruluşlarının yaşadığı örgütlenme ve ifade özgürlüğü ihlâllerinden, denetimlere ve finansal yapılarına kadar birçok konuda ayrıntılı saha çalışmaları ve analizler yer almaktadır.[6]
Rapora göre, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının (dernek ve vakıfların) durumları incelendiğinde, bunların sadece %28,9’u finansal bakımdan ‘görece iyi durumda’, %51,8’i ‘zayıf’ ve %19,3’ü ise ‘çok zayıf’ olarak değerlendirilmektedir. Bu verilere göre, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının %71.1’inin sürdürülebilirliği tehlike altındadır. Ayrıca, Rapor’a göre finansal durumu ‘görece iyi durumda’ olan sivil toplum kuruluşların önemli bir kısmı yurtdışından hibe ve malî destek alan kuruluşlardır.[7] Bu kesim içinde, 7262 sayılı Kanunla düzenlenmiş olan ve sık denetlenen kuruluşlar ile örgütlenme ve ifade hürriyeti ihlalleri yaşayan sivil toplum kuruluşları da yer almaktadır.[8]
Buradan hareketle, bireysel ve kurumsal bağışlar, hibeler ve kendi iktisadî işletmeleri aracılığıyla kâr amacı gütmeksizin gelir elde ederek finansal sürdürülebilirliklerini sağlamaya çalışan sivil toplum kuruluşlarının az bilinen vergilendirme sorunu ciddi şekilde tartışmaya açılmalıdır. Sivil toplum kuruluşlarının üzerindeki baskı, sadece örgütlenme ve ifade özgürlüğüne müdahale veya malî-idarî denetimlerle sınırlı değildir. Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları, demokratik bir toplumda finansal olarak sürdürülebilirliklerinin devlet tarafından teşvik edilmesi beklenen kuruluşlar olmalarına rağmen, maalesef kâr amacı güden şirketlerle aynı vergilendirme kurallarına tâbidirler.
Hükümet yanlısı şirketlere neredeyse her yıl, vatandaşlara ise birkaç yılda bir düzenli olarak vergi affı sağlanmasının yarattığı adaletsizliğe ek olarak, kâr amacı gütmeksizin genel yararı önceleyerek çalışan sivil toplum kuruluşlarına uygulanan bu amansız vergilendirme politikası da son derece adaletsizdir.
Kurumlar vergisi ve aldıkları hibe ve bağışlar için getirilen vergi muafiyetleri dışında, sivil toplum kuruluşları özel şirketlerle neredeyse tamamen aynı şekilde KDV ve stopaj ödemek durumundadırlar. Bu kuruluşların herhangi bir vergi muafiyeti ya da teşvikten faydalanmasının yegâne yolu ise Cumhurbaşkanı tarafından verilen ‘’Kamu Yararına Çalışan Dernek’’ veya ‘’Vergi Muafiyeti Tanınan Vakıf’’ statülerinden birine sahip olmaktır. Çok az sayıda dernek (361) ve vakfın (323) bu statülere sahip olduğu bilinmektedir ve bunların dağılımı incelendiğinde sağlık ve eğitim alanlarında çalışanların doğal olarak çoğunluğu oluşturduğu anlaşılmaktadır.[9] Ayrıca bu statülerin verildiği kuruluşların belirlenmesinde hükûmetin politik tercihlerinin de etkili olduğu yaygın bir kanaattir. İlginçtir ki, özellikle son yıllarda iktidar çevrelerinde ve bürokraside kayırmacılık, yolsuzluk ve istismar gibi olaylarda adı geçen tüm dernek ve vakıflar bu statülerden en az birine sahiptir. [10] Benzer olarak, yine iş insanlarının oluşturduğu birçok dernek ve vakıfa da, görünüşe göre ticareti ve girişimciliği desteklemek amacıyla, bu statüler verilmiştir. Buna karşılık, tahmin edilebileceği gibi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi gibi alanlarda çalışan hiçbir dernek ya da vakıf bu statülere sahip değildir ve yakın bir zamanda olmaları da muhtemel görünmemektedir.
Bu yazıda durumlarına değinmek istediğimiz sivil toplum kuruluşları kendi ülkelerinde ya da bölgelerinde projeler gerçekleştirmek için yurtdışından aldıkları hibe ve bağışları insan hakları, demokrasi, çevrenin korunması, mülteciler ile dayanışma gibi alanlarda toplumsal faydayı önceleyen amaçlarla kullanmaktadırlar. Bu projelerde öngörülen tüm etkinlikler detaylı fayda-maliyet analizleri yapılarak ve sonuçları ölçülebilir ve ispatlanabilir şekilde planlanmaktadır. Ayrıca, hibe kuruluşlarına sunulan bütçelerin şahsî, abartılı ve gerçekçi olmayan amaçlarla kullanılmaması için uyulması gereken kural setleri bulunmaktadır.
Özellikle Avrupa Birliği gibi kurumlar üzerinden gelen hibeler o ülkelerde yaşayan vergi mükelleflerinin paraları olduğundan, demokratik rejime sahip olan bu ülkelerde hesap verilebilirlik ve şeffaflık en öncelikli konulardır. Ancak titizlikle hazırlanmış bütçeler ve toplumsal faydayı önceleyen etkinlikler dikkate alınarak sağlanan bu hibeler Türkiye’de kâr amacı güden şirketlerin gelirleri ile bir tutulmaktadır ve onlarla aynı şekilde vergilendirilmektedir. Bu vergiler arasında sivil toplum kuruluşu çalışanlarının maaşları üzerinden ödenen vergiler, sosyal güvenlik kurumu vergisi, damga vergisi, alışverişler için KDV, ÖTV, kira ve telif ödemeleri kaynaklı stopaj vergileri bulunmaktadır. Bu vergilerin büyüklüğü ve çeşitliliği de göstermektedir ki başka ülke ve uluslararası kuruluşların toplumsal fayda amacıyla verdikleri hibeler Türkiye’de devletin gelir kaynaklarından biri olarak görülmektedir.
Sivil toplum kuruluşların üzerindeki görünür tüm baskı ve engellemelerin yanı sıra, kapasitesi ve etkisi yüksek kuruluşlar üzerinde dolaylı bir baskı aracı olarak kullanılan bu vergilendirme politikalarında yeni düzenlemeler yapılması gereklidir. Her ne kadar mevcut iktidarın bu konuda aksi yönde düzenlemeler yapması daha kuvvetli ihtimal olsa da, biz yine de söz konusu Rapor’da yer alan pozitif reform önerilerini kayda geçirmek istiyoruz:
“STK’ları ilgilendiren tüm vergi mevzuatı bütüncül bir bakış açısıyla gözden geçirilerek, STK’ların mali sürdürülebilirliklerini destekleyecek şekilde teşvik edici düzenlemeler yapılmalıdır. Vakıf ve derneklerin amaçları doğrultusunda kurdukları iktisadi işletmeler, kurumlar vergisinden muaf olmalıdır. Kâr eden iktisadi işletmeler tarafından, kurumlar vergisi ödendikten sonra kalan kârdan dernek veya vakfa yapılan aktarmalar kâr dağıtımı sayılmamalı, gelir vergisi stopajına tabi tutulmamalıdır.
STK’ların iktisadi işletmeleri, kâr amacı güdüp gütmemelerine göre değil, faaliyet konularının amaçlarına uygun olup olmadığına göre değerlendirilmelidir. STK’ların amacına yönelik ekonomik faaliyetleri ticari faaliyet sayılmamalıdır. Ayrıca, vakıf ve derneklerin yılda bir kereden fazla düzenledikleri kermes, yemek, balo, gezi, konser gibi gelir getirici faaliyetleri, belirli koşulları karşılamaları halinde iktisadî işletme kurulmasını gerektirecek iktisadî bir faaliyet sayılmamalıdır.
STK’ların pasif yatırımlarında ortaya çıkan vergiler kaldırılmalıdır. STK’lar merkez olarak kiraladıkları adresler için ödemekle yükümlü oldukları kira stopajından veya katma değer vergisinden; taraf oldukları sözleşmelerdeki damga vergisinden, KDV, emlak vergisi, çevre temizlik vergisi, motorlu taşıtlar vergisi ve özel tüketim vergileri ile kuruluş ve sonrası noter harçlarından muaf tutulmalıdır.”[11]
* İsrafil Özkan – Direktör, Özgürlük Araştırmaları Derneği
Tanju Özcan CHP’de İsyan Bayrağını Açtı
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içerisinde daha önce mülteci politikaları bağlamındaki aykırı görüşleriyle gündeme gelen Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan gerek iktidara gerekse kendi partisinin yönetimine karşı çıkışlarıyla tanınmaktadır. Özcan bu sefer de geçtiğimiz günlerde de ilk defa açık ve radikal bir biçimde CHP yönetimine karşı adeta ‘’isyan bayrağı’’nı çekti. Geçen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde uğradığı yenilginin ardından başta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP’nin tüm üst yönetimine karşı açık bir istifa çağrısı yaptı. Çağrısına umduğu cevabı alamayan Özcan Bolu’dan Ankara’daki Genel Merkez’e üç gün süren bir yürüyüş yaptı.
Bolu Belediye Başkanı yürüyüşünü Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlık ‘’koltuğunu bırakmaması’’na nazire olarak Parti merkezine “koltuk fırlatma” eylemiyle süsledi. Başkan Özcan Genel Merkez binasının önünde yaptığı konuşmada şu ifadeleri kullandı:
“Artık millet muhalefetten bile umudunu kesmiş durumda. O yüzden bu koltuk meraklısı Bay Kemal’i göndermenin zamanı geldi. Sen madem bu kadar çok koltuk seviyorsun. Bak koltuk sevdalısı Kemal Kılıçdaroğlu, ben sana koltuk getirdim. Şimdi in o koltuktan al bu koltuğu git evinde otur, torunlarını sev.”
Tahmin edilebileceği gibi, Özcan’ın bu ‘’isyankâr’’ tavrı CHP üst düzey bürokrasisinde de hiç olumlu karşılanmadı. Daha önce kendisiyle birçok kez söz dalaşına girişmiş olduğu CHP sözcüsü Faik Öztrak Özcan’ı defaatle “sarayın adamı” olmakla suçlarken Özcan, Öztrak’ın iddiasını ispatlaması hâlinde “kendisini Kızılay meydanında yakacağını” ilân etti. Siyasî nezaketle bağdaşmayan bu sözlü atışmaların yanı sıra, CHP üst düzey yönetimi bürokratik olarak da Öztrak’ın isyan bayrağına kayıtsız kalmadı. Partiden tam ihraç istemiyle disipline sevk edilen Tanju Özcan’ın, disiplin soruşturması kapsamında 20 Temmuz’da sözlü savunma yapması bekleniyor.
*Çağın T. Eroğlu – Proje Koordinatörü, Özgürlük Araştırmaları Derneği
[1] Ömer Faruk Gergerlioğlu [GK], B. No: 2019/10634, 1/7/2021, § 79-103, şuradan erişilebilir: https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/10634
2 Ömer Faruk Gergerlioğlu, § 103.
3 Kavala/Türkiye, no. 28749/18, 10.12.2019, şuradan erişilebilir: https://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-199515
4 Kavala/Türkiye, [BD], no. 28749/18, 11.07.2022, şuradan erişilebilir: https://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-218516
5 Mustafa Ali Balbay, B. No: 2012/1272, 4/12/2013; Mehmet Haberal, B. No: 2012/849, 4/12/2013; Gülser Yıldırım, B. No: 2013/9894, 2/1/2014; Kemal Aktaş ve Selma Irmak, B. No: 2014/85, 3/1/2014; Faysal Sarıyıldız, B. No: 2014/9, 3/1/2014; Ayhan Bilgen [GK], B. No: 2017/5974, 21/12/2017; Kadri Enis Berberoğlu (2) [GK], B. No: 2018/30030, 17/9/2020; Figen Yüksekdağ Şenoğlu ve diğerleri, B. No: 2016/39759, 30/3/2022; Leyla Güven [GK], B. No: 2018/26689, 7/4/2022;
7 https://portal.tusev.org.tr/media/public/YasalCalismalar/MM20202021TurkiyeRaporu06122023.pdf
8 https://oad.org.tr/yayinlar/ozgurlukgundemi/ozgurluk-gundemi-sayi-5273/
9 https://www.siviltoplum.gov.tr/kamu-yararina-calisan-dernekler
11 https://portal.tusev.org.tr/media/public/YasalCalismalar/MM20202021TurkiyeRaporu06122023.pdf