Editörden,

Epey bir süredir Türkiye’yi tutsak almış olan kötümser havayı iyimser yönde değiştirebilecek dikkate değer bir gelişmenin yaşanmadığı iki haftalık bir süreyi daha geride bıraktık. Ama bu elbette AKP yönetimi ve taraftarlarının halkın karşısına popülist söylemler ve gerçeklerle uyuşmayan boş vaatlerle çıkmasına engel olmuyor. 

Bu boş vaatlerden biri de MHP’nin desteğine sahip Cumhurbaşkanının Adlî Yıl’ın başlaması vesilesiyle yeniden seslendirdiği, Türkiye’yi ‘’darbe anayasası’’ndan (yürürlükteki 1982 Anayasası) kurtaracak ve geleceğe hazırlayacak ‘’sivil’’ bir anayasa çağrısıdır. Bu çağrıyı ‘’gerçeklerle bağdaşmayan boş bir vaat’’ olarak nitelemekle haksızlık yapmadığımız herhalde kabul edilecektir. Öyle veya böyle, kuvvetle muhtemeldir ki, Erdoğan-Bahçeli ikilisi, daha önce (2017 yılında) yaptıkları gibi, ‘’yeni anayasa’’ adı altında kapsamlı bir Anayasa değişikliğinin Meclis’ten geçirilmesini bir şekilde sağlayacaklardır.

Onun için, AKP’nin anayasa değişikliği vaadinin ‘’boş’’ olması onu gerçekleştirmelerinin imkânsız olmasından değil, gerçekleşmesi halinde bunun Türkiye’nin önünü açmak şöyle dursun, yürürlükteki tek-adam rejimini daha da tahkim edeceğinin neredeyse kesin olmasıdır. En başta, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sadık destekçisi Bahçeli’yle birlikte 2017 Anayasa değişikliğiyle ortaya koydukları örnek, onların   bugün ne yapmayı amaçladıkları hakkında sağlam bir fikir edinmemiz için yeterlidir. Kaldı ki, o tarihten bu yana hükümetin yasama yoluyla gerçekleştirdiği ‘’yargı reformları’’ da Türkiye’yi özgürleştirme ve demokratikleşmeye değil, statükoyu sağlamlaştırmaya hizmet etmiştir. Nitekim bugün Türkiye’de mahkemelerin işlevi de adalet dağıtmaktan çok, yürütmenin ve kamu idaresinin yaptığı hak ihlâllerine hukukî kılıf geçirmektir.     

Bu arada, 2023 Mayıs seçimlerinden bu yana yükselişte olan ana muhalefet partisi CHP yapılacak ilk seçimde iktidara geleceğine kesin gözüyle bakıyor. Genel Başkan Özgür Özel hükümet politikalarına yönelik eleştirileri ve erken seçim arayışına ilişkin çıkışlarıyla hemen hemen her gün kamunun önüne çıkıyor. CHP son olarak gerçekleştirdiği ‘’Tüzük Kurultayı’’yla kamuoyunun gündeminde, ama partinin sanki bundan daha öncelikli olan başka bir ihtiyacı var. Bu da sanırım partinin ideolojisini ve programını günün şartlarına uygun olarak ve toplumun daha geniş kesimlerini kucaklayacak şekilde revize etmektir. Oysa Özgür Özel’in yeni mezun teğmenlerin ‘’Mustafa Kemal’in askerleriyiz!’’ sloganı gölgesinde yaptıkları malum alternatif yemin gösterisi hakkındaki açıklamaları, CHP’nin geleneksel reflekslerinin ‘’yenileşme’’ çabalarına rağmen pek değişmediğini düşündürmektedir. 

Aslına bakılırsa, ‘’Mustafa Kemal’in askerleri’’ olma sevdalısı bu genç subayların gösterisi konusunda iktidar cephesinde de bir kafa karışıklığı olduğu gözleniyor. Nitekim sadece iktidar ortakları olan AKP ile MHP arasında değil, bu partilerin kendi içlerinde de bu olaya verilmesi gereken tepki konusunda görüş ayrılığı var. Bu gösteri, beklenebileceği gibi, AKP tabanında ve onu destekleyen çevrelerde hoşnutsuzluk yaratırken, Partinin sözcüsü Ömer Çelik’in yaptığı açıklamaya bakılırsa, AKP’nin üst kademeleri bu olayı normal karşılıyorlarmış gibi bir görüntü veriyor. Yine de Savunma Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada söz konusu subaylar hakkında soruşturma başlatılacağı belirtildi.

Fakat tam da AKP’lilerin 2016’daki darbe girişimi sonrasında kurmuş olduğu resmî-gayrıresmî ortaklı koalisyonu bozabilecek bir adım atmaktan çekindikleri izlenimi doğmuşken, başlangıçta sessiz kalan Cumhurbaşkanı Erdoğan -Özgür Özel’in ifadesiyle- ‘’sekiz gün durup düşündükten sonra’’ eylemci subayları hedef alan sert bir konuşma yaparak, bu işin başını çekenleri tasfiye edeceklerinin işaretini verdi. Buna karşılık, muhtemelen ortağı AKP’yle olan ortaklığa halel gelmesini engelleme saikiyle, Devlet Bahçeli bu konuda adeta partisinden gelen kimi ‘’çatlak sesler’’i susturmayı veya dengelemeyi amaçlayan nispeten sert bir açıklama yaptı. Bu durumda öyle görünüyor ki bu mesele hükümetin söz konusu askerler hakkında muhtemelen çok ağır olmayan ama ‘’bu disiplinsizliğe göz yumdu’’ da dedirtmeyecek ‘’makul’’ bir müeyyide uygulaması ile kapanacak ve bu MHP’yi de rahatlatacaktır. Buna karşılık, ana muhalefet partisi CHP’nin askerlerin en hafif tabiriyle disiplinsizliği karşısında gösterdiği kayıtsızlığı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu partiye karşı siyasî bir koz olarak kullanacağı ve bunu daha sonra da gündemden düşürmeyeceği kesindir. Her halükârda CHP’nin bu olaya ilişkin tutumu kendisinin bir buçuk yıldır yükselmekte olan imajına hatırı sayılır bir zarar verecek gibi görünmektedir.

Öte yandan bu sıralar Türkiye’nin dış politikasında da bazı önemli değişmeler meydana geliyor. Bilindiği üzere, AKP yönetimi son yıllarda Orta-Doğu’da en hafif tabiriyle nüfuz alanını genişletme ve kimi Arap ülkelerine sözümona demokrasi getirme amacıyla izlediği vesayetçi-müdahaleci politikayla ilişkilerini bozduğu güney komşularımız Suriye ve Mısır’la bir süredir yeniden normalleşme arayışı içindeydi. Suriye’den gelen sinyaller Türkiye’nin bu ülkeyle ilişkileri düzeltmek için henüz vaktin erken olduğunu gösterirken, Mısır bir süre tereddüt ettikten sonra Türkiye’nin beklentisine olumlu cevap verdi. Nitekim Mısır devlet başkanı Abdülfettah el-Sisi geçen hafta Türkiye’ye resmî bir ziyaret yaptı. Ziyaretin öyle pek sıcak bir havada gerçekleştiği söylenemez ama yine de iki ülke arasında bazı antlaşmalar akdedildi. 

Dış politikayla ilgili ikinci ilginç, hatta tuhaf olay, başlıca üyelerini Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika ve İran’ın oluşturduğu -bir tür Avrasya paktı niteliğindeki- Şanghay İşbirliği Örgütü BRICS’e üye olmak için Türkiye’nin başvurduğuna ilişkin son haberler oldu. Olayın ilginçliği Türkiye’nin başvuru yaptığını ve Ekim ayında Rusya’da yapılacak olan zirveye katılacağını Türk makamlarının değil de Rusya yetkililerinin açıklamasından ileri gelmektedir.  Mamafih Cumhurbaşkanı Erdoğan 31 Ağustos’ta Deniz Harp Okulu mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada bunun işaretini vermişti.

Türkiye’nin bu hamlesinin arkasında ‘’Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde yaşanan ilerleme eksikliğinden duyduğu hayal kırıklığı’’ yattığı iddia ediliyorsa da, AKP hükümetinin BRICS’e üye olma girişiminin arkasında yatan asıl saikin bu olmadığı bellidir. Çünkü son on yıldaki performansıyla maalesef Avrupa Birliği’ne üyelik kriterlerinden (kısaca hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları ve rekabetçi piyasa ekonomisi) büsbütün uzaklaşmış olan Türkiye’yi AB’nin bu haliyle tam üyeliğe kabul etmesi zaten söz konusu olamazdı. Kaldı ki, BRICS Türkiye için hiçbir anlamda AB’nin alternatifi değildir. Onun için, Erdoğan’ın bu tür arayışlara girmesinin gerçek nedenini başka yerde aramak gerekir.

Aslında bu neden Cumhurbaşkanı’nın Deniz Harp Okulu’ndaki tören konuşmasında bulunabilir. Bu konuşmadan anlaşıldığına göre, Erdoğan Batı dünyası ile, daha özel olarak ta AB ile beraberliği değerlerle ilgili bir prensip meselesi olarak görmüyor; aksine, aklınca aynı anda her iki tarafa yakın olmanın da avantajlarından yararlanarak Türkiye’yi ‘’büyütme’’yi ve onu bloklar arası dengeleri kullanarak küresel düzeyde dikkate alınan bir aktör haline getirmeyi düşünüyor. Buna bir tür ‘’Hamidiyen siyaset’’ diyebiliriz. Ama, heyhat bu yolda kararlı olunması tam da Türkiye’yi orta ve uzun vadede istikrarsızlaştırabilecek, onu güvenlik riskiyle karşı karşıya bırakabilecek, hatta halkının refah kaybına neden olabilecek bir tercihtir. En az bunun kadar önemli olarak, Batı dünyasından kopmak Türkiye’nin zaten pek te içten benimsemediği evrensel insanî-medenî değerlerden uzaklaşmasını kolaylaştırabilir.

Bu sayıya arkadaşlarımız A. Rıza Çoban işlenmeyen tarım arazilerinin kiraya verilmesiyle ilgili idarî işlemi, Ö. Faruk Şen İstanbul’un taksi sorunuyla ilgili son düzenlemeyi ve Caner Gerek de son Orta Vadeli Ekonomik Programı irdeleyen yazılarıyla katkıda bulunuyorlar.

Bir sonraki Özgürlük Gündemi’nde buluşmak dileğiyle.

* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan


İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Kiraya Verilmesi

22 Ağustos 2022 tarihli Resmî Gazetede yayımlanan “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik mülkiyeti gerçek ve tüzel kişilere ait olan ve üst üste iki yıl süreyle işlenmeyen tarım arazilerinin, Bakanlıkça tarımsal amaçlı sezonluk olarak kiraya verilmesini öngörüyor. Esasen bu düzenlemenin temeli olan kanun değişikliği 2023 yılında yapılmıştı.

23.03.2023 tarihli 7442 sayılı Kanunun 37. maddesiyle 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8/K maddesine eklenen ikinci fıkra bu Yönetmeliğin dayanağını oluşturuyor. Söz konusu kanun değişikliğinin gerekçesinde ülkemizde yaklaşık 656 bin hektar tarım arazisinin çeşitli nedenlerle âtıl durumda olduğu ve söz konusu arazilerin üretime kazandırılmasıyla yıllık yaklaşık 14 Milyar TL ekonomik kaybın önüne geçilebileceği belirtilmiştir. Parlamento görüşmelerinde bu düzenlemeye yönelik fazla bir muhalefetin olmadığı anlaşılıyor. Komisyon raporunda sadece HDP’li vekilin düzenlemeye yönelik siyasi eleştirilerde bulunduğu kaydediliyor.

7442 sayılı Kanunun bazı düzenlemeleri aleyhine Cumhuriyet Halk Partisine mensup milletvekillerince Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açılmış olmasına rağmen 37. maddeyle ilgili bir iptal talebinde bulunulmamış.

Mülkiyet hakkına açık bir müdahale teşkil eden böyle bir düzenlemenin Anayasa’da güvence altına alınan mülkiyet güvencesini ihlal ettiği açık olmasına rağmen niçin böyle bir düzenlemeye gidildiğini anlamak mümkün değil. Öncelikle tarımsal faaliyet yapmak isteyip de kiralık arazi bulamayan bir çiftçinin bulunduğunu söylemek zor görünüyor. Tarımsal üretim girdilerindeki maliyet yüksekliği ve yetiştirilen ürünlerin satılması ve pazarlanmasındaki sorunlar nedeniyle pek çok çiftçinin zarar ettiği ve tarımsal üretime son verdiği biliniyor. Buna rağmen işlenmeyen arazileri kiralayarak tarımsal üretim yapacak ve kâr edecek çiftçilerin nereden bulunacağı büyük bir soru işareti.

Böyle bir kiralama talebinin endüstriyel tarımsal üretim, özellikle de yağlı bitki üretimi yapacak uluslararası şirketlerden gelebileceği tahmin ediliyor.  Eğer böyleyse, bu şirketlerin niçin arazi sahiplerinden kiralamak yerine doğrudan kamu otoritesinden kiralama yapmak isteyeceğini tahmin etmek zor değil.

Kira bedellerinin “rayiç”e göre, Arazi Kiralama Komisyonlarınca belirlenmesi öngörülmüş. Ancak bu Komisyon tamamen kamu görevlilerinden oluşuyor, komisyonda çiftçi örgütlerinin ve Ziraat Odalarının temsilcileri yer almıyor. Aynı şekilde kiralanacak arazileri tespit etmek üzere oluşturulan Arazi Tespit Komisyonlarında da çiftçileri temsil edecek kimse yok, bu komisyon da kamu görevlilerinin yanı sıra muhtarlardan oluşuyor ve karar alma çoğunluğu kamu görevlilerinde.

Arazilerin tespiti ve kiralama usulleri bakımından da bazı temel sorunlar var. Öncelikle ne arazi tespitleri ne de kiralamalar arazi sahiplerine tebliğ edilmeksizin sadece mahallinde ve İnternet sitesinde ilan suretiyle kesinleştiriliyor. Böylece arazi sahiplerinin hiç haberi olmadan arazilerinin kiralanması sağlanabilecek. Kirada bedelleri de adlarına bir kamu bankasına yatırılacak. Arazi sahiplerinin tespite ya da kiraya itiraz etmesi halinde işlem kendiliğinden durmuyor, bu itiraz komisyonlarca karara bağlanarak kesinleştiriliyor. Dolayısıyla arazi maliklerinin rızası aranmadığı gibi, itiraz ettiklerinde de rızaları hilâfına arazilerinin başkalarına kiralanması söz konusu. Böylece mülkiyet hakkının temel bir unsuru olan tasarruf yetkisi bu araziler bakımından ortadan kaldırılmış oluyor.

Diğer taraftan, kısmî olarak ekilmeyen arazilerin de boş kalmış kısımlarının kiraya verilmesi mümkün hale getirilmiş. Yani çiftçiler bir gün uyandıklarında, arazilerinin yarısının başka biri tarafından ekildiğini görürlerse şaşırmamalılar.

Bu düzenlemenin sebep olacağı sorunlardan biri de yaratacağı sulama suyu kıtlığı nedeniyle diğer çiftçilerin uğrayacağı zarar. Bütün arazilerin kiralama suretiyle ekilmesi durumunda ortaya çıkacak sulama suyu kıtlığı ve bunların yaratacağı çatışmaların nasıl çözüleceği konusunda yönetmelikte hiçbir düzenleme yer almıyor. Son olarak kiralayanın, aşırı gübreleme, sulama, ilaçlama vb nedenlerle araziye vereceği zararların nasıl giderileceği konusunda da Yönetmelikte hiçbir düzenleme bulunmuyor. Eğer tahmin edildiği gibi bu arazileri ulusal ya da uluslararası büyük şirketler kiralayacaksa, hala üretim yapan diğer çiftçilerin de bu düzenleme nedeniyle büyük zarar göreceğini ve gıda üretiminde büyük sorunlar yaşanacağını öngörmek zor değil. Yaşanacak gıda krizinden tüm ülkenin etkileneceği de açık.

Son olarak, her şey bir yana, anayasal temel bir hak olan mülkiyet hakkına açık müdahale teşkil eden bu düzenlemenin yine Anayasa gereğince ancak ‘’kanun’’la yapılabileceği açık olduğu halde, bunun bir idarî işlem olan yönetmelikle yapılması da anlaşılabilir gibi değil.  

* Doç. Dr. Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu 


İstanbul’un Politikleşen Sarı Taksi Krizinde Sürpriz Gelişme

İstanbul’da yaşayan, gezen ya da sadece yolu düşen herkes ya taksi bulamamaktan ya da bulduğunda aldığı hizmetin kalitesinden dert yanmıştır. On yıllardır gündemde olan bu sorun, son yıllarda iyice su yüzüne çıkmış ve özellikle seçim öncesi dönemlerde yerel siyasetin ötesine geçerek ulusal düzeyde bir tartışma konusu haline gelmiştir.

Yargının haksız rekabet gerekçesiyle Uber’e faaliyet durdurma ve erişim engeli kararı vermesi ve bu tartışmada hükümetin sarı taksilerden yana tavır almasıyla birlikte alternatif hizmetlerin önü kapanmıştı. Taksi sayısını artırmak bu sorunu biraz olsun hafifletebilirdi, ancak bunu gerçekleştirmek beş yıldan fazla bir zaman aldı. Nitekim, 2019 yerel seçimlerinden sonra İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun taksi sayısını artırma girişimleri sık sık AKP’nin engellemeleriyle karşılaştı. 2024 yerel seçimlerinde CHP belediye meclis çoğunluğunu elde etmiş olsa da, 2020 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Ulaşım Koordinasyon Merkezlerinin (UKOME) yapısını değiştirerek belediyelerin şehir ulaşımındaki belirleyici rolünü kısıtlamıştı. Kamu kurumlarının üye sayısı 10’dan 14’e yükseltilmiş, Büyükşehir Belediye Temsilcisi sayısı 11’de kalarak üye kompozisyonu hükümet lehine değiştirilmişti. Dolayısıyla, muhalefetin belediye meclisi çoğunluğunu elde etmesi de bu engellemeyi bertaraf edemeyecekti.

Bu noktada sorun sadece bir ulaşım problemi olmaktan çıkarak, iktidar-muhalefet çatışmasının simgelerinden birine dönüştü. Daha açık bir ifadeyle, sarı taksiler, siyasetin yeni bir cephe hattı gibi konumlanarak, İstanbul’daki ulaşım kaosuna siyasi bir boyut ekledi. Bu yazıyı teorik hale getirmeden yalnızca şunu not düşmekte fayda görüyorum: sarı taksi sorunu bir kolektif eylem sorunudur (collective action problem). Daha açık bir ifadeyle, lobicilik yaparak ya da siyasi bağlantılarını kullanarak kendi çıkarlarını koruyan taksi plakası sahipleri ile, bütün maliyeti üstlenen ancak bu maliyetin bireysel olarak her birine küçük görünmesi ve organize olamamaları nedeniyle etkili bir karşı duruş sergileyemeyen geniş halk kitleleri arasında bir uyuşmazlık (‘’çıkar çatışması’’) söz konusu. AKP’nin idare ettiği kurumlar ise bu sorunu toplum lehine çözmek yerine yıllardır çıkar gruplarının tarafını tutmuş ve toplumsal taleplere kulağını tıkamıştır.

Ancak, İmamoğlu’nun konuyu yıllardır gündemde tutması, yeniden seçilmesi ve biriken toplumsal şikayetler, AKP’nin bu konuda sergilediği katı tavrı değiştirmesine neden olmuş gibi görünüyor. Nitekim geçtiğimiz hafta İBB’nin UKOME toplantısında teklif ettiği “Uygulama Tabanlı Taksi Taşımacılığı Sistemi” oybirliği ile kabul edildi.[1] Buna göre İstanbul’a 2 bin 500 yeni taksi kazandırılacak ve bu taksiler sadece uygulama üzerinden hizmet verecek, yoldan yolcu almayacak. Taksi başına düşen kişi sayısında dünya şehirlerinin oldukça gerisinde bulunan İstanbul’da şüphesiz bu artış mevcut sorunu ortadan kaldırmayacaktır. Yine de müspet bir değişikliğin nihayet gerçekleşmesi ve AKP’nin kamusal fayda lehine geri adım atmasını İstanbullular için olumlu bir gelişme olarak belirtmek gerekiyor. UKOME’de alınan bu karardan kısa bir süre sonra Bloomberg’e konuşan bir üst düzey yetkili de AKP hükümetinin, İstanbul’daki taksi sayısının dörtte üç oranında artırılarak yaklaşık 32 bine çıkarılmasını hedefleyen yeni bir yasa teklifi üzerinde çalıştığını belirtti.[2] İstanbul’un ulaşım sorununu çözmek için atılan bu adımların devamının gelmesi, şehrin sürdürülebilir bir ulaşım sistemine kavuşması açısından oldukça önemlidir.

 *  Dr. Ömer Faruk Şen – Missouri Üniversitesi


Orta Vadeli Program Öngörüleri

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz tarafından 5 Eylül’de açıklanan Orta Vadeli Program (OVP) üç yıllık ekonomik beklentileri kapsamakta. Yol haritası niteliğinde olması gereken OVP geçmişte tutarsız bulunan ve nihayetinde hedefleri ıskalayan içeriği nedeniyle sıkça eleştiriliyordu. Bu eleştiriler programa olan güveni ve ciddiye alınırlığını zedelemişti. Ancak, yeni ekonomi yönetiminin geleneksel politikalara dönüşü, merkez bankasındaki değişiklikler ve bu politikalara yerel seçimlerden sonra daha sıkı bir şekilde sarılacağı beklentisi, OVP’ye olan ilgiyi bir miktar artırmıştı. Fakat program, geçmişte olduğu gibi yine tutarsız ve aşırı iyimser öngörüler barındırmakta.

OVP neler vadediyor?

Orta Vadeli Program 2024 yılı ekonomik büyüme tahminini %4’ten %3,5’e düşürerek aşağı yönlü bir revizyon yapmakta. Ancak sonraki yıllar için belirlenen büyüme hedefleri, mevcut ekonomik koşullara bakıldığında oldukça iddialı görünüyor. 2025 yılı için %5, 2026 ve 2027 yılları için ise sırasıyla %4,5 ve %5 büyüme hedeflenmiş durumda. Bu hedeflere göre kişi başına milli gelir, 2024’te 15.551 dolar, 2025’te 17.028 dolar, 2026’da 18.990 dolar ve 2027’de 20.420 dolar olacak şekilde öngörülmüş. Bu gelir hedeflerinin gerçekleşmesi için USD/TL kuru ortalaması 2024 yılı için 35,5 TL, 2025, 2026 ve 2027 yılları için sırasıyla 42 TL, 44,4 TL ve 46,9 TL olarak tahmin edilmiş.

Enflasyon beklentileri ise 2024 yılı için %41,5, 2025 için %17,5, 2026 için %9,7 ve 2027 için %7 olarak belirlenmiş. Bu öngörüler doğrultusunda, işsizlik oranının 2024’te %9,3, 2025’te %9,6, 2026’da %9,2 ve 2027’de %8,8 olması beklenmekte. Bütçe açığı ise 2024 yılı için %4,9, 2025 için %3,1 ve sonraki iki yıl için sırasıyla %2,8 ve %2,5 olarak hedeflenmiş.

Büyüme ve enflasyon ilişkisi

Türkiye ekonomisinin en önemli gündem maddesi enflasyon olduğundan, programın en dikkat çekici göstergesi enflasyon tahminleri oldu. Enflasyon öngörülerinin gerçekleşebilmesi için diğer ekonomik göstergelerin de bu tahminlerle uyumlu olması gerekiyor. Burada özellikle büyüme hedeflerine bakmak önemli. Program, şu an %51,97 olan enflasyonun 2027 sonunda %7’ye düşmesini öngörürken, ekonomik büyümede kayda değer bir düşüş beklememekte; hatta 2025 yılı için güçlü bir büyüme hedefi belirlenmiş durumda. 2025 sonunda enflasyonun %17,5’a düşmesi öngörülürken, aynı dönemde büyümenin %5 olarak gerçekleşeceği tahmin ediliyor. Bu noktada ciddi bir tutarsızlık dikkat çekiyor, çünkü mevcut koşullarda enflasyonun, ekonomik aktivite sıkılaştırılmadan düşmesi mümkün görünmüyor. 2000’lerin başında ekonominin hızlı büyüdüğü dönemde enflasyon keskin bir şekilde düşmüştü, ancak o dönemde Türkiye’nin güçlü bir siyasi ve ekonomik hikâyesi vardı ve dış yatırımlar bu olumlu durumu desteklemişti. Günümüz koşulları ise oldukça farklı; bu nedenle ekonomik aktivitede yavaşlama olmadan enflasyonun düşmesini beklemek oldukça iyimser bir bakış açısı olur. Nitekim son aylarda enflasyondaki düşüş de ekonomik yavaşlama neticesinde gerçekleşti.

Bu açıdan, gelecek üç yılda hem güçlü bir ekonomik büyüme hem de enflasyonun keskin bir şekilde düşmesi beklentisi tutarsız görünüyor. Ayrıca, geçen yıl açıklanan OVP’de 2024 için %4 büyüme beklenirken, enflasyon tahmini %33 idi. Bu yıl ise büyüme beklentisi %3,5’e düşürülürken, enflasyon beklentisi %41,5’a yükseltilmiş durumda; bu da programın tutarsızlığını açıkça ortaya koyuyor. Daha düşük bir büyüme ile daha yüksek bir enflasyona ulaşılmış durumda. Bu yüksek büyüme beklentisi ile cari açıkta iyileşme beklemek de yine tutarsızlık içeriyor. Kısa vadede cari açık biraz düşse de, ekonomik aktivitenin yeniden toparlanmasıyla birlikte artan iç talebin cari açığı tekrar yükseltmesi beklenebilir. Son olarak enflasyonda sert bir düşüş öngörürken işsizliğin de azalmasını öngörmek de bir diğer tutarsızlık.

OVP’nin Hazırlanma Süreci OVP’yi hazırlayan ekonomi kurmayları ve Merkez Bankası yönetiminin uyumuna bakıldığında büyüme hedefinin enflasyon öngörüleri ile tutarsızlığını açıklamak zorlaşmakta. Program ya geçmişte olduğu gibi yeterince ciddi şekilde hazırlanmadı ya da büyüme hedefleri kamuoyundan ziyade iktidarı memnun etmeye yönelik şekilde hazırlandı. Mehmet Şimşek’in yönetimine parti içinden gelen eleştiriler ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomik büyümeye verdiği önem göz önüne alındığında, OVP’nin en azından kâğıt üzerinde bu beklentileri karşılamak amacıyla şekillendirilmiş olması muhtemel.

* Dr. Caner Gerek


1 https://www.bbc.com/turkce/articles/cdjwmerd9wvo

2 https://www.bloomberght.com/iistanbul-da-taksi-sayisinin-artirilmasi-planlaniyor-2359133

Shares:

Okumaya Devam Edin