Editörden,
Enflasyon başta olmak üzere herkesi bunaltan ekonomik krizden kurtulma sorunu bir yana bırakılırsa, son haftalarda siyasî gündemden hiç düşmeyen iki mesele var: erken seçim ve Anayasa değişikliği.
Erken seçimin aşağı yukarı bir yıldır neden gündemden düşmediğini anlamak zor değil. Mayıs 2023’te yapılan milletvekili genel seçimlerinden Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) birinci parti olarak çıkarken Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ikinci sıraya düşmesi, görünüşe göre AKP ve MHP’yi tedirgin etmekten çok, uzun yıllardır iktidar olma özlemi içindeki ana muhalefet partisini heyecanlandırmış bulunuyor. Bu nedenle CHP lideri Özgür Özel epey bir süredir ısrarla ‘’erken seçim’’ isteğini dile getiriyor. Özel nihayet bir kaç gün önceki bir konuşmasında erken seçim için bir tarih te telâffuz etti: Kasım 2025.
Aslında CHP genel başkanının ısrarlı acele seçim çağrılarının arkasında erken bir seçimin partisini tek başına iktidara getireceğinden emin olmasından ziyade, seçimin gecikmesinin partisi lehindeki kamuoyu desteğinin aşınmasına yol açacağı endişesi yatıyor olabilir. Ve korktuğu gibi olması da muhtemeldir. Özgür Özel’in bir an önce seçime gidilmesini istemesinde, ayrıca, seçim geçiktikçe Erdoğan’ın ‘’torbasından bu sefer hangi tavşanı çıkaracağı’’nı bilememenin yarattığı belirsizlik te etkili olsa gerektir.
İktidar koalisyonunun büyük ortağını temsil eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın CHP genel başkanının bu çağrısına hemen olumlu bir cevap -hatta herhangi bir cevap- vereceği beklenmemeli. Bunun bir nedeni, şans eseri kendisinin ve partisinin siyasî hesaplarına da uygun düşmesi durumu hariç, Erdoğan öteden beri muhalefetten gelen bu tür çağrılara cevap vermemeyi siyasette inisiyatifi elinde tutmasını ve siyasî gündemin asıl belirleyicisinin daima kendisi olmasını sağlamak bakımından zorunlu görmektedir. İkinci neden, bu sıralar Erdoğan ve ortağının gündeminde başka bir konu, Anayasa değişikliği konusunun bulunmasıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan da bir süredir muhalefete ‘’yeni Anayasa’’ çağrısı yapmaktadır. Onun için, Erdoğan Anayasa değişikliği meselesinde kendisi açısından elle tutulur bir gelişme sağlamadan veya bu iki meseleyi birleştirebilecek bir strateji için şartları uygun görmeden CHP genel başkanının erken seçim çağrısına hemen cevap vermesi zayıf bir ihtimaldir. Dahası, Erdoğan’ın bu konuda şu veya bu yönde kesin bir karar oluşturması, onun muhtemel bir cumhurbaşkanlığı seçiminde yeniden aday olup olmayacağını da netleştirmesine bağlıdır.
‘’Yeni Anayasa’’ konusuna gelince, kendi eserleri olan 2017 Anayasa revizyonunun gereklerine bile tam olarak uymayan bir iktidar bloğunun sahici (yani siyasî iktidarı gerçekten sınırlayıp temel hakları güvence altına alan) bir anayasa arayışı içinde olduğuna inanmak zordur. Daha önemlisi, AKP-MHP iktidarı siyasette adil rekabet şartlarını ihlâl eden seçimleri Türkiye’nin rutini haline getirdiği yetmezmiş gibi, yurttaşların vazgeçilmez özgürlük güvenceleri olan insan hakları, hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlık ve tarafsızlığı gibi evrensel normları ısrarla çiğnemektedir. Onun için, yaklaşık on yıldır Anayasaya uymamayı alışkanlık haline getiren Cumhur İttifakı’nın yeni anayasa yapma girişiminden hayırlı bir sonuç beklenemez.
Kaldı ki, iktidar partilerinin bu çabası samimi ve sahici olsa bile, bunların demokratik anayasa yapımının olması gereken yol ve yöntemine riayet edeceklerinin de garantisi yoktur. Bu mesele Erdoğan’ın ‘’bütün partilerle uzlaşmayı sağlamak’’ söyleminin ima ettiğinden daha karmaşık ve daha derin bir meseledir. Bu arada, CHP’lilerin bu meselede sadece Anayasa’nın ‘’değiştirilemez hükümleri’’ sorunu üstünde odaklanmaları da yanlıştır. Bu mesele de CHP’lilerin sandığından daha karmaşık ve derin bir meseledir ve ayrıca ele alınması gerekir. Türkiye’nin Anayasa değişikliği, öncelikle de ‘’yeni Anayasa’’ meselesindeki esas talihsizliği şudur: CHP Anayasa’da esaslı bir revizyon yapılmasına kategorik olarak karşı iken, böyle bir değişikliğe taraftar görünen AKP de ise özü bakımından anti-anayasal olan bir hamle peşindedir.
Gündemimizde son yılların neredeyse rutini haline gelmiş olan bir konu, kamu hayatında dinsel değerler atıf ve dinsellik gösterilerinin gitgide daha fazla öne çıkması da var. Nitekim, başta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP’lilerin kamusal diline hakim olan dinsel renk şimdiye kadar birçok defa tartışma konusu omuştu. Bu dinsel referanslar bazen Cumhurbaşkanını seçkin bir dinsel önder olarak takdim etmek, bazen dinsel kavram ve sembolleri siyasal getiri elde etmek için kullanmak, bazen hatta Türkiye’yi laik bir Cumhuriyet değil de bir din devleti imiş gibi göstermek şeklinde ortaya çıkmaktadır. Şimdi sorun şu ki, en başta AKP olmak üzere kimi siyasetçilerin dinî siyasî amaçlarla kullanmalarına alışmışken şimdi de benzer bir dinsel söylem örneği hiç beklenmeyen bir yerden, yüksek yargıdan geldi.
Nitekim bu ayın başlarında Anayasa Mahkemesi’ne yeni atanan üyenin and içmesi vesilesiyle yapılan törende Mahkeme’nin sayın Başkanı bir yandan güvenlik devleti perspektifli ve yargı mensuplarına görevlerini millî hukukun sınırlarına sadık kalarak yerine getirmelerini tavsiye eden, öbür yandan dinsel temaları öne çıkarn bir konuşma yaptı. Dindar-muhafazakâr bir gazetecinin deyimiyle, ‘’Cuma hutbesi’’ niyetine okunabilecek nitelikteki bu konuşmada bol bol Kur’an ayetlerine atıf yapılmakta, adalet tavsiyesi dinsel bir mantığa dayandırılmakta, hatta yargı mensuplarının adalete uymaları gereği öbür dünyada cezalandırılma korkusuyla temellendirilmekte ve nihayet hakim ve savcılara ‘’kardeşlerim’’ şeklinde hitap edilmektedir.
Oysa kamusal görevlerin dinî icap ve normlarla temellendirilmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin laik karakterine aykırı olduğu gibi, bu tutum ondan da önce devletin ideolojik tarafsızlığı ile de bağdaşmaz. Çoğulcu bir medenî toplumda devlet kendi meşruluğunu, farklı dünya görüşü ve hayat tarzına sahip olan yurttaş gruplarından birinin -bu grup veya topluluk nüfusun çoğunluğunu oluştursa bile- inanç ve değerlerine dayandıramaz. Öte yandan, bir cumhuriyette kamu görevlilerinin meslektaşlarına ve genel olarak yurttaşlara ‘’kardeşlerim’’ diye hitap etmesi de uygunsuzdur. Yurttaşlar kamu görevlilerinin herhangi bir anlamda ‘’kardeşleri’’ değildir. Siyasî veya idarî bir görevlinin kamusal sıfatla hareket ettiği durumda kendi gerçek kardeşi bile onun için sadece bir yurttaştır. Çünkü cumhuriyet dinsel ve komüniteryen anlamda bir kardeşlik birliği veya örgütü olmayıp, devlet karşısındaki statüleri hukukla belirlenmiş olan yurttaşların siyasî birliğidir. Bu hususları en iyi bilmesi ve bunlara riayet etmesi gerekenler de en başta yargıçlardır.
Son olarak halkın kamu kurumlarına ne ölçüde güven duyduğunu gösteren yeni bir araştırmanın sonuçlarına değinmek istiyorum. ASAL rumuzlu araştırma ve danışmanlık şirketinin Ağustos ayında anket yoluyla gerçekleştirdiği araştırmanın sanırım en çarpıcı sonucu, hiç bir devlet kurumuna güvenmeyen yurttaşların oranının (%18) bir hayli yüksek, yaklaşık olarak en çok güvenilen kurum olan orduya güven (% 19) düzeyinde olduğudur. Bu sonuç Türkiye’de devletin çok ciddî bir meşruluk aşınmasıyla karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Kanaatimce, Türkiye’nin siyasî elitleri ile ‘’devlet elitleri’’ inin bir alarm olarak almaları gereken bir durumdur bu.
Aynısı, yargıya güvenin % 1.4 gibi son derece düşük düzeyde olması için de geçerlidir. Bu müessif sonuçların, ama en çok ta yargıyla ilgili kötümser sonucun büyük ölçüde AKP-MHP iktidarının eseri olduğu açıktır. Aslında yargıya güvenin inanılmaz ölçüde düşük çıkmasının ilkinden daha da alarm-verici bir bulgu olduğunu söylemek gerekir. Çünkü, devletin diğer kurumları çökme noktasına yaklaşmış olsa bile, iyi işleyen bir hukuk ve adalet sistemi toplumu yine de ayakta tutabilir. Başka bir deyişle, diğer bulgular esas olarak öncelikle ‘’devlet’’in kendini sürdürebilirliğiyle ilgili iken, bu ikinci bulgu Türkiye’de ‘’toplum’’ için bir varlık-yokluk meselesidir, ‘’toplum’’ olarak ayakta kalabilme meselesidir. Çünkü hukuk ve adaletin işlemediği yerde, devlet bir yana da, ‘’toplum’’ olarak varlığınız bile tehlikede demektir.
Özgürlük Gündemi’nin bu sayısında A. Rıza Çoban Türkiye’nin yasama, yürütme ve yargı makamlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını ısrarla yok saymaya devam etmelerinin anlamı ve muhtemel sonuçlarını değerlendirmekte, Ö. Faruk Şen göçmenler ve Türkiye’de oturan yabancılar dahil 108 milyon kişinin kişisel verilerinin çalınmasıyla ilgili olarak geçenlerde ortaya çıkan büyük skandalı ele almakta , Caner Gerek te Özgürlük Araştırmaları Derneği’nin yaptığı liberal değerler araştırmasında yurttaşlar arasında dış ticarette korumacılık isteğinin yüksek çıkmasını değerlendirmekte ve korumacılığın işsizlikle ilişkisini irdelemektedir.
Özgürlük Gündemi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere.
* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye
Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine 1954 yılında taraf olmakla birlikte, Sözleşmenin koruma organı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) yargı yetkisini ancak1989 yılında tanımıştır. Bu tarihten beri AİHM, Türkiye’de hakkının ihlal edildiğini düşünenlerin adalet arayabileceği son umut kapısı haline gelmiştir. 1990’ların sonundan itibaren Mahkemenin iş yükünün önemli bir bölümünü Türkiye’den yapılan başvurular oluşturmuştur. 31 Ağustos 2024 itibariyle Mahkeme’nin önünde derdest olan 65.050 başvurudan 24.200’ü (% 37,2) Türkiye aleyhine yapılan başvurulardan oluşmaktadır.[1] Ayrıca Mahkemenin çalışmaya başladığı 1959 yılından 2023 yılı sonuna kadar verdiği toplam 22.676 ihlal kararının 3530’u Türkiye aleyhine verilmiştir. Bu arada Türkiye 222 başvuruda dostane çözümü kabul etmiştir.
AİHM’den ortalama bir kararın çıkması yaklaşık beş yıllık bir süreyi bulmaktadır. Buna rağmen AİHM, Türk vatandaşları için hâlâ bir umut kapısıdır. Son üç yılın istatistiklerine bakılırsa, Türkiye aleyhine 2021 yılında 9.548, 2022 yılında 12.551, 2023 yılında da 8.341 başvuru bir yargısal formasyonun önüne gönderilmiştir.[2] Bu sayılar Türkiye’den gönderilen başvuruları değil, Mahkeme yazı işlerince incelenerek bir yargısal formasyona tahsis edilen başvuruları göstermektedir. Türkiye’den gönderilen başvuru sayıları çok daha yüksektir. Ayrıca 2023 yılı sonu itibariyle Türkiye aleyhine yapılan başvurulardan 16.874’ü Komite veya Daire tarafından incelenmek üzere tahsis edilmiştir. Yani bu başvurularda ihlal kararı verilme ihtimali çok yüksektir.
Ancak Türkiye’nin son on yılda, insan hakları karnesini düzeltme, ihlalleri önleme ve başvuru sayılarını azaltma yönünde bir çabasının bulunmadığı görülmektedir. Aksine, yasama, yürütme ve yargı dahil tüm kurumların AİHM tarafından verilen ihlal kararlarını görmezden gelme, kararların gereklerini yerine getirmeme konusunda ortak bir tutum içinde olduğu anlaşılmaktadır. AİHM tarafından verilen, temel hakları sınırlama yetkisinin kötüye kullanılmasını yasaklayan 18. madde ihlali kararlarına rağmen Kavala ve Demirtaş’ın yıllardır tahliye edilmedikleri herkesin malumudur. Ancak AİHM kararlarına uymama bununla sınırlı değildir. AİHM’in yapısal sorun tespit ettiği ve yasal ve yargısal çözüm bekleyen onlarca sorun konusunda uzun zamandan beri herhangi bir adım atılmamıştır. Vicdani retçilerin sorunları, evli kadının önceki soyadını tek başına kullanamaması, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkına ilişkin yapısal sorunlar, cezasızlık sorunu, Alevilerin ibadethane ve zorunlu din dersleriyle ilgili sorunları gibi pek çok yapısal sorun konusunda on yıllardır herhangi bir adım atılmış değildir.[3] AİHM kararlarının uygulanmasını izlemekle yetkili Bakanlar Komitesinin Kararların İnfazı Bölümünün verilerine göre, Türkiye aleyhine yapısal sorunlarla ilgili 142 derdest öncü dava bulunmaktadır.
Mesela, 2021 yılında verdiği Vedat Şorli kararında AİHM, Cumhurbaşkanına hakaret suçunu düzenleyen ve bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası öngören Türk Ceza Kanunu’nun Sözleşmeye aykırı olduğunu tespit etmiş ve bu sistemik sorunun giderilmesi için yasa değişikliği gerekli olduğuna karar vermiştir.[4] Bakanlar Komitesi de o tarihten bu yana Hükümetten 299. maddenin yürürlükten kaldırılmasını talep etmektedir. Ne var ki bu yönde ne yasama organı herhangi bir adım atmış, ne de yargı organları Anayasa’nın 90. maddesinde uluslararası sözleşme hükümleriyle çatışan hükümlerin uygulanmayacağını öngören açık hükme uymuştur. Anayasa Mahkemesi Vedat Şorli kararından sonra Cumhurbaşkanına hakaretle ilgili başvurularda esastan tek bir karar dahi vermemiştir. Her yıl bu suçtan onbinlerce soruşturma açılmakta, Adalet Bakanlığı da bu suçla ilgili kovuşturmaya izin vermeye devam etmektedir.
AİHM Büyük Dairesi 2023 yılında verdiği Yüksel Yalçınkaya kararında Sözleşme’nin kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini düzenleyen 7. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiş ve bu hususun terör yargılamalarında sistemik bir soruna işaret ettiğini belirterek Sözleşme’nin 46. maddesi çerçevesinde benzer davalarda bu kararın gereğinin yerine getirilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Ne var ki, bir yıldır tek bir mahkeme bile bu karara atıf yapmamıştır. 12.09.2024 tarihinde yapılan yeniden yargılama duruşmasında da Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi AİHM kararına uymayı reddederek başvurucu Yalçınkaya’yı tekrar aynı cezaya mahkûm etmiştir.[5] AİHM kararlarını sürekli yok sayan bir ülkenin uzun dönemde Avrupa Konseyi içinde kalmaya devam etmesi mümkün değildir. Hükümetin niyeti Konsey üyeliğinden çıkmaksa, bunun ülkenin ve vatandaşların hayrına olmayacağı açıktır.
Yeni adli yıl açılış töreninde Yargıtay Başkanınca yapılan konuşmada milli hukuk vurgusu yapılarak açıkça evrensel hukuk ilkelerinin ve uluslararası hukuk kurumlarının dikkate alınmayacağı ima edilmiştir. Evrensel hukuk ilkelerini dikkate almayan bir milli hukukun vatandaşlar için hukuksuzluk, güvencesizlik ve yoksulluk vadettiğini akılda tutmak gerekir.
* Doç. Dr. Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu
Türkiye’nin En Büyük Veri Sızıntısı İddiası: 108 Milyon Kişinin Kişisel Verileri Çalındı
Türkiye, son yılların en büyük veri sızıntılarından biriyle sarsıldı. Web of Turkey haberine göre resmî kurumlarda kaydı bulunan 108 milyon vatandaşın, kimlik numaralarından adreslerine, telefon numaralarına kadar tüm kişisel verileri çalındı. Bilgisayar korsanları, çaldıkları bu verileri beş farklı Google Drive dosyasında depolayarak, kamuoyunda büyük bir endişe yarattı. Bu sızıntı, yalnızca Türk vatandaşlarını değil, Türkiye’de oturum izni bulunan yabancıları ve göçmenleri de kapsıyor. Web of Turkey, olayın patlak vermesinin ardından Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun (BTK) verilerin korunamaması sebebiyle Google’dan yardım istediğini iddia etti.[1]
Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdülkadir Uraloğlu bu sızıntının Covid-19 pandemisi döneminde yaşandığını belirtti. Uraloğlu, “O süreçte bazı bilgilerin maalesef belli şekliyle elde edildiği doğru. O maalesef önlenemedi,” diyerek bu durumun devletin veri güvenliği zafiyetlerini bir kez daha gündeme taşıdığını kabul etti. Pandemi sürecinde yaşanan bu sızıntının nasıl ve ne kadar geniş çaplı olduğuna dair sorular halen yanıtsız kalırken, bu yeni iddiaya dair henüz tatmin edici cevaplar verilmiş değil.
Siber güvenlik uzmanları, bu tür bir veri sızıntısının uzun vadeli etkilerine dikkat çekiyor. Siber suçlar uzmanı Doç. Dr. Salih Bıçakçı’ya göre, devletin bu konuda şeffaf davranmaması ve verilerin güvenliğini sağlamak için gerekli önlemleri almaması, Türkiye’de dijital güvenlik algısını derinden sarsıyor. Bıçakçı, verilerin şifrelenmeden tutulmasının büyük bir hata olduğunu belirterek, böylesi bir ihmalin büyük dolandırıcılık olaylarına kapı aralayacağını vurguluyor.[2]
Kişisel verilerin güvenliğine dair hukukî ve siyasî hesap sorma girişimlerinin ne denli sonuç getireceği de meçhul. Nitekim Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) 108 milyon kişinin verilerinin çalınmasını Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Hatırlanacağı gibi, verilerin çalınmasıyla ilgili olarak geçtiğimiz yıl da MLSA İçişleri Bakanlığı’na karşı dava açmıştı. Davanın “verilerin çalındığı anlaşılsa da idarenin sorumluluğu yoktur” gerekçesiyle Aralık 2023’te reddedilmesi üzerine Haziran 2024’te Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu. İdarenin bu ihmali ile vatandaşların özel hayatın gizliliğini, ifade özgürlüğünü ve adil yargılanma hakkını ihlal ettiğini ileri süren MLSA’nın bu başvurusu nasıl sonuçlanacak bu süreci takip edeceğiz.[3] Bu son gelişmeyle ilgili olarak da DEM Parti İzmir Milletvekili İbrahim Akın TBMM’de verdiği soru önergesinde Ulusal Siber Olaylara Müdahale Merkezi’nin (USOM) bu durumu önlemek için yeterince önlem almadığını ve verilerin güvenliğini sağlama görevini yerine getiremediğini vurguladı. Bu soru önergesinin de idarenin sorumluluğu kabul edip bu gelişmeyi şeffaf bir biçimde kamuoyuyla paylaşmasına yol açacağı konusunda şüphelerimiz var.
Verilerin çalınması konusuyla ilk defa karşılaşmıyoruz. 2016 yılında da 50 milyon kişinin verilerinin çalındığı bir başka büyük skandal ile karşılaşmıştık.[4] O zamandan bu yana, dijital güvenlik alanında ciddi reformlar yapılmadığı açıkça görülüyor. Bakan Uraloğlu’nun pandemi sürecinde meydana geldiğini iddia ettiği bu yeni sızıntı, devletin siber güvenlik altyapısındaki zaafların sürdüğünü ve hükümetin dijital hakların korunması konusunda yeterli adımlar atmadığını gösteriyor.
Kişisel verilerin korunması, sadece bireylerin mahremiyetini değil, aynı zamanda toplumsal güvenliği de ilgilendiren kritik bir konu. Bugün yaşanan bu sızıntı, Türkiye’de dijital hakların korunması konusunda yapılması gereken reformların aciliyetini bir kez daha hatırlatıyor.
* Dr. Ömer Faruk Şen – Missouri Üniversitesi
İthalatta Korumacılık ve İşsizlik İlişkisi
Özgürlük Araştırmaları Derneği “Türkiye’de Liberal Değerler 2024” başlıklı araştırmasını yayımladı. Araştırmayla Türkiye’de insanların liberal değerlere olan bakış açısı anlaşılmaya çalışılırken, çıkan sonuçlar serbest piyasaya olan negatif bir bakış açısını ortaya koymakta. Bu negatif bakış açısının görüldüğü temel başlıklardan birisi de dış ticarette korumacılık talebi. Katılımcıların %66,68’i “İthalat yerli sanayinin gelişmesini engeller ve işsizlik yaratır. O yüzden kısıtlanmalıdır.” ifadesine katıldıklarını belirterek korumacılıktan yana tavır koymakta ve böylece ithalatın sanayinin gelişmesini engelleyip işsizlik yarattığını düşünmekte.
Türkiye’ye özgü olmayan bu yaygın fikir genel itibariyle ülkelerin kendi kendine yeterli olmaya çalışmasının daha iyi bir yaşam standardı için gerekli olduğuna inanmakta. Bu araştırmada sorulmamakla birlikte yine çok muhtemelen korumacılık yanlıları ihracata olumlu bakmakta ve böylece dış piyasalarla tek yönlü bir ilişki kurmak istemekte. Fakat böylesi bir ilişki ne mümkün ne de yaşam standardını ileriye götürebilecek bir özelliğe sahip. İktisatçı Paul Krugman’ın belirttiği üzere “Çıplak gerçek şu ki, bu geçen yüzyıldaki her başarılı ekonomik kalkınma örneği -az ya da çok, ya da en azından önemli ölçüde daha iyi bir yaşam standardına ulaşan her yoksul ulus örneği- küreselleşme yoluyla gerçekleşti; yani, kendi kendine yeterli olmaya çalışmaktan ziyade dünya pazarı için üretim yaparak.” (10). Dolayısıyla günümüz dünyasında talep edilen korumacı tavırla yaşam standartlarını yukarı çekmek birbiriyle uyumlu fikirler değil. Korumacı tavırla işsizliğin önlenmesi ise nüanslı bir yaklaşımı gerektirmekte.
Türkiye geliştikçe imalat sanayinden hizmet sektörüne doğru bir geçiş olmakta. Bu geçişin zamanlamasının ne olması gerektiğine dair tartışmalar olsa da, ekonomi gitgide daha fazla hizmet sektörü ağırlıklı olmaktadır. Son yıllarda gelişen teknolojilerin de yardımıyla hizmet ihracatının dünyadaki payının artmasıyla buraya verilecek ağırlık bu süreci daha da hızlandıracaktır. Bu süreçte imalat sanayi halâ belirli bir ağırlıkta olsa da imalatla birlikte hizmet de bundan büyük pay alacak. Eskiden imalat sanayindeki istihdam diğer imalat sanayi istihdamları için ‘’çarpan etkisi’’ yaratmış olsa da, bu etki artık daha çok hizmet sektörüne doğru kaymakta. Tedarik zinciri içerisinde imalat sanayii en az katma değerin üretildiği sektör olmakta. Arz tedarik zinciri içerisinde ortaya çıkan rekabet ünlü iktisatçı Raghuram Rajan’a göre ‘’gülümseme eğrisi’’ni ortaya çıkarmakta. Tedarik zincirinin erken hizmet segmentlerindeki katma değeri oldukça yüksektir. AR-GE ve tasarım dahil birçok katkı bu aşamada gerçekleşir. Tedarik zincirinin orta segmentinde ise Türkiye’nin dışına çıkmakta zorlandığı ama burada kalmasının destek bulduğu gerçek üretim yer alır ve katma değer burada düşer. Son hizmet segmentinde ise markalaşma, pazarlama ve satış gibi hizmetler yer alır, katma değer tekrar yükselir ve ‘’gülümseme eğrisi’’ ortaya çıkar. Bu nedenlerle imalat sanayindeki istihdamı korumak için korumacı politikalar uygulamak refah seviyesi artışında ülkeyi geride bırakmaktadır.
İstihdam sorunu
Toplumdaki genel kanının aksine, iktisadî kararlar her zaman topluma eşit şekilde fayda sağlamaz veya zarar getirmez. Bilakis iktisadî kararların kazanan ve kaybedenleri olur. Kamu da aldığı birçok kararla kimlerin kazanacağını ve kaybedeceğini belirler. Kimlerin kazanacağı ve kaybedeceği ise dönem dönem değişir. Değişimin olduğu yerde değişimin getireceği risklere karşı da hazırlıklı olmak gerekir. Adeta bir iş garantisi şeklindeki korumacı anlayış ise sürekli belli bir kesimin korunmasını ima etmektedir ki bu ekonomilerin dinamik yapısına aykırıdır. Kısa vadede serbest ticaret anlayışıyla bir kesimin işsiz kalması söz konusu olsa bile, ekonominin dönüşen yapısı ve ithalatın getirdiği alım gücüyle başka sektörlerde istihdam artmaktadır. O nedenle korumacı anlayışın işsizlik sorunu oluşturduğuna dair çıkarım uzun vadede yanlıştır. Ekonomilerin dinamizmi statik bir duruşun yerine ‘’kendini geliştir, hareket et ve değiş’’ anlayışına dayanır. Aksi takdirde belli bir grubun istihdamını korumak için diğer tüm vatandaşların bir maliyete katlanması gerekir. Ünlü iktisatçı Vilfredo Pareto’nun dediği üzere, ticarete karşı korumalar konsantre bir azınlığa özellikle istihdam üzerinden fayda sağlarken bunun maliyetlerini çok geniş bir kesime yansıtmaktadır. Ama iktisadın görünen tarafı bu konsantre azınlığın kısa vadeli istihdam kaybı olduğu için korumacılık zihniyet için geniş bir zemin oluşabilmektedir.
* Dr. Caner Gerek
1 https://www.echr.coe.int/documents/d/echr/stats-pending-month-2024-bil
2 https://www.echr.coe.int/statistical-reports
3 Toplantı ve gösteri yürüyüşüne ilişkin 05.12.2006 tarihli Oya Ataman kararı (no. 74552/01); Cumhurbaşkanına hakarete ilişkin 26.6.2007 tarihli Artun ve Güvener kararı (no. 75510/01); Vicdani redde ilişkin 24.01.2006 tarihli Ülke kararı (39437/98); yaşam hakkına ilişkin 03.06.2004 tarihli Batı ve Diğerleri kararı (33097/96). Evli kadının soyadına ilişkin 16.11.2004 tarihli Ünal Tekeli, Zorunlu din derslerine ilişkin 16.09.2014 tarihli Mansur Yalçın kararı, Cemevlerinin hukuki statüsüne ilişkin 26.04.2016 tarihli İzzettin Doğan ve diğerleri kararı uygulanmayı bekleyen kararlardan bazılarını oluşturmaktadır.
4 Vedat Şorli/Türkiye, no. no. 42084/19, 19.10.2021.
5 https://www.dha.com.tr/gundem/aihmin-ihlal-karari-verdigi-feto-davasinda-yerel-mahkemeden-yine-ayni-karar-2504026
6 https://www.freewebturkey.com/108-milyon-yurttasin-tum-kisisel-verileri-calindi-btk-verileri-koruyamadigini-kabul-ederek-google-dan-yardim-istedi
7 https://medyascope.tv/2024/09/12/siber-guvenlik-uzmanina-sorduk-85-milyon-kisinin-verilerinin-calinmasi-ne-anlama-geliyor/
8 https://www.mlsaturkey.com/tr/mlsa-100-milyonu-askin-kisinin-verisinin-calindigi-skandali-aymye-tasidi
9 https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiyeden-50-milyon-kisinin-kimlik-bilgileri-calindi-510149
10 Paul Krugman, “Enemies of the WTO,” Slate, November 24, 1999.