Editörden,

Bir önceki Özgürlük Gündemi’nin yayımlanmasından buyana geçen süre içinde Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde önemli gelişmeler meydana geldi.  Dış gelişmelerin başında ülkenin Avrupa kurumlarıyla (Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’yle) ilişkilerinin maalesef istenmedik şekilde gelişen seyri yer almaktadır.

İlk olarak, Avrupa Birliği’nin demokratik temsil organı olan Avrupa Parlamentosu genel kurulu Türkiye hakkında hazırlattığı bir raporu 13 Eylül tarihinde kabul etti. Tahmin edilebileceği gibi, Rapor Türkiye’nin Avrupa Birliği standartlarından gitgide uzaklaştığını ve bu haliyle Birliğe üyelik koşullarını büyük ölçüde yitirdiğini vurgulamaktadır. Rapor’a göre, Türkiye’de yargı bağımsız olmayıp siyasetin bir aracına dönüşmüş durumdadır ve gazetecilerin kovuşturulması ve sansür gibi yollarla bağımsız medya hükümet tarafından baskı altına tutulmaktadır. Rapor’da dile getirilen başka bir önemli husus, ülkemizde geçen Mayıs’ta yapılan genel seçimlerin iktidara haksız avantaj sağlayan şartlarda gerçekleştiği ve “sert, kışkırtıcı ve ayrımcı söylemler ile bazı muhalefet partilerinin destekçilerine yönelik sindirme ve tacizin yanı sıra iktidar partilerinin muhalefeti terörizmle ilişkilendirmesinin’’ süreci baltaladığının vurgulanmasıdır. Rapor bu arada Avrupa Birliği’ne katılım müzakerelerinin 2018 yılında durmasının nedeninin de ‘’Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve demokrasinin gerilemesi’’ olduğuna dikkat çekilmektedir.

Yine şaşırtıcı olmayan şekilde, Türk hükûmeti Avrupa Parlamentosu’nun 2022 Türkiye Raporu’na şiddetli tepki verdi. Gerek Adalet Bakanının konu hakkındaki beyanatında gerekse Dışişleri Bakanlığı adına yapılan açıklamada Rapor’daki tespitlerin objektiflikten uzak ve gerçek dışı olduğu ileri sürüldü. Hatta Adalet Bakanı daha da ileri giderek, diplomatik nezaketle de bağdaşmayacak şekilde, Rapor’un ‘’hezeyanlarla dolu’’ olduğu ifadesini kullandı. Bu arada Cumhurbaşkanı ise, tuhaf bir şekilde, Avrupa Birliği’nin ‘’Türkiye’den kopmanın gayreti içinde’’ olduğunu söyledikten sonra, ‘’gerekirse AB’den yolları ayırabiliriz’’ diye ekledi. Kısaca, yine bir ‘’Türkiye klasiği’’ ile karşı karşıyayız: kendi kusurunun sorumluluğunu üstlenmekten kaçınmak ve kendi yanlışları için başkalarını suçlamak.

Avrupa Konseyi ile ilişkilerdeki durumun da bundan pek farkı yok. Daha önceki Bülten’lerde defaatle yazdığımız üzere, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Osman Kavala hakkındaki kararına uymamakta direndiği için, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Türkiye hakkında başlattığı ‘’ihlâl prosedürü’’ son aşamasına gelmiş bulunuyor. Neredeyse ‘’yılan hikâyesi’’ne dönmüş olan bu uzun sürece rağmen, Bakanlar Komitesi’nin 19-21 Eylül’de yapılan son toplantısında Türkiye hakkında uygulanacak müeyyideyi belirleme aşamasına geldiği düşünülürken, 22 Eylül’de açıklanan karar pek öyle olmadı.

Nitekim  Bakanlar Komitesi yeniden “tüm yetkili Türk makamlarını ve ulusal yargı organlarını” AİHM hükümleri uyarınca Osman Kavala’yı derhal serbest bırakacak kararı vermeye çağırdı ve aksi halde “en elverişli ilerleme yolunu bulmak amacıyla diğer önlemleri incelemeye’’ devam edeceğini açıkladı. Böylece, Avrupa Konseyi’nin Türkiye’ye hakkında başlatılan ‘’ihlâl prosedürü’’nün usule uygun şekilde sonlandırarak Sözleşme’nin öngördüğü bir müeyyideyi uygulamaya istekli olmadığı ortaya çıkmış oldu. Başka bir deyişle Avrupa kurumlarının da icabında hukukun değil de siyasî ve diplomatik kaygılarla hareket etmekte bir beis görmediklerini anlamış olduk.

İç politikada öne çıkan belli başlı gelişmelerin başında ise yeniden seçilemediği için dokunulmazlıktan yararlanamayan ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu hakkında dava açılması gelmektedir. Kılıçdaroğlu 7 Mart 2024’te İstanbul 51. Asliye Ceza Mahkemesi’nde başlayacak olan davada ‘’kamu görevlisine alenen hakaret’’ suçlamasıyla hâkim huzuruna çıkacak. Savcılıkça hakkında siyasî yasak kararı da verilmesi istenen Kılıçdaroğlu 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturması bağlamında zamanın TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e hitaben ‘’Ne zamandan beri TBMM hırsızların hamisi konumuna geldi Sayın Cemil Çiçek, bunu bir açıklar mısın?’’ demişti.

Bu arada, yeni ekonomik programın uygulanmasında tekrar faiz artırımına gidilirken, ekonomik ve malî yönetimin başındaki Mehmet Şimşek’in Türkiye’ye dış finans kapılarının açılmakta olduğuna ilişkin ‘’müjdesi’’ de var. Bakan Şimşek bakanlıklar ve yerel yönetimlerin yenilenebilir enerji ve su verimliliğine ilişkin finansman ihtiyaçlarını karşılamak üzere Dünya Bankası ile toplam tutarı 895,7 milyon euro olan kredi anlaşması imzaladıklarını açıkladı.

Son olarak, Ankara ‘’Gezi davası’’ karara bağlandı. Haziran 2013’te Ankara’daki Gezi Parkı eylemlerine katılan 600’den fazla kişi hakkında 2018 yılında açılan dava açılmıştı. Mahkeme nihayet davayı sonuçlandırdı ve bazı sanıkların polise direnme suçundan beraatine, 19 sanığın da kanuna aykırı eyleme katıldıkları ve dağılmadıkları gerekçesiyle mahkumiyetine karar verdi, ancak cezaları ertelendi.

Yeni bir Özgürlük Gündemi’nde buluşmak üzere.

* Mustafa Erdoğan

Avrupa Parlamentosu 2022 Türkiye Raporunu Kabul Etti

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci uzun zamandan beri fiilen durmuş ve 2018 yılında resmî olarak askıya alınmış durumda. Süreç resmi olarak tamamen bitirilmiş değil, ancak bu yönde önerilerin yapılacağı söylentileri arasında Birliğin yasama organı olan Avrupa Parlamentosu’nun 13 Eylül 2023 tarihli toplantısında Komisyonun 2022 Türkiye Raporu kabul edildi.[1]

Raporda Türkiye-AB ilişkilerinin iyi gitmediğine ilişkin pek çok tespit yer alıyor. Dış politika konularında Türkiye’nin pozisyonunun AB politikalarıyla çatıştığı konulara değinilerek bu hususların ilişkileri zorlaştırdığı ifade ediliyor. Ancak üyelik müzakerelerinin yeniden açılmasının önündeki en büyük engelin Türkiye’nin Kopenhag siyasî kriterlerini karşılamaktan uzaklaşması olduğu vurgulanıyor. Raporda özellikle son yıllarda Türkiye’nin istikrarlı bir şekilde Avrupa değerlerinden hızla uzaklaştığı, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve temel özgürlükler alanlarında gerileme yaşandığı açıkça belirtiliyor. Bu çerçevede çeşitli uluslararası endekslerde özgürlükler, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konularında Türkiye’nin sürekli puan kaybederek dünya sıralamasında alt sıralara düştüğüne işaret ediliyor.

Ayrıca Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyesi olduğu ve bu nedenle AİHM kararlarıyla bağlı olmasına rağmen uygulamamakta direndiği bazı AİHM kararlarına özellikle değiniyor. Bunlar arasında AİHM’in Türkiye’nin Sözleşmenin 18. Maddesini ihlâl ettiğine karar verdiği Kavala ve Demirtaş kararları en başta gelmektedir.

Türkiye’nin AİHM kararlarının gereklerini yerine getirme konusunda sistemik sorunları olmakla birlikte, bu iki karar hem AİHM’in Sözleşmenin 18. Maddesinin ihlâline karar vermiş olması hem de Bakanlar Komitesinin ihlâl prosedürünü başlatmış olması nedeniyle özel önem taşımaktadır. Bu süreç Türkiye’nin AB üyeliğinin önünde engel teşkil ettiği gibi, sürecin sonucunda Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğinin de tartışmaya açılma ihtimali bulunmaktadır. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Kavala kararının uygulanmasına ilişkin olarak tarihinde ikinci kez ihlâl prosedürünü başlatarak AİHM’e başvurmuş ve AİHM de kararının gereğinin yerine getirilmediği konusunda 2022 yılında karar vermiştir. Bakanlar Komitesi 19-21 Eylül 2023 tarihlerini kapsayan 1475. Toplantısında Kavala kararına ilişkin yaptırım konusunu da gündemine aldı. Ayrıca bu toplantıda Demirtaş kararının uygulanmasına ilişkin alınacak önlemler de tartışılacak. 

Avrupa Parlamentosu da söz konusu Raporunda Sözleşmenin 46. Maddesine göre AİHM kararlarının bağlayıcı olduğunu hatırlatarak Türkiye’yi AİHM kararlarını uygulamaya davet ediyor.  Avrupa Parlamentosu Raporunda ayrıca Türkiye’deki demokratik gerilemenin devam ettiği belirtilerek ifade özgürlüğünü kısıtlayan, eleştirel ve muhalif sesleri kısmayı amaçlayan dezenformasyon düzenlemesi gibi yasa ve uygulamalara çeşitli örnekler veriliyor.  Özellikle seçim sürecinde muhalif sesleri kısıtlayan uygulamalara değiniliyor.  

Raporda yargı bağımsızlığının bulunmayışı ve yargının araçsallaştırılması konusunun AB açısından çok önemli bir husus olduğu ve yargı bağımsızlığının demokratik sistemin işleyişi açısından sahip olduğu hayati öneme işaret edilerek, ifade ve toplanma özgürlüklerine yönelik yargısal tacizin sona erdirilmesi gerektiği vurgulanıyor. Raporda ayrıca tüm sivil toplum örgütlerinin özgürce faaliyetlerini sürdürmesinin Türkiye’de demokrasinin gelişimine katkı yapacağı ve bu arada cezaevinde mahpuslara insani koşulların sağlanması gerektiği hatırlatılmaktadır. 

Avrupa Parlamentosu Raporunda gazetecilerin, sivil toplum örgütlerinin, muhaliflerin, insan hakları savunucularının, kadınların, LGBTİ bireylerin, Kürtlerin ve diğer azınlık grupların haklarına yönelik baskılara da değinilerek bu alanlarda iyileşme sağlanması beklentisi dile getiriliyor.

Rapora Türk Hükümeti[2] ve Cumhurbaşkanı şiddetle tepki gösterdi. Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, raporda yer alan eleştirilere ilişkin olarak “Türkiye karşıtı çevrelerin dezenformasyonuna dayalı haksız ithamlarla dolu rapor, vizyonsuz yaklaşımın yansımasıdır” ifadelerine yer veriliyor. Cumhurbaşkanı da AB’nin Türkiye’den kopuş çabası içinde olduğunu belirterek gerekirse AB ile yolların ayrılacağını belirtmiştir.[3] 

Bu da seçimden sonra hükümetin AB ile ilişkileri düzeltme yönünde verdiği işaretlerin gerçekçi olmadığını, aksine ilişkilerin tamamen kopma noktasına geldiğini göstermektedir. Üstelik Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliği de tartışma konusu olma noktasına hızla yaklaşmaktadır.

* Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu

Atatürk’e Hakaret

İstanbul’un Üsküdar ilçesinde lise öğrencisi olan 17 yaşındaki A.E.S., Atatürk’ün fotoğrafına hakaret içeren ve sosyal medyada büyük tepki toplayan bir videoyla kamusal gündeme girdi. Söz konusu genç, arkadaşları tarafından cep telefonu kamerası ile Atatürk’ün okul kitabından koparılan fotoğrafına uygunsuz hareketlerde bulunurken kaydedildi. Bu video kısa süre içinde sosyal medyada yayılarak birçok kullanıcı tarafından paylaşıldı.

Video üzerine kamuoyunda büyük bir tepki oluşunca, İstanbul polisi harekete geçti. Görüntülerde yer alan ve tepki çeken hareketleri yapan A.E.S. kısa sürede yakalanarak gözaltına alındı. Emniyetteki ifadesi ve diğer işlemlerin ardından Kartal’da bulunan Anadolu Adliyesi’ne getirilen A.E.S. burada savcılıkta verdiği ifadenin ardından, “halkın bir kesimini sosyal sınıf, din, mezhep, cinsiyet bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılama” ve “Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret” suçlarından tutuklanma talebiyle Anadolu 4. Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk edildi. Hâkimin tutuklama kararı vermesi sonrasında şüpheli cezaevine gönderildi. Bu olay hem sosyal medyada hem de geleneksel medya organlarında geniş yer buldu.

Belirtmek gerekir ki, A.E.S., 17 yaşında bir genç, aslında, hukuken bir çocuk. Bu yaş, bireyin duygusal, bilişsel ve sosyal gelişiminin hızla devam ettiği, kimlik arayışının yoğunlaştığı, düşüncelerin ve duyguların sık sık değişkenlik gösterdiği bir evredir. Onun için, tutuklanması isabetsiz olmuştur. Ayrıca, A.E.S bu davranışından dolayı zaten milyonlarca kişinin tepkisini çekmişken bir de tutuklanması kendisinin psikolojik ve sosyal gelişimini olumsuz yönde etkileyebilir. Üstelik, böyle bir olayın kendisinin eğitim hayatı ve kariyer planları üzerinde de olumsuz etkileri olması muhtemeldir.

Bu olayın tekrar gündeme getirdiği netameli fakat kritik konulardan biri de hakaretin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilip değerlendirilmeyeceği ile ilgili. Bilindiği üzere, Cumhurbaşkanı Erdoğan TCK’da ayrı bir suç kategorisi olan “Cumhurbaşkanına hakaret”ten dolayı birçok kişinin ceza almasını sağlamıştır. Sıradan bir vatandaşın başka bir vatandaşa hakaret etmesi sonucu hapis cezası alması oldukça nadir görülen bir durum iken, hakaret bile olup olmadığı tartışmalı olan ifadelerden dolayı on binlerce kişi Cumhurbaşkanına hakaret etme suçundan yargılanmış, bazıları hapis cezasına çarptırılmıştır. Bu durumun ifade özgürlüğünü kısıtlamasının ve eşitlik ilkesine aykırı olmasının yanı sıra, muhalif sesleri bastırmaya yönelik olduğunu daha önceki bültenlerde belirtmiştir.

Son yıllarda hakaretten dolayı yargılamaların dayanağı olarak dinî değerler ve Atatürk’le ilgili ifadelerin yükselişte olduğunu görüyoruz. Toplumun büyük çoğunluğu tarafından benimsenen değerler ve kişilerle ilgili olarak bazı bireylerin, çoğunlukla özel alanda ve sosyal medyada dikkat çekmek için sergiledikleri ifadelerin “viral” olması durumunda kolluk kuvvetleri harekete geçmektedir. Verilen gözaltı veya tutuklama kararlarının ekseriyetle sosyal medyada yükselen tepkiyi hafifletmek ve benzer davranışlar sergileme potansiyeli olan kişilere gözdağı vermek amacı taşıdığı söylenebilir. Zira hakaret içeren ama “viral” olmayan ve büyük kitlelerin tepkisini çekmeyen birçok ifade hakkında herhangi bir işlem yapılmamaktadır.

Her ne kadar TCK’da hakaret suç kategorisinde değerlendiriliyor olsa da hakaretin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi, bireylerin ve toplumun genel olarak daha özgür, adil ve anlayışlı bir yapıya kavuşması için önemlidir. Hakaretin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi elbette onun olumlanması ya da hoşgörüyle karşılanması anlamına gelmez. İnsanlar beğenmedikleri ifadeleri kendi ifade özgürlüklerini kullanarak eleştirebilir, tepki gösterebilirler. Fakat ifadesinden dolayı bir kişinin tutuklanması, yani özgürlüğünden alıkonulması orantısız bir muameledir. 

Sonuç olarak, A.E.S.’nin yaptığı hakaret, toplumdaki birçok kişi için kabul edilemez olabilir, ancak tutuklama kararının reşit olmayan birinin hayatı üzerinde geri döndürülemez olumsuz etkileri olabileceğini ve öte yandan da ifade özgürlüğüne zarar verdiğini belirtmek gerekmektedir.

* Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi

Orta Vadeli Program ve Kitle İmha Silahları(!)

Bültenin geçtiğimiz sayısında Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz tarafından açıklanan üç yıllık orta vadeli ekonomik programdan bahsetmiştik. Orada bir kurumsal geri gidiş olarak 2024 yılına ait 3 adet program olduğunu belirtmiştik.

Orta Vadeli Program çerçevesinde tartışmaya açılan başka konular da oldu bu süreçte. OVP’de yapısal reformlar konusu işlenmişti. Fakat bu yapısal reformların nasıl yapılacağına ilişkin ayrıntılı bilgiler de bulunmuyordu. Program çok genel geçer kalıplarla yazılmıştı. Programın bu şekilde hazırlanmış olması serbest piyasa ekonomisi çerçevesinde çok da makbul sayılmıyor. Öte yandan, bugün bunlara ‘’program’’ denmeye başlanmış olsa da, bu programlar daha önce “plan” olarak adlandırılıyordu. Bunu yaparken serbest piyasa ekonomisine bağlılık gibi bir gerekçe öne sürülmüş olsa da, plan yerine program demek işin esasını değiştirmemektedir. Yani planlı ekonomi dediğimiz merkeziyetçi ve dışlayıcı anlayış sadece isim değişikliği ile devam etti. Bu durum esasen Erdoğan iktidarının da en önemli karakteristik özelliklerinden biridir. Erdoğan kendi işine gelecek şekilde yeniden adlandırma yapmayı çok seviyor ve bunun pazarlamasını hem elinde tuttuğu medya araçlarıyla hem de bürokratik kapasiteyle etkin bir şekilde yapıyor.

Esas konumuza yeniden dönersek; OVP tabii ki derde derman olacak şekilde yazılmamış. Ekonomide parlak olduğu sanılan unorthodox fikirler yerine bu şekilde genel geçer, sonu bir yere bağlanmayan programların açıklanması tercihe şayandır. Fakat bu noktada bu notun saçma gibi görünen başlığını neden attığımız üzerine konuşabiliriz.

Türkiye 2020 yılının sonunda; kurucularından olduğu, sekreterliğini Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD)’nin yaptığı Mali Eylem Görev Gücü’nün [Financial Action Task Force – FATF] önerisiyle “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun”[4] başlığıyla bir düzenlemeyi hayata geçirdi. Bunun en önemli sebebi Türkiye’nin FATF tarafından gri listeye alınmasını istememesiydi. Fakat bu yasa o kadar hatalı bir şekilde parlamentodan geçti ki Türkiye hemen akabinde gri listeye alındı. Gri liste kara para aklama, yayılma ve terörizmin finansmanına karşı yeterli güvenceye sahip olmayan ülkelerin ilan edildiği bir küresel liste. Yani Türkiye şu an kitle imha silahlarının finansmanı, terörizmin finansmanı gibi konularda uluslararası standartlarda mücadele etmeyen bir ülke olarak görülüyor.  Bu tabii ki Türkiye’yi küresel finansal sisteme entegrasyon konusunda oldukça zorlamaktadır. Bu konu ayrıca kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’yi “yatırım yapılabilir ülke” seviyesine çıkarmasının önündeki engellerden biri olarak da karşımıza çıkıyor. 

Peki bu kanun neden yanlış çıkmış oldu? Burada maalesef yolsuzluk, şeffaf olmama ve hukukun araçsallaştırılması gibi unsurlar karşımıza çıkıyor. FATF’ın önerdiği kanun taslağında kitle imha silahlarının önlenmesine ilişkin alınacak tedbirlerin içindeki en önemli konu siyasilerin ve yozlaşmaya açık diğer yetkili veya nüfuz sahibi diğer kişilerin mali hesaplarına yönelik olarak getirilen kısıtlardı. Fakat, çıkan kanunda bu konu Türkiye hükümeti tarafından pas geçilerek daha yan bir mesele olan sivil toplum kuruluşlarına getirilecek denetimler öne çıkarıldı. Nihayetinde Türkiye de gri listeye girmekten kurtulamadı.

Tüm bunlar ışığında Türkiye kısa-orta-uzun herhangi bir vadede planlar yapmak yerine kurumsal kapasitenin gelişimine odaklanmalı ve hukukun üstünlüğünü kalkınmanın ve refahın anahtarı olarak görmeli. Yukarıda bahsettiğim hukukun araçsallaştırılması örneği gibi durumlar yaşandığı sürece alınacak her tedbir, yapılacak her düzenleme ancak kısıtlı etki yaratır.

* Enes Özkan – Ekonomist, İstanbul Üniversitesi


[1] https://www.europarl.europa.eu/doceo/document/TA-9-2023-0320_EN.html

2 https://www.mfa.gov.tr/no_-224_-avrupa-parlamentosu-nun-2022-turkiye-raporu-hk.tr.mfa

3 https://www.youtube.com/watch?v=kOHhJs89420

4 https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2020/12/20201231M5-19.htm

Önceki İçerikSİYASÎ PARTİLER NE İŞE YARAR?
Sonraki İçerikAVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ’NİN YALÇINKAYA KARARINA DAİR