Editör’den,

Yeni yılla birlikte Türkiye siyaseti alışılmadık bir tempoyla seyretmeye başladı. Ama bunun nedeni, ilk bakışta sanılabileceği gibi yaklaşan yerel seçimler değil; gündem akışının hızını yükselten ve hararetini artıran asıl etken geçen Mayıs’ta milletvekili seçilen Ş. Can Atalay’ın Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına rağmen serbest bırakılmamasının yarattığı ve tabir caizse ‘’yılan hikâyesi’’ne dönüşen anayasal kriz çerçevesinde yaşanan gelişmelerdir. 

Özgürlük Gündemi’nin geçen sayısında özetlediğimiz gibi, Can Atalay’ın milletvekili seçildiği halde serbest bırakılmamasının kendisinin hem seçilme hem de özgürlük ve güvenlik hakkının ihlâl edildiğine ilişkin Anayasa Mahkemesi kararının gereği ilgili mahkemeler tarafından yerine getirilmediği gibi, Yargıtay ayrıca ihlâl kararına katılan Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında da suç duyurusunda bulunmuştu. Bunun üzerine, milletvekili Atalay Anayasa Mahkemesi’ne yeni bir başvuru yapmış ve Anayasa mahkemesi tekrar aynı yönde karar vermiş, ancak aynı mahkemeler Anayasayı yok sayan tutumlarında diretmişlerdi. Yargıtay bu arada mahkumiyet kararının gereğini yapması, yani milletvekilliğini düşürmesi için Atalay hakkındaki kararını tekrar TBMM’ye göndermişti.  

Öte yandan, Meclis başkanının ilgili milletvekilinin hukukunu korumak yönünde herhangi bir işlem yapmadığı için muhalefet partileri, TBMM’nin bu konudaki ‘’tutum ve davranışının belirlenmesi, yargı krizinden devlet krizine evrilen gelişmelerin arkasında yatan nedenlerin araştırılması ve bu tür hukuk dışı girişimlerin önlenmesi için gereken düzenlemelerin kararlaştırılması kapsamında bir genel görüşme açılması’’nı sağlamak amacıyla, çalışmalarına ara vermiş olan Meclis’in olağanüstü toplanması için usulüne uygun bir yazılı başvuru yapmış, ancak AKP’li Meclis Başkanı bu başvuruyu da işleme koymamıştır. Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi’nin ardışık iki hak ihlâli kararına rağmen serbest bırakılmayan Atalay’ın TBMM üyesi olarak konumundaki belirsizlik devam etmektedir. 

Durumun anlam ve önemine en uygun açıklamayı iki muhalefet milletvekili yaptı:   

“Seçilmiş bir milletvekili, bir başka erk tarafından 7 aydır, bu parlamentonun, bizim hiçbir kararımız olmadan tutuluyor. AYM ikinci kez hak ihlali kararı verdi. Hâlâ tutuluyor ve bu parlamento buna bile kayıtsız. Kurumsal olarak parlamento kendi hukukuna kayıtsız. Biz kendi hukukumuzu koruyamıyoruz, milletin hukukunu koruyacağız, öyle mi?” (Salih Uzun)

“Meclis kendi meselesine sahip çıkamazsa milletin hukukuna nasıl sahip çıkacak? Meclis bir araya gelerek kendi meselesi olan bu durumu görüşemeyecekse ne kendi hukukuna ne de milletin hukukuna sahip çıkamıyor demektir. (…) Cumhurbaşkanı Anayasa’yı tanımıyor, Meclis Başkanı Anayasa’yı tanımıyor, Yargıtay Anayasa’yı tanımıyor. Bu tam bir keyfilik düzenidir” (Mustafa Yeneroğlu)

Bu arada AKP sözümona Can Atalay’a Meclis yolunu açacak bir formül bulmuş deniyor. Buna göre, Atalay’ın vekilliğinin Meclis kararıyla düşürülmesi, bunun ardından Atalay’ın bu kararın iptali için AYM ye başvurması, AYM’nin milletvekilliğinin düşmesi kararını iptal etmesi üzerine de Atalay’ın Meclis’te and içerek göreve başlaması” öngörülüyormuş. Oysa işi dolambaçlı yoldan ve gereksiz yere uzatan bu önerinin hiç te makul bir tarafı yoktur. Her şeyden önce, bu formül Can Atalay meselesinde Anayasa Mahkemesi’nin kararının değil de Yargıtay’ınkinin uygulanması gerektiğini peşinen kabul eden, bu konuda son sözün Yargıtay’a ait olduğunu varsayan bir mantığa dayanmaktadır. Başka bir deyişle, açık anayasa ihlâlinin yerine Anayasaya karşı hileyi geçirmeyi öngören bir formüldür bu. Böylece, Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasındaki sözde ‘’hukukî’’ uyuşmazlıkta Yargıtay’a dolaylı olarak arka çıkılmakta ve Anayasanın açık ihlâli anlamına gelen bu sözde çözümün bir teamül haline gelmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. 

Kaldı ki, bu yol izlense bile milletvekilliği düşürülen Atalay’ın yeniden Meclise dönmesini engellemek için yeni ‘’formüller’’ icat etmeyeceğinin de garantisi yoktur. Ayrıca, bu önerinin arkasında Anayasa Mahkemesi’ndeki halihazırdaki dengenin tamamen iktidardan yana değişmesi sağlanıncaya kadar meseleyi sürüncemede bırakmak gibi bir hesabın olmadığı da kesin değildir.  Oysa yürürlükteki Anayasa çerçevesinde bu meselede yapılması gereken çok açıktır: Can Atalay’ın Anayasa Mahkemesi’nin kararına uygun olarak tahliye edilmesi ve ardından Mecliste and içerek ‘’milleti temsil’’ anayasal görevine fiilen başlamasının sağlanması. 

Gündemdeki diğer öne çıkan başlıkları kısaca gözden geçirirsek: Anayasa Mahkemesi ‘’sansür yasası’’ olarak ta anılan 5651 Sayılı Kanunun 9. maddesini, internet ortamındaki bir içeriğin “süresiz olarak” engellenmesine imkân vermek suretiyle ifade ve basın özgürlüklerini ihlâl ettiği gerekçesiyle iptal etti, ancak iptal kararının yürürlüğe girmesini 9 ay erteledi.  Anayasa Mahkemesi’nin uygulanmaya devam ettiği sürece daha fazla hak kayıplarına neden olacağı açık olan bu hükümle ilgili iptal kararının hemen etkili olmasını neden engellediği anlaşılamamaktadır. 

Bu arada, 70’den fazla ‘’vergi rekortmeni’’nin isimlerinin açıklanmasını istememeleriyle ilgili olarak DEVA Partisi genel başkanı Ali Babacan’ın Türkiye’de carî rejimin mahiyeti hakkındaki ilginç bir açıklaması medyaya yansıdı: Babacan bu kişilerin isimlerinin açıklanmasını istememelerinin mal varlıklarına hükümet tarafından el konulması korkusuyla ilgili olabileceğini söyledi. Babacan iş dünyasında yaygın olan bu korkunun arkasında yatan AKP zihniyetini şöyle dramatize ediyor: ‘’Arkadaş, biz iktidarız. Sen bu parayı benim sayemde kazandın. Ben 20 yıldır iktidar olmasam, sana bu alanı açmasam, parayı kazanabilir miydin? Demek ki onda benim hakkım var. Demek ki birazını bana vereceksin’ yani. Gayet de güzel, böyle içselleştirilmiş, kendi iç dünyalarında meşrulaştırılmış şekilde bu çökmeler ve talepler gerçekleşiyor yani.” Mevcut iktidarın yağmacı, el-koymacı zihniyetini tanımlayan bu ifşaat ne yazık ki AKP’nin ‘’Yeni Türkiye’’sinin bir gerçeğini yansıtmaktadır! 

Bu arada 31 Mart’ta yapılacak olan yerel seçimler yaklaştıkça partilerin adaylarını açıklamaları da sona gelmiş görünüyor. En fazla merak edilen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için AKP eski Çevre Bakanı Murat Kurum’u aday gösterdi. Bunun üzerine sıcağı sıcağına yapılan bir kamuoyu yoklaması görevdeki Başkan İmamoğlu’nun AKP’li Kurum’dan sadece 6 puan kadar önde gittiğini ortaya koydu. AKP adayının daha ilk günden İmamoğlu’na bu kadar yaklaştığı düşünülürse, iki ana adayın arasındaki bu farkın zamanla büyük oranda kapanacağı tahmin edilebilir. Öyle görünüyor ki, CHP diğer muhalefet partilerinden bir kısmının desteğini alacak bir girişimde bulunmazsa, İstanbul’u kaybetme ihtimali vardır. Bu durum CHP’nin yeni yönetiminin -ve İYİ Parti’nin- Kemalist tabanın baskısıyla genel seçimler öncesinde oluşmuş olan muhalefet ittifakını sürdürmemekten vazgeçmelerinin doğru bir strateji olduğunu da kuşkulu hale getirmektedir. 

Bütün bunlar olurken, Kuzey Irak’ta da ne yazık ki asker çocuklarımız ölmeye devam ediyor! İsabeti şüpheli siyasî tercihlerin ve idarî-teknik hataların sonucu olarak…

Bu sayımızda ayrıca A. Rıza Çoban evil kadınların soyadlarına ilişkin gündemdeki taslak düzenlemenin kadın-erkek eşitliğine aykırı olarak mevcut durumu sürdürmeyi amaçladığını  değerlendirirken, Ö. Faruk Şen TBMM’de milletvekillerinin genel olarak pasif bir profil çizdiklerine ve bunun yeni sistemde yasama organının zayıflatılmasıyla ve lider ağırlıklı parti yapısıyla bağlantılı olduğuna dikkat çekiyor, Çağın Eroğlu da kripto para kanununun güncellenmesi meselesi vesilesiyle, derinleşen ekonomik krizin yol açtığı alternatif yatırım araçlarından biri olan kripto parayla ilgili çeşitli problemleri gözden geçiriyor.

Bir sonraki Özgürlük Gündemi’nde buluşmak üzere.

* Mustafa Erdoğan

Evli Kadının Soyadına İlişkin Taslak Düzenleme

Evli kadının soyadı, Medeni Kanun’un 187. maddesinde düzenlenmektedir. Mevcut düzenleme şöyledir: “Kadın, evlenmekle kocasının soyadını alır; ancak evlendirme memuruna veya daha sonra nüfus idaresine yapacağı yazılı başvuruyla kocasının soyadı önünde önceki soyadını da kullanabilir. Daha önce iki soyadı kullanan kadın, bu haktan sadece bir soyadı için yararlanabilir.”  Görüldüğü gibi bu hüküm, evli kadının kendi soyadını tek başına kullanmasına izin vermiyor ve bu nedenle de eşitlik ilkesine aykırılık oluşturuyor. Bu sebeple, söz konusu hüküm Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi ve iptal kararının 28 Ocak 2024 tarihinde yürürlüğe girmesiyle bu hüküm yürürlükten kalkacak. 

Bundan dolayı, Hükümet 8. Yargı paketi içinde Medeni Kanun’un 187. Maddesine ilişkin bir düzenleme yapılmasını öngörüyor. Ancak önerilen hükmün iptal edilen hükmün neredeyse aynısı olduğu görülmektedir. Yani hükümetin Anayasa Mahkemesinin iptal kararına uymamayı ve iptal edilen hükmün aynısını yeniden yasalaştırmayı amaçladığı anlaşılıyor.  Hükümetin hazırladığı taslakta yeni 187. madde şöyle düzenlenmiş: “Madde 187- Kadın, evlenmekle kocasının soyadını alır. Şu kadar ki; kadın evlendirme memuruna veya daha sonra nüfus idaresine yapacağı yazılı başvuruyla kocasının soyadı önünde önceki soyadını da kullanabilir. Kadının soyadı, kendi soyadı ile önceki kocasının soyadından oluşuyorsa kadın bu soyadlarından sadece birisini evleneceği kocasının soyadının önünde kullanabilir.”

Görüldüğü gibi önerilen yeni metin içerik olarak iptal edilen hükümle aynıdır. Bu önerinin başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası insan hakları sözleşmelerine ve Anayasaya aykırı olduğuna kuşku yok. Zira Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2004 yılında Ünal Tekeli/Türkiye  kararında evli kadının kendi soyadını tek başına kullanamamasının ayrımcılık teşkil ettiğine ve Sözleşmenin 8. Maddesi ile bağlantılı olarak 14. Maddesini ihlal ettiğine karar vermiştir. Strasbourg Mahkemesi daha sonra da benzeri kararlar vermeye devam etmiştir. 

Türk Anayasa Mahkemesi de daha önce Medeni Kanun’un 187. Maddesini anayasaya aykırı bulmamakla birlikte bu hükmün uluslararası sözleşmelerin erkek ve kadının evlilik sonrasında soyadları bakımından eşit haklara sahip olmasını öngören hükümlerine aykırı olduğunu tespit etmiş ve Anayasa’nın 90. maddesinin beşinci fıkrası uyarınca uluslararası sözleşme hükümleriyle çelişen Medeni Kanun’un 187. Maddesinin yerel mahkemelerce kararlarına dayanak yapılamayacağına karar vermiştir.  Nihayet yukarıda sözünü ettiğimiz 2023 tarihli kararında Anayasa Mahkemesi evlenmeden önceki soyadının evlendikten sonra da tek başına kullanılması bağlamında kadın ve erkek arasında kuralın öngördüğü farklı muamelenin nesnel ve makul bir temele dayanmaması sebebiyle eşitlik ilkesini ihlal ettiği sonucuna ulaşmış ve Anayasanın 10. Maddesine aykırı olan bu hükmü iptal etmiştir. 

Ne var ki, Hükümet tarafından hazırlanan 8. Yargı Reformu paketinde yer alan düzenlemede evli kadının önceki soyadını tek başına kullanmasına yine izin verilmemektedir. Düzenlemenin gerekçesinde ailenin önemine vurgu yapılarak, anne ve babanın ayrı ayrı soyadı kullanmalarının, çocuk üzerinde olumsuz etkiler doğurabileceği, çocuğun hangi soyadını kullanacağının ayrı bir tartışma konusu haline geleceği ve bu durumun, Türk toplumunun temeli olan aile bütünlüğüne zarar verebileceği iddia edilmiştir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesince iptal edilen kanun hükmünün yeniden düzenlenerek evlenen kadının kocasının soyadını alacağı, ancak dilerse kocasının soyadının önünde önceki soyadını da kullanabileceği belirtilmiştir.

Eğer öngörülen hüküm bu şekilde kabul edilirse, hem Anayasa Mahkemesinin bağlayıcı nitelikteki iptal kararına uymayarak Anayasanın 153. Maddesi ihlal edilecek, hem de devletin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmelerinden kaynaklanan uluslararası yükümlülüğüne aykırı davranılmış olacaktır. Bir süredir yoğun olarak yaşanan devlet organlarının ulusal ve uluslararası yargı kararlarına uymaması yönündeki pratik, parlamentonun bu kanunu kabul etmesi halinde yeni bir boyut kazanacaktır. Anayasaya uymayı reddeden devlet organları arasına Meclisin de katılmasıyla doğası gereği hukukî bir organizma olması gereken devletin, bu vasfını kaybettiğini ileri sürmek abartı olmayacaktır.

 * Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu

Milletvekillerinin Sessizliği

2018 yılında başkanlık sistemine geçilmesiyle birlikte TBMM önemli bir işlev kaybı yaşamaya başladı. Yürütmenin sorumluluğunu parlamentodan bağışık kılan bu sistem milletvekillerinin yürütme ile olan ilişkisini kesmiş, dahası parlamento içindeki faaliyet alanını daha da daraltmıştır. Evrensel Gazetesinin haberine göre, son yedi ay içinde 600 milletvekilinin bulunduğu Mecliste 58 milletvekili Genel Kurulda veya herhangi bir komisyonda hiç konuşmamış. Başka bir ifadeyle, 7 ay önce seçilen vekillerin yaklaşık yüzde 10’u yemin etmeleri dışında kürsüye çıkmamışlar. Tahmin edileceği üzere, bu 58 milletvekilinin 46’sı, yani ezici çoğunluğu AK Parti’li. Bu sessizliğin dikkat çekici boyutlarından biri de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçimi kazanamama veyahut “kızağa çekme” amacıyla büyükşehirlerden milletvekili seçilen Süleyman Soylu, Murat Kurum, Mevlüt Çavuşoğlu gibi eski bakanların da bu sessizliğe bürünenler arasında yer alması oldu. 

Demokrasilerde seçildikleri seçim çevresinin sorunlarını gündeme taşımak, konuşmak, soru sormak, yürütmeyi denetlemek milletvekillerinin öncelikli görevleri arasında yer almaktadır. Ne var ki, Türkiye’de milletvekilleri, kendilerine oy veren seçmenlerin kaygılarından bağışık olarak, daha çok parti lideriyle ilişkisine odaklandıkları bir tutum içinde görevlerini ifa ediyorlar. Milletvekillerinin sessizleşmesi ve TBMM’nin işlevini yitirmesinin son yıllarda daha belirgin hale gelmesinde başkanlık sistemine geçilmesinin büyük bir payı olmakla birlikte, temel sorunun milletvekillerini “seçilen” değil “atanan” kişiler haline getiren Siyasi Partiler Kanunu olduğunu belirtmek gerekir. Genel Kurulda veya komisyonlarda söz almayan iktidar ve muhalefet milletvekillerinin isimlerine bakıldığında genellikle parti liderlerinin çeşitli “kontenjan” kategorilerinden (akrabalık, aşiret, ittifak ortağı vb.), genellikle büyük şehirlerden milletvekili seçildiklerini gözlemleyebiliyoruz. Bu kişiler arasında Bülent Arınç’ın oğlu Ahmet Mücahit Arınç, CHP listelerinden seçilen Sadullah Ergin, AKP milletvekili Galip Ensarioğlu, İYİ Parti milletvekili Salim Ensarioğlu gibi isimleri görüyoruz. Onlara oy verenlerden çok elitler arası siyasi pazarlıklar sonucu hakkını veremedikleri koltuklara oturan milletvekilleri mevcut kurumsal düzenlemelerin bir ürünüdür. Bunu aşmak, Türk demokrasisini canlandırmak için başta Siyasi Partiler Kanunu olmak üzere ilgili mevzuatın değişmesi gerekmektedir. 

Bunun için salık verdiğimiz kurumsal değişimin birkaç yıl önce AKP’nin kamuoyunda tartıştığı dar bölge çoğunluk sistemini ima etmediğini belirtmek gerekir. Her ne kadar dar bölge çoğunluk sistemi seçmen ile vekil arasındaki teması artıran bir sistem olsa da bu sistemin ulusal ve yerel ölçekte temsilde adalet (orantılılık) ilkesine zarar verebileceğini belirtmek gerekir. Yapılması gereken öncelikle partilerdeki lider sultasını sonlandıracak ön seçimin “bağlayıcı bir mekanizma” olarak siyasi partiler sistemimize dahil edilmesidir. Aksi takdirde yalnızca elini indirip kaldıran ve vatandaşların taleplerini dile getirmekten çok Ankara koridorlarında kariyer kovalayan kişiler tarafından “temsil edilmeye” devam edeceğiz! 

 * Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi

Bakan Şimşekten “Kripto Para Kanunu” Güncellemesi

Türkiye’de ekonomik kriz giderek derinleşirken vatandaşın alternatif yatırım arayışları da devam ediyor. Özellikle açıklanan resmi enflasyon verileri ile vatandaşın günlük hayatındaki tüketim ve harcama pratikleri arasındaki dengesizlik bu alternatif arayışının en önemli  nedeni. Önemli bir nokta şu ki, Türkiye’de enflasyon artık hayatımızın bir gerçeği. Ancak resmi enflasyon rakamları ile hissedilen veya alternatif olarak hesaplanan rakamlar arasındaki farklılıklar vatandaş nezdinde yoğun bir belirsizlik hissi yaratıyor. Örneğin 2023 senesi için TÜİK’in açıkladığı resmî enflasyon rakamı %64 iken, ENAG, yıllık enflasyonu %124 olarak hesaplıyor. Resmi rakam ile hissedilen enflasyon arasındaki bu fark da, vatandaşın en azından mevcut finansal durumunu koruyabilmesi için ihtiyaç duyduğu getiri oranının yüksekliğini işaret ediyor. 

Türkiye’deki yatırım furyası yeni bir olgu değil, ancak özellikle yüksek enflasyon ve yüksek kur gibi olgular vatandaş nezdinde yatırımı artık bir opsiyon olmaktan çıkartıp bir zorunluluk hâline getiriyor. Nitekim 2020’nin Mart ayında 1,240,903 borsa yatırımcısı varken, 2023’ün Eylül ayında bu rakam 8 milyon kişiyi aşmış durumda

Ancak borsa yatırımcılığı her ne kadar hacim olarak artsa da, değişimleri de bir o kadar keskin oluyor. Örneğin 2023’ün Eylül ayında 1 milyon 500 bin kişi borsaya yatırımcı olarak girerken, takip eden 2 ayda neredeyse 900 bin kişi borsadan çekiliyor. Bu âni değişimler de, Türkiye’nin ekonomik belirsizliğinin bir yansıması olduğu gibi, vatandaşın yatırım arayışlarının da keskinliğini gözler önüne seriyor. 

Alternatif yatırım alanlarının halk arasında en popüler olduğu noktalardan biri de kripto paralar. 

Türkiye, dünyada kripto paralara en fazla yatırım yapan ülkelerden biri. Yalnızca Dünya ile karşılaştırınca değil, nüfus oranları açısından da kripto para piyasalarına ilgi şaşkınlık verici seviyede yüksek. 2023’ün Mayıs ayı itibarıyla, Türkiye’de 18 ila 60 yaş arası nüfusun %52’sinin kripto varlıklara yatırım yaptığı tespit edildi. Yatırımların büyük çoğunluğunun da uzun vadeli olduğu dikkat çeken noktalardan biri. Yani kripto para piyasaları Türkler için yalnızca bir fintech alternatifi değil, uzun vadeli yatırım alanı. 

Bunun tabii ki en önemli sebeplerinden biri Türkiye’deki ekonomik belirsizlik. Ne var ki tüm kripto paraların uzun vadeli yatırımlar için güvenli olduğunu söylemek de çok zor. Nitekim kripto para borsalarının güvenilirliği çoğu zaman tartışmalı oluyor. Ancak, Türkiye’deki yatırımcıların güvenilir odaklardan son derece sakıncalı alternatiflere yönelmesi, yatırımcıların değil ekonomik karar alıcılarının sorgulanmasını gerektiren bir realite. 

Ekonomik karar alıcılar demişken, kripto paralara yönelik artan bu ilgiye elbette bürokrasinin sessiz kalması beklenemezdi. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, geçtiğimiz günlerde kripto paralara yönelik hazırlanacak yeni kanuna yönelik değerlendirmelerde bulundu. Şimşek taslak aşamasında olan kanunda kripto para varlıkların esaslı bir tanımı yapıldığına dikkat çekti. Ayrıca taslağın önemli amaçlarından birinin de kripto para alım-satım platformlarında yapılan işlemlere yönelik bir denetleme mekanizması olacağını işaret etti. 

Kabul etmek gerekir ki bugün pek çok gelişmiş ülkede kripto para kanunları konuşuluyor. Kripto para piyasaları özellikle ademi merkeziyetçi ve takip edilemez olmasından dolayı; kara para aklama, dolandırıcılık ve benzeri suç faaliyetleri ile ilişkilendirilebiliyor. Bu gerçeklik, özellikle ülkenin güvenliği ve merkezî ekonominin istikrarı için bir tehlike. Ancak her kripto para yatırımcısının bu alana kaymasının ardındaki sebep, suç faaliyeti değil. Dolayısıyla ülkeler, öncelikle vatandaşın günlük ekonomik hareketlerini etkileyen konularda iyileştirme çalışmaları yapmalı. Türkiye için bunun en önemli yolu enflasyonu düşürmek olacaktır. Kripto para gibi ademimerkeziyetçi yatırım imkânlarını denetlemek ancak bundan sonra daha isabetli olacaktır. 
Şüphesiz, kripto para piyasalarının denetlenmesi ve güvenilir hale getirilmesi, ülkenin ekonomik istikrarı ve vatandaşların güvenliği için önemli olabilir. Ancak tek hedefin kripto paralar olması, bir korkuluk safsatasına benziyor. Nitekim Bakan Şimşek, kripto para düzenlemesinin hedeflerinden birisinin de FATF’in “kısmen uyumlu” kategorisinden çıkmak olduğunu işaret etti. Konu finansal suçlar olduğunda, kripto paraların bir amaç değil, araç olduğunu kabul etmeliyiz. Doğru kamu politikaları araçlardan önce amaçlarla ilgilenmelidir.

* Çağın T. Eroğlu


1 Anayasa Mahkemesinin 22/2/2023 tarihli ve E. 2022/155, K. 2023/38 sayılı kararıyla, Türk Medeni Kanunu’nun 187. maddesi iptal edilmiş ve iptal kararının 28/4/2023 tarihli ve 32174 sayılı Resmî Gazetede yayımlanmasından başlayarak dokuz ay sonra (28/1/2024) yürürlüğe girmesine karar verilmiştir.

2 Ünal Tekeli/Türkiye, B. No:29865/96, 16/11/2004.

3 AYM, E.2009/85, K.2011/49, 21/10/2011.

4 Sevim Akat Eşki, B. No: 2013/2187, 19/12/2013; Gülsüm Genç, B. No: 2013/4439, 6/3/2014; Neşe Aslanbay Akbıyık, B. No: 2014/5836, 16/4/2015.

5 AYM, E.2022/155, K.2023/38, 22/02/2023.

6 https://www.evrensel.net/haber/507111/secimden-beri-58-milletvekili-hic-konusmadi-tek-adam-konusmayan-vekiller?utm_source=aposto

Önceki İçerikLiberalizm, İklim Değişikliğine Karşı Bir Cevaba Sahip Değil mi?
Sonraki İçerikİklim Değişikliği ve Tarım: Liberal Politikaların Tarımsal Sürdürülebilirlik Üzerindeki Etkileri