Editör’den,

Geçen hafta iki yüksek mahkemeden Türkiye’nin bugünkü rejiminin tanımı bakımından oldukça anlamlı olan iki ayrı karar çıktı. Cumhurbaşkanının Türkiye’nin ‘’İstanbul Sözleşmesi’’nden çekilmesine ilişkin işlemine karşı açılan davada Danıştay ‘’yürütmenin durdurulması’’ talebini reddetti. Mahkemeye göre, Cumhurbaşkanı uluslararası anlaşmaları bir kararnâmeyle Türkiye açısından feshetme yetkisine sahip olduğu gibi, “Cumhurbaşkanının, devletin başı sıfatıyla yaptığı ve devletin yüksek menfaatini ilgilendiren işlemlerine karşı’’ zaten dava açılamazmış. Danıştay böylece Cumhurbaşkanına Anayasada dayanağı bulunmayan bir ‘’yargı bağışıklığı’’ bahşetmekte ve onun istediği uluslararası antlaşma veya sözleşmeyi uygulamadan alıkoymasının yolunu açmaktadır.  Yani, Danıştay ‘’Türkiye’de Devlet Cumhurbaşkanıdır’’ demeye getirmiş.   

Ancak Anayasa Mahkemesi bu konuda Danıştay’la aynı fikirde görünmüyor, daha doğrusu olağanüstü dönemlerle ilgili olarak bu ‘’kural’’a Millî Güvenlik Kurulu lehine kısmî bir istisna getiriyor. Nitekim aynı günlerde haberi basına yansıyan bir kararda Anayasa Mahkemesi , ‘’devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara ‘üyeliği’ ve ‘mensubiyeti’ bulunanları’’ belirleme yetkisinin olağan dönemlerde Milli Güvenlik Kurulu’na değil yargıya ait olduğunu belirtti. Bunun mefhum-u muhalifinden, olağanüstü hallerde bu yetkinin MGK’ya ait olduğunu anlıyoruz. Gerçi MGK’nın da başında yine Cumhurbaşkanının var olduğunu düşünürsek, aslında çok bir şey değişmiyor. Yani, yüksek mahkememiz devletin her durumda cumhurbaşkanı demek olduğunu söylemiş olmaktadır.

Türkiye’nin devlet sistemiyle ilgili olarak eğer durum buysa, o zaman geçenlerde TBMM’ye sunulan yeni yargı paketi ne anlama gelmektedir?… Amacın, yargıda hukuk ve adaleti geri getirecek ve güçlendirecek önerilerden oluşan bir reform yaparak rejimi anayasal-demokratik devletin evrensel standartlarına yaklaştırmak olduğu söylenebilir mi?… Ne yazık ki, paketin içeriği bu yönde bir iyimserliğe yer bırakmamaktadır. Aşağıda açıklandığı gibi, içerdiği biçimsel ve/veya usulî değişiklik önerileriyle bu paket Mecliste kabul edilip de uygulamaya geçirilmesi halinde maalesef mevcut yargılama sisteminin bütününde cüz’î bir iyileştirme sağlamaktan öteye gitmeyecektir.

Bu arada, epeydir beklenen ‘’yargı reformu’’ paketi de Meclise sunulmuş bulunuyor. Ne var ki, hükûmetin LGBTİ+ yurttaşların geçen haftaki gösteri yürüyüşleri ve diğer etkinliklerine karşı sergilediği haşin tutumuyla birlikte düşünüldüğünde, devletin ve hükümetin hukukun üstünlüğü ve insan hakları anayasal ilkelerini gerçekten hayata geçirme iradesi taşıdığına inanmak için pek bir sebep yoktur. Gerçekten de, hepsi de barışçı olan söz konusu kutlama etkinlikleri ya yasaklandı, ya polisin sert müdahalesine ve ölçüsüz şiddetine maruz kaldı. Yaralananlar oldu, çok sayıda kişi ve bir de gazeteci gözaltına alındı.  

AKP devletinin anayasal-demokratik yönetimin evrensel standartlardan sapması sadece hak, hukuk ve adalet konularıyla da sınırlı değil. ‘’Kanal İstanbul’’ projesinin uygulamaya konma girişiminin dayatmacı, hiyerarşik, sivil toplumdan ve muhalefetten gelen uyarı ve eleştirilere kapalı özelliği söz konusu sapmanın ‘’iyi yönetişim’’, şeffaflık ve hesap-verme ilkelerini ciddiye almayan bir iradeyi yansıtmaktadır.

Kanal İstanbul Tartışmaları

Geçtiğimiz 10 gün boyunca kamuoyunda sıklıkla tartışılan konulardan biri olan Kanal İstanbul, 26 Haziran Cumartesi günü atılan bir köprü temeliyle birlikte tekrar gündeme geldi. Karadeniz ve Marmara Denizi’ni birbirine bağlayan bu projeyle hükümet İstanbul Boğazı’ndaki gemi trafiğini azaltacağını ve yatay mimariyi teşvik ederek depreme dayanıklı bir şehir yaratmayı amaçladığını iddia etmektedir.(( Link: https://www.kanalistanbul.gov.tr/tr/hersey/kanal-istanbul-projesinin-amaci )) Projenin öngörülen maliyeti yaklaşık 15 milyar dolardır.(( Link:https://www.kanalistanbul.gov.tr/tr/hersey/kanal-istanbulun-toplam-maliyeti )) Cumhurbaşkanı Erdoğan Kanal İstanbul’a “İstanbul’un geleceğini kurtarma projesi olarak baktığını” belirtti.(( Link:https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-57622601))

Buna karşın muhalefet partileri bu projeye hem çevresel hem de ekonomik gerekçelerle karşı çıkıyor. CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu Kanal İstanbul’un İstanbul’a ve Marmara Denizine büyük çevresel zararlar vereceğini ve “çok ağır ve geri dönülemez felaketler yaşatacağını” belirtti. (( Link: https://www.sozcu.com.tr/2021/gundem/imamoglundan-kanal-istanbul-tepkisi-bir-devlet-projesi-degildir-6503180/ )) Öte yandan İmamoğlu Kanal İstanbul’un kaynakların verimsiz kullanımına neden olacağını dile getirerek bu projenin “israf” olarak nitelendirilmesi gerektiğini belirtti.  Muhalefet partileri ayrıca kanal İstanbul tartışması ekseninde gündemi belirleyen bir pozisyon aldılar. İYİ Parti ve CHP liderleri iktidara geldikleri zaman Kanal İstanbul ihalesine giren şirketlere ödeme yapılmayacağını belirttiler ve bu hususta hem firmalara hem de uluslararası finans kurumlarına uyarı niteliğinde mesajlar gönderdiler.(( Link: https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/faik-oztrak-iktidara-geldigimizde-kanal-istanbul-icin-odeme-yapmayacagiz-5523947/ ))

Kanal İstanbul’un çevresel etkileriyle ilgili olarak uzmanlar önemli uyarılarda bulunuyor. Sözgelimi, Çevre Uzmanı Prof. Dr. Mustafa Öztürk ve Deniz Bilimci Prof. Dr. Cemal Saydam Marmara Denizi’ndeki azot fosfor yükünün artacağı, oksijen oranının azalacağı ve denizdeki akıntıların etkileneceği öngörüsünde bulunuyorlar. (( Link: https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-57622600 )) Ayrıca yeraltı su kaynaklarını olumsuz etkileyeceği, içme suyu kaynaklarını azaltacağı, ormanlık alan ve tarım arazilerini tahrip edeceği, hafriyat kirliliği ortaya çıkacağı ve kayıt dışı bulunanlarla birlikte 20 milyona ulaşan İstanbul’da 2 milyon ilave nüfus yükü oluşturacağı düşünülmektedir. (( Link: https://www.youtube.com/watch?v=i-uQ56sYHyA&ab_channel=BBCNewsT%C3%BCrk%C3%A7e ))

Ekonomik ve bilimsel gerekçelerle birçok eleştiri okunu üzerine çeken Kanal İstanbul projesinin aynı zamanda hükümetin beklentilerinin aksine kamuoyunda yeterli bir desteğe sahip olmadığı görülmektedir. Geçtiğimiz hafta MetroPOLL Araştırma Şirketi’nin yaptığı araştırmaya göre katılımcıların yalnızca yüzde 37’si Kanal İstanbul’un yapılmasını doğru bulduğu yanıtını verdi. (( Link:https://tr.sputniknews.com/turkiye/202106281044833361-metropoll-anketi-katilimcilarin-yuzde-486si-kanal-istanbulun-yapilmasini-dogru-bulmuyorum-dedi/ )) Daha önce de İBB’nin yaptığı bir ankette Kanal İstanbul’u doğru bulmayanların oranı yüzde 56’nın üzerindeydi. (( Link: https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/imamoglu-anket-sonucunu-acikladi-iste-kanal-istanbula-karsi-olanlarin-orani-1716259 ))

Hükümet, halk desteği olmayan ve kamu maliyesi üzerine ağır yük bindirecek olan Kanal İstanbul ile ilgili olarak konsensüs düzeyine varan bilimsel çekinceleri dikkate almadan bir kenara itmektedir. Bu durum, Kanal İstanbul’un kapsamlı bir biçimde düşünülmüş bir proje olmaktan çok hükümetin ve ona yakın şirketlerin dar çıkarları için araçsal bir niteliğe sahip olduğunu düşündürmektedir.

LGBT+ ‘’Onur Yürüyüşü’’ ve Barışçıl Gösteri Hakkı

Türkiye’deki 2021 yılı ‘’Onur Ayı’’ kutlamaları 26 Haziran’da yapılan ‘’Onur yürüyüşü’’ ile son buldu. Bu çerçevede yapılan ve sayısı gitgide artan etkinlikler son 6 yıldır valilik engellemeleri ve şiddetli polis müdahaleleri ile karşılaşmakta. Bu yıl da önce aynı kapsamında düzenlenen LGBT+ Pride Pikniği İstanbul-ŞişliKaymakamlığı tarafından yasaklandı ve piknik için bir araya gelenler şiddetli polis müdahalesi ile karşılaştı. Müdahale sırasında bir kişinin kolu kırıldı, bir kişi de gözaltına alındı. (( Link: https://kaosgl.org/en/single-news/police-attacked-istanbul-lgbti-pride-picnic )) ‘’Onur Ayı’’nın en yüksek katılımlı etkinliği olan yürüyüşü ise İstanbul Valiliği’nin bir gün önce aldığı bir kararla bu sene de yasaklandı. (( Link: https://www.washingtonpost.com/world/2021/06/26/istanbul-pride/ )) Valilik yasak gerekçesinde genel sağlığın ve genel ahlâkın korunması ve provokatif eylem ve olayların yaşanmasını engellemek gerekçeleri ile yürüyüşe izin verilmeyeceğini açıkladı.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 34. maddesi herkesin ‘’önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahip’’ olduğunu belirtmekte, aynı hüküm 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Kanunu’nun 3. maddesinde de teyit edilmektedir. Ayrıca aynı Kanunun 10. maddesinde toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin etkinlikten en az kırk sekiz saat önce ilgili valilik veya kaymakamlığa resmî olarak bildirilmesi zorunluluğu getirmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadı da barışçıl gösteri yürüyüşlerinin yasaklanmasının demokratik bir toplumda hiçbir gerekçesinin olamayacağı yönündedir. (( Bkz.: Örnek olarak, ALEKSEYEV v. RUSSIA, Application no. 4916/07, 25924/08 and 14599/09 )) Bu düzenlemeler ışığında barışçıl bir gösteri yürüyüşü olan ve gerekli başvuruları yapılmış ‘’Onur Yürüyüşü’’nün düzenlenmesinin engellenmesi hukukçular tarafından insan hakları ihlâli olarak değerlendirilmektedir. (( Link: https://twitter.com/istanbulpride/status/1408026945581899780 ))

LGBT+ temalı etkinliklere yönelik yasaklamalar ve LGBT+’ların yaşadığı hak ihlâlleri hızla artarken bu yaşananlar anayasal birer ilke olan hukuk devleti ve insan haklarına bariz bir aykırılık teşkil etmektedir. Nitekim, ‘’Onur Ayı’’ etkinlikleri sırasında göstericilere polis tarafından orantısız şiddet uygulandı. Plastik mermilerin kullanıldığı müdahalede birçok gösterici sokak ortasında darp edildi ve en 35 kişi gözaltına alındı. (( Link: https://kaosgl.org/haber/polis-mis-sokak-ta-lgbti-onur-yuruyusu-ne-saldirdi ))

Polisin göstericileri dağıtmak için kullandığı ses bombasından rahatsızlığını dile getiren bir vatandaş da gösteri sırasında evinin balkonunda gözaltına alınırken, yine göstericilere uygulanan orantısız şiddeti eleştiren ve o sırada bir restoranda oturan bir vatandaş da gözaltına alındı.

Bu arada, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün geçtiğimiz aylarda yayımladığı, eylemler sırasında ses ve görüntü alınmasını yasaklayan genelgeye dayanarak gazetecilere uygulanan polis müdahalelerinin de sayısı ve şiddeti hızla artmaktadır.(( Link: https://bianet.org/bianet/insan-haklari/243334-emniyet-eylemlerde-ses-ve-goruntu-kaydi-alinmasini-yasakladi )) Son Onur Yürüyüşü sırasında darp edilerek gözaltına alınan gazeteci Bülent Kılıç’a yapılan müdahale de yetkililer tarafından aynı genelgeye dayandırıldı. (( Link: https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-57624748 ))

İdarenin bir hakkın kullanımı sırasında devlete düşen sorumlulukları hatırlatmaksızın doğrudan hakkın kullanımını yasaklayan kararları, göstericilere ve gazetecilere uygulanan orantısız polis şiddeti ve artan keyfi tutuklamalar ifade özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü, haber alma hakkı başta insan hakkı ihlallerini artırırken Türkiye’nin hukuk devleti krizini de derinleştirmektedir.

4. Yargı Paketi TBMM’de

Türk yargısına ilişkin yapısal sorunlar giderek ağırlaşırken hükümet 4. Yargı paketini meclise sundu. Başta yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığına ilişkin sorunlar ve özellikle terör mevzuatı başta olmak üzere ceza kanunlarının çok geniş yorumlanması olmak üzere; suç ve cezaların kanuniliği, ceza normlarının geçmişe yürütülmemesi, suçların şahsiliği ve masumiyet karinesi gibi hukukun temel ilkelerini muhalifler söz konusu olduğunda yargının her kademesi tarafından göz ardı edilmesi gibi büyük adalet sorunları ortada iken, anılan pakette bu sorunların çözümüne yönelik herhangi bir iyileştirme öngörülmemektedir. Düzenlemeler genellikle usule ilişkin bazı küçük iyileştirmeler içeriyor. Adalet Komisyonu’nda kabul edilen teklif yürürlük ve yürütme maddeleri hariç 25 maddeden oluşuyor. Getirilen düzenlemelerle ilk olarak idarenin taleplere cevap verme süresi 60 günden 30 güne indiriliyor, böylece idarenin 30 gün içinde cevap vermemesi halinde idare mahkemelerinde dava açılabilecek. Ayrıca kesin olmayan cevaplar açısından bekleme süresi de altı aydan dört aya indiriliyor. İdare mahkemelerinin gerekçeli kararlarını da en geç otuz gün içinde yazmaları zorunlu hale getiriliyor.

Diğer bir değişiklikle, eşe karşı işlenen kasten öldürme, kasten yaralama, eziyet ve kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçlarında kabul edilen cezayı artırıcı nedenlerin failin boşandığı eşine karşı işlenmesi halinde de uygulanması öngörülüyor. Bu arada, bilişim sistemlerinin, banka veya kredi kuruluşlarının ya da banka veya kredi kartlarının araç olarak kullanılması suretiyle işlenen suçlarda, davaya bakma yetkisi bakımında suçun işlendiği yer mahkemelerinin yanı sıra mağdurun yerleşim yeri mahkemelerinin de yetkili kılınması öneriliyor.

Tanığın getirilmesine ilişkin usulde tebliğe ilişkin değişikliğin yanı sıra tutuklamayla ilgili AİHM ve AYM içtihatlarında açık olan hususlarla ilgili bazı makyaj düzenlemeler yer alıyor. Buna göre ‘’katalog suçlar’’da bir kişinin tutuklanabilmesi için kuvvetli suç şüphesinin somut delillere dayanması şartı öngörülüyor. Ayrıca tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya bu konudaki bir tahliye isteminin reddine ilişkin hâkim veya mahkeme kararlarında, mevcut koşullara ilave olarak adlî kontrol uygulamasının yetersiz kalacağını gösteren delillerin de somut olayda gösterilmesi ve kararda yer alması öngörülüyor. Ancak bu makyaj düzenlemelerin haksız tutuklama sorununa çözüm getirmesi pek olası görünmüyor.

Olumlu bir düzenleme sayılabilecek hususlardan birisi konutu terk etmeme yükümlülüğünün, şahsî hürriyeti sınırlama sebebi sayılarak, bu yükümlülük altında geçen her iki günün, cezanın mahsubunda bir gün olarak dikkate alınmasını öngörüyor. Ancak niçin iki günün bir gün olarak cezadan mahsup edildiği tartışılabilir. Adlî kontrol tedbirleri ile ilgili olarak da belli maksimum süreler ve belli periyotlarla gözden geçirme yükümlülüğü öngörülüyor.

İddianamede suç ile ilgisi olmayan bilgilere yer verilmemesi, beraat kararının kesinleşmesinden sonra tespit ve dinleme kayıtlarının silinmesi, iddianamenin çağrı kâğıdına eklenmesi, tebligat ve bildirime ilişkin bazı usule ilişkin kolaylıklar gibi düzenlemelerin yargının sorunlarını çözmeye ciddi bir katkısı olacağını söylemek pek mümkün gözükmüyor.

Aynı şekilde sulh ceza hâkimliklerinin tutuklama ve adlî kontrole ilişkin verdiği kararlara karşı yapılan itirazların incelenmesi yetkisi, yargı çevresinde bulunduğu asliye ceza mahkemesi hâkimine verilmektedir.  2014 yılında koruma tedbirlerine karar verme yetkisini sadece iktidarın güvendiği hâkimlere vermek amacıyla kurulan sulh ceza hâkimlikleri işlevlerini tamamlamış olmalarına rağmen, tamamen kaldırılmak yerine sadece tutuklama ve adlî kontrole ilişkin kararları bakımından itirazları inceleme yetkisi asliye ceza hâkimlerine veriliyor. Buna karşılık, diğer kararlar bakımından itirazları inceleme yetkisi yine sulh ceza hâkimlikleri üzerinde bırakılıyor. Son olarak hâkim adayları ile avukat stajyerlerine Anayasa Mahkemesinde staj yapma imkânı tanınıyor.

Görüldüğü üzere, 4. Yargı Paketinde öngörülen düzenlemelerin bir reform niteliği taşıdığını söylemeye olanak yok. Kısmi makyajlar içeren bu düzenlemelerle ceza yargılamalarının neden olduğu adaletsizlikleri ortadan kaldırmak mümkün görünmemektedir.

Türkiye neden ucuz?

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 22 Haziran tarihinde EuroStat verilerine dayanarak Türkiye’nin 2020 yılı tüketim mal ve hizmetleri fiyat düzeyi endeksini açıkladı. Yapılan açıklamaya göre Türkiye’nin endeks değeri 38. Bunun ne anlama geldiği yine TÜİK tarafından hazırlanan bültende şöyle açıklanmaktadır: Fiyat düzeyi endeksi, ülkelerin ulusal para birimlerinin karşılaştırmalı olarak döviz kuruna göre alım gücünün göstergesidir. Bir ülkenin fiyat düzeyi endeksi, 100’den büyük ise bu ülke karşılaştırıldığı ülke grubu ortalamasına göre “pahalı”, 100’den küçük ise bu ülke karşılaştırıldığı ülke grubu ortalamasına göre “ucuz” olarak ifade edilmektedir. (( Link: https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Purchasing-Power-Parity-(Household-Final-Consumption-Expenditures)-2020-41126&dil=2 ))

Aşağıdaki 18 numaralı dipnotta görebileceğiniz listeye göre Türkiye bu karşılaştırmaya giren ülkeler içinde en ucuz ülke konumunda. Bu listede 27 Avrupa Birliği (AB) ülkesinin ortalaması baz olarak kabul ediliyor ve bu ortalamanın endeks değeri 100 oluyor. Türkiye 38 endeks değeriyle AB ülkelerine göre oldukça ucuz bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Karşılaştırma yapıldığında 37 ülke içinde en yüksek endeks değeri İsviçre’ye ait ve bu değer 170. Bu şu anlama geliyor: İsviçre’de 170 Euro harcama ile tüketebileceğiniz mal ve hizmeti Türkiye’de sadece 38 Euro’ya tüketebilirsiniz. Hakeza listede bir üst sıramızda olan Kuzey Makedonya’nın endeks değeri 50, Türkiye Makedonya’dan bile daha ucuz bir ülke konumuna gelmiş. Hakeza Romanya (55), Bosna-Hersek (55), Bulgaristan (56) ve Sırbistan (58) da Türkiye’den pahalı ülkeler.

Türkiye’nin performansına 2014’ten itibaren baktığımızda ise tablonun nasıl değiştiğini görebiliyoruz. Tablodaki değişikliği anlamı kılabilmek için Türkiye’yi Kuzey Makedonya (eskiden FYROM Macedonia) ile kıyaslayalım. 2014 yılında Türkiye’nin endeks değeri 61, Makedonya’nın 47 (( Link: https://ec.europa.eu/eurostat/documents/2995521/6889786/2-19062015-BP-EN.pdf/15b2ae50-1da6-48e1-be99-8593395eab92 )), 2016 yılında Türkiye’nin endeks değeri 60, Makedonya’nın 46 (( Link: https://ec.europa.eu/eurostat/documents/2995521/8072361/2-15062017-BP-EN.pdf/fff33756-4460-4831-9915-4a8c101f2b56 )), 2017 yılında Türkiye’nin endeks değeri 53, Makedonya’nın 47 (( Link: https://ec.europa.eu/eurostat/documents/2995521/8987350/2-20062018-AP-EN.pdf/c1d2650e-c031-4b36-bf5d-cc82f987710b )), 2019 yılında Türkiye’nin endeks değeri 47, Makedonya’nın 50. (( Link: https://ec.europa.eu/eurostat/documents/2995521/11008686/2-19062020-AP-EN.pdf/ce1a9525-a058-94eb-722f-e12e5698311b )) 2020 rakamları da Türkiye 38 ve Makedonya 50. Yani, Türkiye yıldan yıla daha ucuz bir ülke haline gelmiş ama 2018 ve 2019’da Türk lirasında yaşanan muazzam gerileme Türkiye’yi ucuzlatan en önemli etken olmuş.

Peki, bir ülkenin bu kadar ucuz olmasının yan etkileri neler? Bunun ilk etkisi aslında o ülke vatandaşlarının artık kaliteli mal ve hizmete ulaşımının zorlaşması. Çünkü ülkedeki fiyatların ucuz olması o ülkede üretilen mal ve hizmetlerin yabancılar tarafından edinilmesini kolaylaştırır ve o ülke açık bir ülkeyse malı/hizmeti üreten ürününü iç pazarda ucuza satmak yerine dış pazarda daha iyi fiyata satar. Böylece gelirini değer kaybeden para birimi ile elde edenler için malların ve hizmetlerin temini daha zor hale gelir. Ayrıca ithal edilen mallar da yine yerli tarafından çok pahalı olarak değerlendirilir.

Ucuz ülke olmanın en çok vurduğu kesim sadece emeğini satarak kazanç sağlayan ve bir sermayeye henüz sahip olmayanlardır. Çünkü ülkenin para birimi değer kaybettikçe emeğini satarak geçinenlerin elde ettiği reel gelir azalır. Fakat ihracat potansiyeli olan işleri yapanların sermayeleri ise ürettikleri ürünlerin ucuzlaması nedeniyle daha da büyüme eğilimi gösterir. Bu ise teknolojik anlamda inovasyona yahut katma değerli ürün ihracına dönüşmezse elde edilen sermaye verimsiz kullanılmış olur ve bu sermaye emeğin değerinin artmasına yol açmaz. Türkiye tam da bu iki durumu yaşamaktadır. Hem emeğin değeri ucuzlamakta hem de emek karşılığında tüketilebilen mal ve hizmetlerin niteliği ve niceliği azalmaktadır. Türkiye optimum bir kur seviyesine ve büyüme oranına gelmeden bu açmazdan kurtulamayacağı ise maalesef bir gerçek.

Önceki İçerikKamu Siyasaları ve Özgürlükler Covid-19 Aşılama Siyasaları Örneği
Sonraki İçerikBelirsizlik Altında Karar Verme